11 Haziran 2015 Perşembe

Uykuya Farklı Bir Bakış

Bu yazıya başladığım saat geceyarısından sonra 02,27. Önce bunu belirtmek istedim ki, normal bir yaşam süren insanların uyuduğu bir saatte ayakta olan, üstelik bunu sabah normal insanlarla aynı saatte kalkıp işe gidecek ve onlarla aynı saatte işten çıkıp eve dönecek biri olarak yapıyor olmam, uyuma konusunda ne kadar isteksiz olduğumu da göstermiş oluyor. Ayrıca herhangi bir nedenle uyku problemi yaşamadığımı da belirtmek gerek. Yani başımı yastığa koyunca normal insanlar gibi uyuyabilen bir insanım. Pek çok gece olduğu gibi bu gece de bu saatlerde ayakta olmamın nedeni yaşadığım bir uyku problemi olmaktan öte, uyumayı ömürden boşa harcanan, heba edilen bir zaman olarak kabul ediyor oluşum. Hatta belki de dahasının olduğuna dair içimdeki kanıtlanamayacak şüpheler.

İnsan vücudu uyku halinde oldukça hareketsizleşir. Dakikadaki kalp atış sayısı ve nefes almak sıklığı azalır, metabolizma yavaşlar, hareketler kısıtlanır. Rüya görürken aşırı hareketlerde bulunmamanız için merkezi sinir sisteminiz motor nöronları bloke eder. Yani rüyanızda maratona katılıp koşsanız dahi yatağınızda vücudunuz hareketsiz kalır. Bu sistemde bir kusur olursa uyurgezer olursunuz. Uyanırken beyin kaslarınızı kontrol eden sinirlere olan kontrolünüzü tekrar aktive eder. Eğer beyniniz kaslarınızı kontrol eden sinirleri tam aktive etmeden bilinciniz açılırsa karabasan yaşarsınız. Bir bakıma geçici koma veya felç durumu yaşarsınız. Kalkamaz, konuşamaz hatta kıpırdayamazsınız. Üzerinizde müthiş bir ağırlık varmış da sizi yatağınıza çivilemiş gibi hissedersiniz. Ta ki kaslarınızın kontrolünü tekrar ele alana dek. Hoş bir durum değildir, endişe verici, paniğe yol açıcı bir durumdur ve genellikle insanları korkutur. Ama uyumama nedenlerim bunlar da değil.

Uyumama nedenlerim arasında gördüğüm rüyaların küçük de olsa bir payı var. Genellikle gerilim filmlerini komedi filmi olarak seyretmeme yarayacak türde, kabus olarak tabir edilen rüyalar görürüm. Muhtemelen normal rüyalar da görüyorumdur ama hatırlamıyorum. Zaman zaman rüyalarım o kadar bol aksiyon dolu olur ki, uyandığımda kendimi çok daha yorgun hissetmeme neden olur. Ama bu yorgunluk hissine rüya halinde kalp ve solunum sisteminin yavaşlamasının da etkisiyle bol sigara içmekten kapasitesi düşmüş akciğerlerimin bazal metabolizma halinde dahi vücuduma yeterli oksijeni sağlayamaması nedeniyle uyku halinde bile vücut dokularımın aşırı efor sarf ettiğim anlarda yaptığı gibi oksijensiz solunumla ihtiyaç duyduğu enerjiyi sağlaması da neden olabilir. Çünkü böyle zamanlarda vücutta laktik asit birikir ve laktik asit yorgunluk hissine neden olur. Laktik asit yoğurtta da vardır ve yoğurt ile ayranın uyku yapması da içindeki laktik asitten kaynaklanır. Tıbbi bir analiz veya tahlil sonucu olmasa ve kesinliğini bilemesem de mantıklı bir açıklama. Ancak uykuya karşı oluşumun asıl bir başka nedeni var.

Uyku halinde ne oluyor tam olarak. Vücudun neredeyse hareketsizleştiğini, metabolizmanın yavaşladığını söyledik. Uyku tam bir dinlenme gibi görünse de, beyin için bu geçerli değil. Bilim insanlarının söylediğine göre insan beyni uyku halindeyken uyanık halde olduğundan daha aktif. Peki ama neden? Bu neyi gösteriyor?

Asıl merak ettiğim konu da budur. İnsan beyni uyku halindeyken uyanık halde olduğundan daha aktif oluyorsa bunun mantıklı bir açıklaması olmalı. Ama bu konuda bir tıp alimi olmadan akıl yürütebilmek için beyni biraz tanımak gerek.

Beyin aslında bir hafıza ve işlem istasyonudur. Temel görevi bilgi depolamak ve işlemek ve hareketleri kontrol etmektir. Yani bir bilgisayar işlemcisi gibi. Uyku halindeyken beyin çok daha aktifse, beyinde çeşitli veriler yoğun şekilde işleniyor demektir. Peki ne için? Ya da kim için?

Bu soruların olası cevapları arasında Tanrı da bulunuyor bana göre. Belki de insanlar ve belki de diğer canlılar uyuduklarında beyin gücü kullanılan makinelerden başka birşey değildir. Belki de Tanrı insanları uyuduklarında beyin güçlerini kullanmak için yaratmış ve uyku ihtiyacını da bu nedenle vermiştir. Bunun nedenleri ve olası ihtimaller ve açıklamaları düşünmeyi size bırakıyorum. Çünkü artık uyumam gerek, birkaç saat için olsa bile.

21 Nisan 2015 Salı

Narsistik Kişilik Bozukluğu Nedir?

Narsistik kişilik bozukluğu konusunda bir miktar araştırma yaptıktan sonra pek çok narsistik kişilik bozukluğuna sahip kişiyi tanıdığımı fark ettim. Belki bu konuda teşhis koymak için gerekli olan tıp eğitimini almış değilim ancak grip birinin grip olduğunu anlamak için nasıl doktor olmaya gerek yoksa, narsistik kişilik bozukluğuna sahip olduğunu anlamak için de doktor olmaya gerek olmadığı kanaatine vardım. Narsistik kişişilik bozukluğunun belirtilerini bilen birinin bir kişinin bu psikolojik soruna sahip olup olmadığını kolayca anlayabileceği kanısındayım.

Peki neymiş efendim bu narsistik kişilik bozukluğunun belirtileri.

Yaptığım okumalardan ve araştırmalardan anladığım kadarıyla bu hastalığa sahip olan kişiler kendilerini dev aynasında görüyor. En akıllı benim, en bilge benim, herşeyi ben bilirim, en önemi benim modunda oluyorlar. En güçlü olma, benzersiz olma, sevilme, beğenilme, takdir edilme, saygı görme ihtiyacı bu kişilerde çok yüksektir. Bunlar her insanın hoşuna gider elbette ancak narsistik kişilik bozukluğuna sahiplerde takıntı seviyesindedir. Üstelik bu kişiler tüm bunları gerçekten hak ettiklerini düşünürler. Bu nedenle onlara karşı gelen, söylediklerinin tersini söyleyen kişilerden nefret ederler.

Narsistik kişilik bozukluğuna sahip kişilerin bir diğer özelliği de başkalarına karşı sevgisiz, saygısız, anlayışsız oluşlarıdır. Bencillik adeta göbek adlarıdır bunların. Başkalarını hiç düşünmezler. Empati diye bir kelime lügatlarında yoktur. Küstah ve ukaladırlar. Burunları bir karış havadadır.

Narsistik kişilik bozukluğuna sahip kişilere göre sanki dünya onlar sayesinde dönüyordur. Hatta sanki dünya onlar için yaratılmıştır. Her istediklerini yapma hakkını kendilerinde görürler.

Nasılmış...Kendinizi aynaya bakıyor gibi mi hissettiniz. Eğer öyleyse endişelenmeyin. Çünkü narsistik kişiler bu şekilde hissetmez. Ama eminim çevrenizde bu özelliklere sahip çok kişi olduğunu fark etmiştirsiniz.

13 Nisan 2015 Pazartesi

Samsung Uzak Durulması Gereken Bir Marka Mı?

Samsung en popüler teknoloji firmalarından biri. Özellikle peş peşe çıkardığı cep telefonları ile gündemde. Türkiye'de de Samsung marka cep telefonları yok satıyor. Oldukça pahalı cihazlar olsalar da, kapış kapış alınıyor. Şimdi ise televizyonlarda bir kenarında da ekran olan Edge modelinin tanıtımı yapılıyor. Üstelik Samsung telefonlar sistem olarak incelendiğinde oldukça gelişmiş cihazlar. Yani Samsung'un son model cep telefonunu aldığınızda, cep telefonu sektörünün eriştiği en ileri teknolojiye sahip oluyorsunuz. Ancak buna rağmen Samsung'tan şikayetçi olanlar da az değil. Bunlardan biri de benim.

İlkesel olarak herhangi bir firmayı karalamayı doğru bulmuyorum. Ancak bu eleştirmeyeceğim anlamına gelmez.

Samsung marka cep telefonu sahibiyim ve buna maalesef demek durumundayım. Çünkü bilinçli bir müşteri olarak cep telefonunu aldığım firmanın sunduğu ürün ne kadar gelişmiş olursa olsun, ben ürünü aldıktan sonra da yanımda olmasını isterim. Samsung ise bu konuda müşterilerini yalnız bırakıyor.

Diyelim ki şu anda Edge modeli cep telefonunu aldınız. Kısa bir süre sonra, taksitle aldıysanız daha telefonunuzun taksitleri bitmeden telefonunuz ikinci plana itilmiş, yeni bir model çıkmış ve piyasa değeri de düşmüş oluyor. İkinci el piyasasında aldığınızın çok çok altında bir fiyata elinizden zar zor çıkarabiliyorsunuz. Ama hızla gelişen teknolojinin de bunda etkisi büyük. Bunu da belirtmek gerek.

Telefonu satma, almışsan ömrü bitene kadar kullan diyebilirsiniz. Benim şikayetim de bu noktada başlıyor. Çünkü Samsung marka bir cep telefonunu bir yıldan uzun süre keyifle kullanmak neredeyse imkansız.

İmkansız çünkü yeni model cep telefonu çıkarmaya odaklanmış olan Samsung, yeni bir model çıkardığında önceki modellere olan desteğini kesiyor. Güncelleme gelmiyor, telefon kağıt üzerinde güçlü bir donanıma sahip olsa da, güncellemeler gelmediği için büyük problemlerle karşı karşıya kalabiliyorsunuz. Eğer Android sistemine müdahale edecek kadar yazılım bilgisine sahip değilseniz işiniz iyice zorlaşıyor. Kod bilgisi olanları da zorlu bir uğraş bekliyor.

Samsung kısaca, yeni modelimizi çıkardığımızda esikisini rafa kaldırın ve yenisini alın diyor. Ve bu hiç de müşteri dostu bir davranış değil. Çünkü Samsung marka bir cep telefonu aldıktan kısa bir süre sonra cihazla ciddi sorunlar yaşamaya başlıyorsunuz ve elinizden durumu düzeltecek hiçbir şey gelmeyebiliyor. Destek de alamıyorsunuz.

Bilgisayar dünyasını yakından takip edenler bilir, bilgisayar bileşenleri de en az cep telefonları kadar hızla eskir. Daha gelişmiş bileşenler piyasaya çıkar. En hızlı yeni modeli çıkan bileşen ise ekran kartlarıdır. Bir kıyaslama yapacak olursak, iki yıl önce aldığım Samsung marka cep telefonuna son bir yıldır hiçbir güncelleme gelmediği halde, yaklaşık olarak aynı dönemde aldığım dizüstü bilgisayarımın ekran kartı sürücüsü ayda en az bir kez güncellenmeye  devam ediyor. Sonuç ise ben iki yıl önce aldığım bilgisayarı aynı keyifle kullanabiliyorum.

Samsung'un piyasaya sürdüğü cihazların eksik bir tarafı yok. Belki edge kullanımda kenardaki ekran nedeniyle sorun yaratabilir ama, hem tasarım hem de sistem olarak çok güçlü bir cihaz. Hakkını vermek gerek, Samsung güçlü cep telefonları üretme konusunda işini iyi biliyor. Keşke ürettiği telefonlara destek verme konusunda da aynı derecede başarılı olabilseydi. Sonuçta asgari ücretin en az iki katını vererek aldığınız bir telefonun bir yıl sonra desteksiz kalması ister istemez insanı çileden çıkarıyor.

Bu nedenle Samsung'u artık tercih etmeme kararı aldım. Bir sonraki telefonumu seçerken Samsung'u baştan müşteri ve ürün desteği problemi yüzünden elemiş olacağım. Kalan firmaları ve cihazları ise değerlendirirken, ürün ve müşteri desteğini çok daha fazla önemseyeceğim. Bunu sizlere de tavsiye ederim. Samsung almayın diyemem, ancak telefon seçimi yaparken, satış sonrası destek konusunu ciddi ciddi değerlendirin. Aksi halde pişmanlık yaşamanız olası.


12 Nisan 2015 Pazar

Hasta Mısınız Müşteri Mi?

Sağlık sektörü çok enteresan. Bir yanda insan sağlığı var, öte yandan dönmesi gereken çarklar. Doktorlar, hemşireler ve diğer sağlık personelinin maaşları ödenmeli. Gerekli tıbbi cihazlar temin edilip bakım ve onarımı yaptırılabilmeli. Hastanaler işletilebilmeli ve giderleri karşılanabilemli. İlaçların ve diğer tıbbi sarf malzemelerinin temini sağlanmalı. Tüm bunlar ciddi bir ekonomik yük demek. Bu yükün külfetini ise başta hasta olanlar, yani bu sistemi kullanmak zorunda kalanlar karşılıyor. Her hizmetin olduğu gibi, sağlık hizmetinin de bir bedeli var. Olması da doğal.

Bazı ilaçlar ve tedavi yöntemleri diğerlerine göre çok daha pahalı. Bu da tamamen arz/talep dengesi ve üretim tekniği ve teknolojisi ile açıklanabilir bir durum. Farazi örneklerle açıklarsak; diyelim ki bir hastalığın ilacı dünyada yılda 1 miyar kutu tüketiliyor. Bu ilacı üretenler için ciddi bir rakam. Bu durumda ilacı üretmek için seri üretim tekniğini tercih edeceklerdir ki bu da üretilen her kutu ilacın maliyetini önemli ölçüde düşürecektir. Ancak nadir görülen hastalıkların ilaçları çok az sayıda talep edilmekte. Üreticiler bu ilaçları düşük miktarda satabildikleri için üretmek de istememekteler. Çünkü üretim ve pazarlama açısından karlı bir iş değil. Bir fabrikanız olsa yılda sadece 1 adet satabileceğiniz bir ürünü üretmek için tüm sistemin ayarlarını değiştirmek istemezsiniz. Bunu yaparsanız da ortaya çok yüksek maliyetli bir ürün çıkar ve fiyatı da yüksek olur. Nadir görülen hastalıkların ilaçları bu nedenle pahalıdır. Bir diğer etken de ilaç hammaddesinin üretim ve temininin zorluğudur. Ne kadar kolay üretilebilen bir etken madde ile ilaç yapılıyorsa fiyat o kadar düşük olur. Aksi durumda fiyat yükselecektir.

Sağlık denilince, hastalık nadir de görülse sık da görülse tedavi edilmelidir. Bu nedenle ilaç sekörü herhangi bir başka mal ve hizmet sektörü ile bir tutulamaz. Milyonda bir görülen bir hastalık için bile ilaç üretilmelidir. Karşılaşılan yüksek maliyetin firmaları zorlamaması içinse devletler tarafından teşvik sağlanmalıdır. Bu sistem dünyada genel olarak böyle işliyor zaten.

Ancak ilaç firmaları yüksek kar elde etme arzularının güdümünde mi değil mi? İşte bu önemli bir soru işareti. Her ticari firma gibi ilaç firmaları da kar elde etmek ister. Kar etmelerinin yolu da ilaç satmakla olur. O halde ilaç firmaları için hasta olan insanlar kar kaynağıdır, ekmek kapısıdır. Bu nedenle ilaç firmaları etik ve ahlakli değerleri hiçe sayıp insanların hasta olmalarını isteyebilir. Tabi hepsi böyle demek değil bu. Hatta hiçbir ilaç firması böyle bir suçlamaya muhatap kabul edilemez. Ama bir ancak daha koymak gerek...İnsanların hasta olmalarını istemek başka, hasta olduklarını düşünmelerini sağlamak başka...

Örnek olarak hemen antidepresanları vermek mümkün. Her insan hayatında kötü dönemler yaşar. Ama günümüzde problem yaşayan hemen herkes antidepresan kullanmaya başladı. Eskiden antidepresanlar yokken insanlar sorunlarını nasıl çözüyordu? Çözemiyor değildi elbette. İstatistikleri incelemedim ama, geçmişte antidepresan kullanım miktarın ile günümüzdeki kullanım miktarı arasında devasa bir uçurum olduğu aşikar. İntihar oranlarına bakıldığında ise, anidepresanların pek de işe yarmadığı sonucunun ortaya çıkacağına da eminim. Ama istatistikleri kontrol etmedim, genel gözlemlerimle ulaştığım yargıyı ifade ediyorum.

Doktorların baktıkları hasta sayısı, yaptıkları ameliyat başı ek ücret alabiliyor olması da insanı huzursuz eden bir nokta. Üstelik ilaç firmaları doktorlara muhtaç. Çünkü doktorlar bir firmanın ilaçlarını reçetelerine hiç yazmazlar ise, o firmanın iflas edeceği apaçık ortada. Bunun farkında olan firmalar doktorlara sık sık ilaçlarını tanıtırlar. İlaç tanıtımı yapan kişiler acaba sadece ilacı tanıtıyor ve doktorun gerçekten ihtiyaç duyan hastalarına verebileceği bir ilacın farkına varmasını sağlamakla yetiniyor mu? Yoksa doktorları bu ilaçları daha çok yazmaları için teşvik ediyorlar mı? Bir firmanın doktorlara kendi X ilaçlarını ayda 1000 kutu yazarlarsa araba vaat ettiğini düşünün. Böyle bir teklif alan doktor, meslek etiğini bir kenara bırakıp her hastasına bu ilacı yazabilir. Bu konuda şüpheleri artıran haberleri zaman zaman görüyoruz. Doktorların hepsi böyle demek kesinlikle yanlıştır. Ancak sinek küçük olsa da, mide bulandırır derler ya, şüpheleniyor insan.

Doktorlar daha çok hasta bakıp, daha çok ameliyat yapıp, daha çok ilaç yazdıkça daha çok kazanıyorsa, ilaç firmaları da daha çok ilaç sattığında daha çok kar ediyorsa, durup bir düşünmek gerek. Özelikle özel hastanelerde, teşhisi basit bir kan veya idrar analizi ile yapılabilecek bir hastalık nedeniyle gelen hastaların neredeyse tüm testlere tabi tutulduğu duyuyoruz. Sonuç yüksek tedavi masrafları. Kar eden kim?

En son Prof. Dr. Canan KARATAY hamilelere yapılan şeker yüklemesi testi ile ilgili basında yer alan olumsuz beyanı nedeniyle meslektaşları tarafından topa tutulunca, bu konuda şüpheler yine arttı. Kimileri Canan KARATAY'yın haklı olduğunu söylerken kimileri de "bu kadın kendini ne sanıyor" veya "gündemde kalmaya çalışıyor" gibi eleştiriler getiriyor.

Tıp ile sadece hasta olarak muhatap olan biri olarak, Prof. Dr. Canan KARATAY haklı mıdır değil midir bilemiyorum. Bilemediğim gibi, yukarıda saydığım denklemler nedeniyle, ona karşı çıkanlara da güvenmiyorum.  Sonuça yapılan her test, yazılan her ilaç, çekilen her film birileri için kar demek. Her hasta hem ilaç firmaları, hem hastanaler için gelir demek. Her hasta müşteri demek. Bu nedenle ne kadar çok hasta olursa, veya ne kadar çok insan kendini hasta sanarsa,  o kadar çok test yapılır, film çekilir, ilaç yazılır. Sağlık sektörü o kadar çok kar eder.

Bu kirli denklem gerçek ve hastalar sağlık sektörü tarafından müşteri olarka görülüyorsa, kimse kusura bakmasın, her reçeteye şüphe ile yaklaşırım.

Sonuçta margarin üreticileri köşeyi dönsün diye tereyağını yerin dibine sokanlar, doğal yağ olan tereyağını tüketmekten insanları korkutup asıl zehir olan margarinleri yedirmediler mi? Bir de kalp dostu diye reklam yapmıyor bu margarin üreticileri...

İşin kötü tarafı, hasta olunca mecburen doktora gidiyoruz. Şüphe etsek de doktorun yazdığı reçeteyi almak ve kullanmak zorundayız. Üstelik canımızı emanet ettiğimiz doktorların büyük bölümü bu kirli sistemin bir parçası değil. Tamam belki aynı etken maddeye sahip A firmasının ilacı yerine, çıkarı olduğu için B firmasının ilacını yazıyor olabilir ama, en azından hastasının tedavisi için hiç de gerekli olmayan bir ilacı reçeteye eklemiyorlardır. En azından ben öyle ümit ediyor ve her hasta olduğumda dokora bu ümitle gidiyorum.