21 Nisan 2015 Salı

Narsistik Kişilik Bozukluğu Nedir?

Narsistik kişilik bozukluğu konusunda bir miktar araştırma yaptıktan sonra pek çok narsistik kişilik bozukluğuna sahip kişiyi tanıdığımı fark ettim. Belki bu konuda teşhis koymak için gerekli olan tıp eğitimini almış değilim ancak grip birinin grip olduğunu anlamak için nasıl doktor olmaya gerek yoksa, narsistik kişilik bozukluğuna sahip olduğunu anlamak için de doktor olmaya gerek olmadığı kanaatine vardım. Narsistik kişişilik bozukluğunun belirtilerini bilen birinin bir kişinin bu psikolojik soruna sahip olup olmadığını kolayca anlayabileceği kanısındayım.

Peki neymiş efendim bu narsistik kişilik bozukluğunun belirtileri.

Yaptığım okumalardan ve araştırmalardan anladığım kadarıyla bu hastalığa sahip olan kişiler kendilerini dev aynasında görüyor. En akıllı benim, en bilge benim, herşeyi ben bilirim, en önemi benim modunda oluyorlar. En güçlü olma, benzersiz olma, sevilme, beğenilme, takdir edilme, saygı görme ihtiyacı bu kişilerde çok yüksektir. Bunlar her insanın hoşuna gider elbette ancak narsistik kişilik bozukluğuna sahiplerde takıntı seviyesindedir. Üstelik bu kişiler tüm bunları gerçekten hak ettiklerini düşünürler. Bu nedenle onlara karşı gelen, söylediklerinin tersini söyleyen kişilerden nefret ederler.

Narsistik kişilik bozukluğuna sahip kişilerin bir diğer özelliği de başkalarına karşı sevgisiz, saygısız, anlayışsız oluşlarıdır. Bencillik adeta göbek adlarıdır bunların. Başkalarını hiç düşünmezler. Empati diye bir kelime lügatlarında yoktur. Küstah ve ukaladırlar. Burunları bir karış havadadır.

Narsistik kişilik bozukluğuna sahip kişilere göre sanki dünya onlar sayesinde dönüyordur. Hatta sanki dünya onlar için yaratılmıştır. Her istediklerini yapma hakkını kendilerinde görürler.

Nasılmış...Kendinizi aynaya bakıyor gibi mi hissettiniz. Eğer öyleyse endişelenmeyin. Çünkü narsistik kişiler bu şekilde hissetmez. Ama eminim çevrenizde bu özelliklere sahip çok kişi olduğunu fark etmiştirsiniz.

13 Nisan 2015 Pazartesi

Samsung Uzak Durulması Gereken Bir Marka Mı?

Samsung en popüler teknoloji firmalarından biri. Özellikle peş peşe çıkardığı cep telefonları ile gündemde. Türkiye'de de Samsung marka cep telefonları yok satıyor. Oldukça pahalı cihazlar olsalar da, kapış kapış alınıyor. Şimdi ise televizyonlarda bir kenarında da ekran olan Edge modelinin tanıtımı yapılıyor. Üstelik Samsung telefonlar sistem olarak incelendiğinde oldukça gelişmiş cihazlar. Yani Samsung'un son model cep telefonunu aldığınızda, cep telefonu sektörünün eriştiği en ileri teknolojiye sahip oluyorsunuz. Ancak buna rağmen Samsung'tan şikayetçi olanlar da az değil. Bunlardan biri de benim.

İlkesel olarak herhangi bir firmayı karalamayı doğru bulmuyorum. Ancak bu eleştirmeyeceğim anlamına gelmez.

Samsung marka cep telefonu sahibiyim ve buna maalesef demek durumundayım. Çünkü bilinçli bir müşteri olarak cep telefonunu aldığım firmanın sunduğu ürün ne kadar gelişmiş olursa olsun, ben ürünü aldıktan sonra da yanımda olmasını isterim. Samsung ise bu konuda müşterilerini yalnız bırakıyor.

Diyelim ki şu anda Edge modeli cep telefonunu aldınız. Kısa bir süre sonra, taksitle aldıysanız daha telefonunuzun taksitleri bitmeden telefonunuz ikinci plana itilmiş, yeni bir model çıkmış ve piyasa değeri de düşmüş oluyor. İkinci el piyasasında aldığınızın çok çok altında bir fiyata elinizden zar zor çıkarabiliyorsunuz. Ama hızla gelişen teknolojinin de bunda etkisi büyük. Bunu da belirtmek gerek.

Telefonu satma, almışsan ömrü bitene kadar kullan diyebilirsiniz. Benim şikayetim de bu noktada başlıyor. Çünkü Samsung marka bir cep telefonunu bir yıldan uzun süre keyifle kullanmak neredeyse imkansız.

İmkansız çünkü yeni model cep telefonu çıkarmaya odaklanmış olan Samsung, yeni bir model çıkardığında önceki modellere olan desteğini kesiyor. Güncelleme gelmiyor, telefon kağıt üzerinde güçlü bir donanıma sahip olsa da, güncellemeler gelmediği için büyük problemlerle karşı karşıya kalabiliyorsunuz. Eğer Android sistemine müdahale edecek kadar yazılım bilgisine sahip değilseniz işiniz iyice zorlaşıyor. Kod bilgisi olanları da zorlu bir uğraş bekliyor.

Samsung kısaca, yeni modelimizi çıkardığımızda esikisini rafa kaldırın ve yenisini alın diyor. Ve bu hiç de müşteri dostu bir davranış değil. Çünkü Samsung marka bir cep telefonu aldıktan kısa bir süre sonra cihazla ciddi sorunlar yaşamaya başlıyorsunuz ve elinizden durumu düzeltecek hiçbir şey gelmeyebiliyor. Destek de alamıyorsunuz.

Bilgisayar dünyasını yakından takip edenler bilir, bilgisayar bileşenleri de en az cep telefonları kadar hızla eskir. Daha gelişmiş bileşenler piyasaya çıkar. En hızlı yeni modeli çıkan bileşen ise ekran kartlarıdır. Bir kıyaslama yapacak olursak, iki yıl önce aldığım Samsung marka cep telefonuna son bir yıldır hiçbir güncelleme gelmediği halde, yaklaşık olarak aynı dönemde aldığım dizüstü bilgisayarımın ekran kartı sürücüsü ayda en az bir kez güncellenmeye  devam ediyor. Sonuç ise ben iki yıl önce aldığım bilgisayarı aynı keyifle kullanabiliyorum.

Samsung'un piyasaya sürdüğü cihazların eksik bir tarafı yok. Belki edge kullanımda kenardaki ekran nedeniyle sorun yaratabilir ama, hem tasarım hem de sistem olarak çok güçlü bir cihaz. Hakkını vermek gerek, Samsung güçlü cep telefonları üretme konusunda işini iyi biliyor. Keşke ürettiği telefonlara destek verme konusunda da aynı derecede başarılı olabilseydi. Sonuçta asgari ücretin en az iki katını vererek aldığınız bir telefonun bir yıl sonra desteksiz kalması ister istemez insanı çileden çıkarıyor.

Bu nedenle Samsung'u artık tercih etmeme kararı aldım. Bir sonraki telefonumu seçerken Samsung'u baştan müşteri ve ürün desteği problemi yüzünden elemiş olacağım. Kalan firmaları ve cihazları ise değerlendirirken, ürün ve müşteri desteğini çok daha fazla önemseyeceğim. Bunu sizlere de tavsiye ederim. Samsung almayın diyemem, ancak telefon seçimi yaparken, satış sonrası destek konusunu ciddi ciddi değerlendirin. Aksi halde pişmanlık yaşamanız olası.


12 Nisan 2015 Pazar

Hasta Mısınız Müşteri Mi?

Sağlık sektörü çok enteresan. Bir yanda insan sağlığı var, öte yandan dönmesi gereken çarklar. Doktorlar, hemşireler ve diğer sağlık personelinin maaşları ödenmeli. Gerekli tıbbi cihazlar temin edilip bakım ve onarımı yaptırılabilmeli. Hastanaler işletilebilmeli ve giderleri karşılanabilemli. İlaçların ve diğer tıbbi sarf malzemelerinin temini sağlanmalı. Tüm bunlar ciddi bir ekonomik yük demek. Bu yükün külfetini ise başta hasta olanlar, yani bu sistemi kullanmak zorunda kalanlar karşılıyor. Her hizmetin olduğu gibi, sağlık hizmetinin de bir bedeli var. Olması da doğal.

Bazı ilaçlar ve tedavi yöntemleri diğerlerine göre çok daha pahalı. Bu da tamamen arz/talep dengesi ve üretim tekniği ve teknolojisi ile açıklanabilir bir durum. Farazi örneklerle açıklarsak; diyelim ki bir hastalığın ilacı dünyada yılda 1 miyar kutu tüketiliyor. Bu ilacı üretenler için ciddi bir rakam. Bu durumda ilacı üretmek için seri üretim tekniğini tercih edeceklerdir ki bu da üretilen her kutu ilacın maliyetini önemli ölçüde düşürecektir. Ancak nadir görülen hastalıkların ilaçları çok az sayıda talep edilmekte. Üreticiler bu ilaçları düşük miktarda satabildikleri için üretmek de istememekteler. Çünkü üretim ve pazarlama açısından karlı bir iş değil. Bir fabrikanız olsa yılda sadece 1 adet satabileceğiniz bir ürünü üretmek için tüm sistemin ayarlarını değiştirmek istemezsiniz. Bunu yaparsanız da ortaya çok yüksek maliyetli bir ürün çıkar ve fiyatı da yüksek olur. Nadir görülen hastalıkların ilaçları bu nedenle pahalıdır. Bir diğer etken de ilaç hammaddesinin üretim ve temininin zorluğudur. Ne kadar kolay üretilebilen bir etken madde ile ilaç yapılıyorsa fiyat o kadar düşük olur. Aksi durumda fiyat yükselecektir.

Sağlık denilince, hastalık nadir de görülse sık da görülse tedavi edilmelidir. Bu nedenle ilaç sekörü herhangi bir başka mal ve hizmet sektörü ile bir tutulamaz. Milyonda bir görülen bir hastalık için bile ilaç üretilmelidir. Karşılaşılan yüksek maliyetin firmaları zorlamaması içinse devletler tarafından teşvik sağlanmalıdır. Bu sistem dünyada genel olarak böyle işliyor zaten.

Ancak ilaç firmaları yüksek kar elde etme arzularının güdümünde mi değil mi? İşte bu önemli bir soru işareti. Her ticari firma gibi ilaç firmaları da kar elde etmek ister. Kar etmelerinin yolu da ilaç satmakla olur. O halde ilaç firmaları için hasta olan insanlar kar kaynağıdır, ekmek kapısıdır. Bu nedenle ilaç firmaları etik ve ahlakli değerleri hiçe sayıp insanların hasta olmalarını isteyebilir. Tabi hepsi böyle demek değil bu. Hatta hiçbir ilaç firması böyle bir suçlamaya muhatap kabul edilemez. Ama bir ancak daha koymak gerek...İnsanların hasta olmalarını istemek başka, hasta olduklarını düşünmelerini sağlamak başka...

Örnek olarak hemen antidepresanları vermek mümkün. Her insan hayatında kötü dönemler yaşar. Ama günümüzde problem yaşayan hemen herkes antidepresan kullanmaya başladı. Eskiden antidepresanlar yokken insanlar sorunlarını nasıl çözüyordu? Çözemiyor değildi elbette. İstatistikleri incelemedim ama, geçmişte antidepresan kullanım miktarın ile günümüzdeki kullanım miktarı arasında devasa bir uçurum olduğu aşikar. İntihar oranlarına bakıldığında ise, anidepresanların pek de işe yarmadığı sonucunun ortaya çıkacağına da eminim. Ama istatistikleri kontrol etmedim, genel gözlemlerimle ulaştığım yargıyı ifade ediyorum.

Doktorların baktıkları hasta sayısı, yaptıkları ameliyat başı ek ücret alabiliyor olması da insanı huzursuz eden bir nokta. Üstelik ilaç firmaları doktorlara muhtaç. Çünkü doktorlar bir firmanın ilaçlarını reçetelerine hiç yazmazlar ise, o firmanın iflas edeceği apaçık ortada. Bunun farkında olan firmalar doktorlara sık sık ilaçlarını tanıtırlar. İlaç tanıtımı yapan kişiler acaba sadece ilacı tanıtıyor ve doktorun gerçekten ihtiyaç duyan hastalarına verebileceği bir ilacın farkına varmasını sağlamakla yetiniyor mu? Yoksa doktorları bu ilaçları daha çok yazmaları için teşvik ediyorlar mı? Bir firmanın doktorlara kendi X ilaçlarını ayda 1000 kutu yazarlarsa araba vaat ettiğini düşünün. Böyle bir teklif alan doktor, meslek etiğini bir kenara bırakıp her hastasına bu ilacı yazabilir. Bu konuda şüpheleri artıran haberleri zaman zaman görüyoruz. Doktorların hepsi böyle demek kesinlikle yanlıştır. Ancak sinek küçük olsa da, mide bulandırır derler ya, şüpheleniyor insan.

Doktorlar daha çok hasta bakıp, daha çok ameliyat yapıp, daha çok ilaç yazdıkça daha çok kazanıyorsa, ilaç firmaları da daha çok ilaç sattığında daha çok kar ediyorsa, durup bir düşünmek gerek. Özelikle özel hastanelerde, teşhisi basit bir kan veya idrar analizi ile yapılabilecek bir hastalık nedeniyle gelen hastaların neredeyse tüm testlere tabi tutulduğu duyuyoruz. Sonuç yüksek tedavi masrafları. Kar eden kim?

En son Prof. Dr. Canan KARATAY hamilelere yapılan şeker yüklemesi testi ile ilgili basında yer alan olumsuz beyanı nedeniyle meslektaşları tarafından topa tutulunca, bu konuda şüpheler yine arttı. Kimileri Canan KARATAY'yın haklı olduğunu söylerken kimileri de "bu kadın kendini ne sanıyor" veya "gündemde kalmaya çalışıyor" gibi eleştiriler getiriyor.

Tıp ile sadece hasta olarak muhatap olan biri olarak, Prof. Dr. Canan KARATAY haklı mıdır değil midir bilemiyorum. Bilemediğim gibi, yukarıda saydığım denklemler nedeniyle, ona karşı çıkanlara da güvenmiyorum.  Sonuça yapılan her test, yazılan her ilaç, çekilen her film birileri için kar demek. Her hasta hem ilaç firmaları, hem hastanaler için gelir demek. Her hasta müşteri demek. Bu nedenle ne kadar çok hasta olursa, veya ne kadar çok insan kendini hasta sanarsa,  o kadar çok test yapılır, film çekilir, ilaç yazılır. Sağlık sektörü o kadar çok kar eder.

Bu kirli denklem gerçek ve hastalar sağlık sektörü tarafından müşteri olarka görülüyorsa, kimse kusura bakmasın, her reçeteye şüphe ile yaklaşırım.

Sonuçta margarin üreticileri köşeyi dönsün diye tereyağını yerin dibine sokanlar, doğal yağ olan tereyağını tüketmekten insanları korkutup asıl zehir olan margarinleri yedirmediler mi? Bir de kalp dostu diye reklam yapmıyor bu margarin üreticileri...

İşin kötü tarafı, hasta olunca mecburen doktora gidiyoruz. Şüphe etsek de doktorun yazdığı reçeteyi almak ve kullanmak zorundayız. Üstelik canımızı emanet ettiğimiz doktorların büyük bölümü bu kirli sistemin bir parçası değil. Tamam belki aynı etken maddeye sahip A firmasının ilacı yerine, çıkarı olduğu için B firmasının ilacını yazıyor olabilir ama, en azından hastasının tedavisi için hiç de gerekli olmayan bir ilacı reçeteye eklemiyorlardır. En azından ben öyle ümit ediyor ve her hasta olduğumda dokora bu ümitle gidiyorum.

10 Nisan 2015 Cuma

Türkçe Güçlü Bir Dil Değil Mi?

Bizler millet olarak kendimizi hemen her konuda üstün görmeye eğilimliyiz biraz. Özellikle bazı konularda kendimize toz kondurmayız. Ancak tuhaf bir şekilde, pek çok konuda da aşağılık kompleksimiz vardır. Çelişkiler yumağı bir milletiz.

Biraz örnek vermek gerekirse, en kahraman milletizdir. En cesur askerler bizim askerimizdir. Dünyanın en iyi pilotları bizim pilotlarımızdır. Dünyanın en iyi komandoları bordo berelilerimizdir. Dünyanın en güzel ülkesi elbette ki Türkiye'dir. Bu listeyi uzatmak çok kolay ama gerek yok. Herkes biliyor söylenecekleri nasıl olsa.

Tüm bunlara itiraz ediyor değilim. Pek çoğuna ben de katılıyorum. Katılmadıklarıma da kısmen, en olmasa bile enlerden biri derim. O kadar iddialı olmasam da, toz da kondurmam hani. Eeee. Sonuçta ben de bu ülkede doğdum büyüdüm ve yaşıyorum. Mars'tan gelmedim ya...Kaptık birşeyler, iyi, kötü.

Türkçe'miz için de benzer bir durum söz konusu. Dünyanın en güzel dili deriz. Anlatım gücü çok yüksek deriz. Dünyanın en köklü dillerinden biri deriz. Bu listeyi de uzatabilirim ama, yine gereksiz bir uğraş olur.

Türkçe gerçekten dünyanın en eski dillerinden biridir. Bunu söylemek için ne tarihçi ne de filolog olmaya gerek yok. Biraz okuyan, araştıran herkes bunu bilir. Dilimiz özellikle söz sanatları konusunda çok güçlü bir dil. Bunu kabul etmek gerek. Tam bir şiir dili. Özellikle ünlü uyumunun getirdiği ahenk Türkçe'nin şiirsel bir dil olmasına büyük katkı sağlıyor. Ancak bana göre anlatım gücünde bazı sıkıntılar var.

Türkçe biraz damıtılmış bir dil. Öyle ki, açıklamak için sayfalar dolusu kitap yazılabilecek sözler söylemek mümkün. Üstelik bu damıtılmış hal günlük konuşma dilinde de kendini gösteriyor. Dilimiz için sakız gibi, nereye çeksen uzuyor benzetmesi de bundan kaynaklanıyor. Türkçe kurulan tümceler o kadar çok anlam içeriyor ki, muhatap olan kişi neresinden isterse orasından anlayabiliyor. Bu anlatım gücü şiir yazıyorsanız çok işinize yarayabilir. Ama bir anlam kargaşası yaratabildiği de bir gerçek.

Türkçe konuşurken söyledikleriniz farklı farklı anlaşılabiliyor. Bu az sözle çok şey anlatmanıza imkan verirken, bir yandan da kendinizi açık ve seçik şekilde ifade etmenizi zorlaştırıyor. Tam olarak ifade etmek istediğiniz şeyleri ifade edemeyebiliyorsunuz.

Kelime hazinesi bakımından Türkçe'nin biraz fakir oluşunun da bunda katkısı büyük. Yanılmıyorsam en geniş kapsamlı Türkçe sözlükte 80 bin civarı sözcük bulunuyor. İngilizce sözlük bunun neredeyse 10 katına sahip. Günlük konuşma dilinde kullanılan kelime sayısı ise bizde sanırım 150-160 iken ingilizcede 500-600 arası. Ne kadar az sözcük kullanıyorsak o kadar az kavram, o kadar az detay ifade ediyoruz demektir. Asıl sıkıntı da burada zaten.

Az sayıda kavrama sahip olmak düşünme yeteneğimizi de sınırlıyor. Detaylı düşünemiyor, derine inemiyoruz. Kavramlar birbirine karışıyor, ayrıntılar yok oluyor. Türkçe'de her zaman puslu cümleler kuruyoruz. Pek çok dilde konuşan biri fotoğraf netliğinde anlatmak istediğini resmedebilirken, biz empresyonist bir tablo çizmekten öte gidemiyoruz.Haliyle ne kendimizi açık ve net bir şekilde ifade edebiliyoruz ne de başkalarını açık ve net bir şekilde anlayabiliyoruz.

Sık sık İngilizce'den Türkçe'ye ve zaman zaman da Türkçe'den İngilizce'ye çeviri yapan biri olarak iki dil arasındaki anlatım gücü farkını yakından gözlemleyen biriyim. Hemen her çeviride karşıma Türkçe'de ifade edilemeyecek bir kavram çıkıyor. Türkçe'de İngilizce'ye çevirilerde ise özel deyişler dışında böyle bir durum yaşamak neredeyse imkansız.

Belki de benim Türkçe'ye yeterince hakim olmamam söz konusu olabilir. Ancak Türkçe'ye benden daha hakim kaç kişi var ki?

Türkçe'de tanımlanmamış çok fazla kavram var. Detaya inilmemiş, üstünkörü tanımlanmış. Bir metaforla örneklersek, karpuz denilmiş ama içindeki çekirdekler tanımsız. Çekirdeği ifade edemiyorsunuz, karpuz demekle yetinmek zorunda kalıyorsunuz. Çekirdeği ifade edememek bir yana, algılayamıyorsunuz da. Algılasanız da tanımlayamadığınızdan tıkanıyorsunuz. Kısaca Türkçe düşünmek için uygun bir dil değil. Net tanımlardan, betimlemelerden uzak, sezgisel, sisli bir dünya. Ve bu dünyada pek çok şeyi net olarak anlamak, kavramak, tanımlamak, algılamak mümkün olmuyor. Bu nedenle bizler ikinci hatta üçüncü bir yabancı dili çok iyi derecede öğrenmeliyiz. Aksi halde çağın gerektirdiği şekilde düşünemeyen insanlar olmaktan kurtulamayız.

Tabi ki benim yazdıklarıma şiddetle karşı çıkanlar olacaktır. Ancak partizanca Türkçe'yi körü körüne savunmak, Türkçe'yi olduğundan daha güçlü bir dil yapmaz.