Seksenlerin sonu ve doksanların başı itibariyle Türk sineması kendi fetret devrine girmişti. Eşkiya ve İstanbul Kanatlarımın Altında gibi birkaç başarılı yapımla birlikte başlayan kıpırdanma hareketleri 2000'lerde atağa dönüştü. Bir anda hepsini hatırlamak zor ama başarılı filmler çekildi ve gişede önemli başarılar elde edildi. Başarılı filmler çekilince Türk halkının görmezden gelmediği, Türk sinemasına sahip çıktığı bir kez daha kanıtlanmış oldu. Yükselişe geçen dizi sektöründe sinemalardan daha başarılı diziler ortaya çıktı. Halen unutlmayan, hafızalara kazınan diziler. Hatta bu dönemde yayına başlayıp yıllardır devam eden dizilerimiz var. Kurtlar Vadisi ve Arka Sokaklar'dan söz ediyorum.
Televizyonla ve dizilerle çok ilgili olmayan biri olarak dizilerin çoğunu bilmem ama bildiğim başarılı prodüksiyonlar var az değil. Konuya dizilerin Türk sinemasına hem oyuncu ve teknik personel kazandırdığını aynı zamanda maddi olarak prodüksiyon şirketlerini büyük projelere atılacak kadar güçlendirdiğini bilecek kadar hakimim. Ancak son yıllarda önemli bir kalite sorunu ile karşı karşıyayız. Önce kalite denilince ne anlaşılmalı ona bakalım.
Kalite denildiği zaman ülkemizde genellikle dayanıklılık anlaşılır. Oysa çok daha dayanıklı bir ürün kendisi kadar dayanıklı olmayan bir üründen daha kaliteli olabilir. Kalite ürün ve hizmetlerin insanların beklentilerini ne kadar karşıladığı ile ilgilidir. Çok dayanıklı bir ürün veya hizmet bütçenizi çok aşıyorsa, fiyat olarka beklentilerinizi karşılayamıyorsa bu o ürün veya hizmetin kalitesini düşüren bir unsur olur.
Dizi ve filmlerde kalite denilince ne anlamalıyız. Senaryonün bütünlüğü, devamlılığı, görüntü ve seste kayıt kalitesi ve doğru tekniklerin kullanılması, görsel efektlerdeki gerçekçilik, mekan ve kostümler, oyunculuk, konunun işleniş şekli ilk başta aklıma gelenler.
Sorunlar neler?
Öncelikle oyunculuk kalitesi sık sık yeterli olmuyor. Oyuncular başarılı olsalar da, çalışma şartlarının ağırlığı, yönetmenin yetersizliği veya özensizliği buna neden olabilir. Son derecede yapmacık duran karakterler dizileri ve filmleri dolduruyor. Üstelik zaman zaman usta oyuncularda bile bu yapmacıklığı görebiliyorsunuz.
Devamlılık ikinci bir problem olarak karşımıza çıkıyor. Özellikle izleyicinin beğenisini kazanmış ve ratingi yüksek dizilerde senaryo devamlılığı önemli bir problem. Ratingleri yüksek bir diziyi sonlandırmak istemeyen yayıncı ve yapımcı kuruluşlar senaristlere diziyi uzatmaları yönünde talimat veriyor olmalılar. Bu tür hikayeye sonradan yapılan müdahaleler bir süre sonra diziyi tamamen karmaşıklaştırıyor. Hikayenin bütünlüğü kayboluyor, sürükleyiciliği sekteye uğruyor. Oysa tadında bırakılmalı. Sitcom türü diziler bu konuda avantajlı çünkü her bölüm kendine ait bir hikayeye sahip olduğundan önceki ve sonraki bölümlerle arasında konu itibariyle önemli bir bağ olmuyor. Ancak bir aşk dizisinde aşıklar kavuştuktan sonra bile diziyi uzatırsanız, aşıkların torunlarının bile aşk hayatını görebilirsiniz.Hikaye tamamlandığında sırf rating uğruna müdahale etmek yerine nokta koymayı bilmeleri gerekiyor.
Diziler çok uzun. Filmlerin seneryoları boş. Dizilerin her bölümü belli bir süre tutmak zorunda. Bu süre ülkemizde sanırım 60 dk'dan az değil. Reklamlarla birlikte uzun metraj bir filme yetecek kadar aman alıyorlar. Hikaye belli, çekilecek bölüm sayısı belli olduğunua göre, plana uygun şekilde ilerleyebilmek için bazı sahneleri gereksiz yere uzatmak ve gereksiz sahneler eklemek şart oluyor. Bir kapının açılması birkaç dakikayı bulabiliyor. Bir kız dakikalarca ağlayabiliyor. Gidenin arkasından kalanın bazen kıgın bazen üzgün gözlerle bakışını 5 dk boyunca izleyebiliyoruz. Bunlar aynı zamanda devamlılığı da bozuyor. Konu akan bir su gibi değil de, damlayan bir musluk gibi ilerliyor. Dizilerin yine bir maazereti var. Belirlenen bölüm süresini doldurmak -ki bu kadar uzun diziler hem oyunculara hem izleyicilere eziyet-, ancak filmlerde de benzer sahneler görüyoruz.
Bir Nuri Bilge Ceylan filminde bu tür sahnelere katlanılabilinir. Filmin anlatım tekniği ve işlenen konu ile oyunculuk bu sahneleri sevdiriyor bile. Ancak çoğu filmde senaryonun içinin boşluğu nedeniyle filmi yeterince uzatmak, yani uzun metraj yapabilmek için gereksiz sahneler ekleme ve sahneleri uzatma yöntemi seçiliyor. Yoksa Türk filmlerinin çoğu maalesef ancak kısa film olabilecek yeterlilikte senaryoya sahip. Yapımcılar Nasrettin Hoca gibi ya tutarsa diyorlar sanırım.
Çok sayıda TV kanalı, çok sayıda çekilen dizi ve filmler kamera, ses, efekt vb. alanlarda çalışan teknik personelin yetişmesine önemli katkıda bulunmuş. Büyük kanallarda oynayan dizilerde ses, görüntü ve çekim tekniği açısından kalite sorunu göze pek çarpmıyor. Kardeş Payı dizisinde normalde affedilemez hata olarak kabul edilebilecek mikrofonun görülmesi hadisesi bile dizinin yapısı gereği kabulleniliyor hatta hoş bir sahne ortaya çıkıp sahneye değer katıyor. Filmlerde de bu başarıyı aynen görüyoruz. Ama bazı kanallardaki dizilerde oyunculuk yerlerde sürünürken, görsel efektlerin bile unutulduğuna şahit olduk. Bu özensizlik aynı zamanda izleyiciye saygısızlık demektir.
Bunların dışında eleştirilebilecek çok nokta var. Ancak en önemlileri bunlar. Diziler ve filmlerin kalitesini düşüren bu tür uygulamalar olsa da, çok başarılı filmler ve diziler de çekiliyor ülkemizde. Ancak kaliteli eserler tek tük çıkarken ortalığı çer çöp diziler ve filmler kaplıyor.
Televizyonla arası hiç olmayan biri olarak bu yazıyı yazmış olmam da tuhaf biraz. Ama bu kadar şey bildiğime göre, az çok izlemişim demek ki! Sahi, hangi ara ben bu kadar izlemişim yahu?
1 Mart 2015 Pazar
28 Şubat 2015 Cumartesi
ABD'de Sokaklara Bebek Kutuları Konuluyor
Haberi okuyunca ne düşüneceğimi bilemedim. Önce görmeyen, duymayan varsa haberi anlatayım. ABD'nin bir eyaletinde bebeklerini terk etmek isteyen anneler için sokaklara bebek kutuları konulacakmış. Hani bizde cami önüne konulur ya bebekler, ABD'de kilise bahçesine koyan var mı bilmiyorum ama, artık bir eyaletinde sokaktaki kutulara koyacaklarmış. Tabi yasa senatodan geçerse. ABD'de öyle birileri istedi, birileri teklif etti diye birşey hemen kanunlaşmaz, jet hızıyla içeriğinde ne var ne yok bilmedne kol indirme kaldırma yöntemiyle oylanmaz.
Haberin çok boyutu var aslında.
Öncelikle bir anne var, yeni doğum yapmış. Bir şekilde bebeğe bakamıyor, hatta belki bebeği hiç istemiyordu. İstenmeyen bir hamilelik yaşadı ve bebeği dünyaya getirdi. Ancak bebek sahibi olmak için, annelik için daha çok erken diye düşünüyor. Hatta belki bebek bir tecavüz sonucu dünyaya geldi. Sebebi her ne olursa olsun, annesi tarafından istenmeyen bir bebeği anneyi de rencide etmeden, kimliğini dahi bilmeden belki, ilgili makamlara teslim etmenin en kestirme yolu olarka düşünülmüş. Bu şekilde sokağa bırakılan veya hatta insanlık dışı şekilde kurtulunmaya çalışılan bebeklerin hayatı kurtarılma istenmiş. Bu açıdan doğru bir uygulama gibi duruyor. İnsanların suça yönelmeleri engellenmek ve onlara bir alternatif getirilmek istenmiş.
Ama olayın bir başka boyutu daha var. Bir eyalette böyle bir uygulama getirilmek isteniyorsa, orada buna ciddi olarak ihtiyaç var demektir. Yani insanlar sık sık bebeklerini sokağa bırakıyor, terk ediyor demektir. Umarım yetkililer bu durumu sosyolojik olarak inceleyip bir çözüm üretmeyi düşüneceklerdir. Çünkü dünyaya gelen bir bebeğin bizzat annesi tarafından terk edilmesi kolay kolay insanın kabullenebileceği bir durum değil.
İnsanlar çocuk sahibi olmayı istemeyebilir. Bu durumda istenmeyen gebelikleri engellemenin çağımızda pek çok yolu var. Bunlar öyle ulaşılamaz ve pahalı yöntemler de değil üstelik. Ha tüm önlemlere rağmen istenmeyen bir gebelik meydana geldiyse çocuğu dünyaya gelmeden aldırmak, dünyaya gelen bir çocuğu sokağa bırakmaktan, sokağa olmasa bile annesiz büyümeye mahkum etmekten daha insani geliyor bana. Kürtajdan söz ediyorum tabi ki...Ancak bu uygulamanın da etik ve ahlaki açıdan pek çok açmazı olduğu ve tartışmalı bir konu olduğunu da belirtmek gerek. Bu nedenle insanların öncelikli tercihi korunma yoluyla istenmeyen gebelikleri önlemek olmalıdır.
ABD gibi düyanın süper gücü konumunda bulunan bir ülkenin insanları korunmayı bilmiyor mu? Bu soru ciddi olarak aklıma takılmadı değil.
Ancak yine de bir nedenden dolayı bebeğini terk etmek isteyen bir anneye böyle bir olanak sunmak güzel bir davranış.
Haberin çok boyutu var aslında.
Öncelikle bir anne var, yeni doğum yapmış. Bir şekilde bebeğe bakamıyor, hatta belki bebeği hiç istemiyordu. İstenmeyen bir hamilelik yaşadı ve bebeği dünyaya getirdi. Ancak bebek sahibi olmak için, annelik için daha çok erken diye düşünüyor. Hatta belki bebek bir tecavüz sonucu dünyaya geldi. Sebebi her ne olursa olsun, annesi tarafından istenmeyen bir bebeği anneyi de rencide etmeden, kimliğini dahi bilmeden belki, ilgili makamlara teslim etmenin en kestirme yolu olarka düşünülmüş. Bu şekilde sokağa bırakılan veya hatta insanlık dışı şekilde kurtulunmaya çalışılan bebeklerin hayatı kurtarılma istenmiş. Bu açıdan doğru bir uygulama gibi duruyor. İnsanların suça yönelmeleri engellenmek ve onlara bir alternatif getirilmek istenmiş.
Ama olayın bir başka boyutu daha var. Bir eyalette böyle bir uygulama getirilmek isteniyorsa, orada buna ciddi olarak ihtiyaç var demektir. Yani insanlar sık sık bebeklerini sokağa bırakıyor, terk ediyor demektir. Umarım yetkililer bu durumu sosyolojik olarak inceleyip bir çözüm üretmeyi düşüneceklerdir. Çünkü dünyaya gelen bir bebeğin bizzat annesi tarafından terk edilmesi kolay kolay insanın kabullenebileceği bir durum değil.
İnsanlar çocuk sahibi olmayı istemeyebilir. Bu durumda istenmeyen gebelikleri engellemenin çağımızda pek çok yolu var. Bunlar öyle ulaşılamaz ve pahalı yöntemler de değil üstelik. Ha tüm önlemlere rağmen istenmeyen bir gebelik meydana geldiyse çocuğu dünyaya gelmeden aldırmak, dünyaya gelen bir çocuğu sokağa bırakmaktan, sokağa olmasa bile annesiz büyümeye mahkum etmekten daha insani geliyor bana. Kürtajdan söz ediyorum tabi ki...Ancak bu uygulamanın da etik ve ahlaki açıdan pek çok açmazı olduğu ve tartışmalı bir konu olduğunu da belirtmek gerek. Bu nedenle insanların öncelikli tercihi korunma yoluyla istenmeyen gebelikleri önlemek olmalıdır.
ABD gibi düyanın süper gücü konumunda bulunan bir ülkenin insanları korunmayı bilmiyor mu? Bu soru ciddi olarak aklıma takılmadı değil.
Ancak yine de bir nedenden dolayı bebeğini terk etmek isteyen bir anneye böyle bir olanak sunmak güzel bir davranış.
25 Şubat 2015 Çarşamba
Elveda Bugatti
Bugatti adını çok da uzak olmayan bir tarihe kadar pek çok kimse bilmiyordu. Halen de bilmeyenler vardır kesin. Ancak Bugatti Veyron daha piyasaya çıkmadan otomobil meraklılarının dikkatini çekmişti ve hız delilerinin rüyalarını süslemişti.
Tam 16 silindirlik ve 1001 beygirlik motorla dünyaya merhaba diyen Bugatti Veyron'un daha sonra 1200 beygirlik versiyonları piyasaya çıktı. Motorunun teknik özelliklerine bakıldığında dudak uçuklatan veriler görülen Bugatti Veyron, karada ticari olarak satılan araçların hız rekorunu da 431,63 km/h ile elinde bulunduruyor. Ne hız ama!
Ancak bunların da bir bedeli var. Standart kullanımda 100 Km'de sadece 20 litre benzin içen Bugatti Veyron'un motorunun kapasitesini sonuna kadar kullanmak isterseniz 100 litrelik deposunu 18 dakikada bitiriyorsunuz. Çok erken diyebilirsiniz ama öyle bir sürüşte daha uzun süre devam ederseniz zaten kısa bir süre sonra lastikleriniz bitiyor.
Neyse efendim. Aracı tanıtmaya gerek görmüyorum çünkü meraklıları zaten şimdiye kadar hakkında hemen herşeyi öğrenmiştir. Volkswagen'in bünyesinde bulunan Bugatti artık üretilmeyecekmiş efendim. Yalnızca Veyron değil, Bugatti markasına elveda diyoruz. Çünkü Volkswagen Bugatti markasıyla hiçbir otomobil üretmeyecekmiş. Sanırım onlar da Veyron'dan iyisinin yapılamayacağını düşünüyorlar.
Son modeli de Ortadoğulu biri (Muhtemelen bir arap şeyhinin oğlu veya öyle bir zımbırtıdır) 2,3 milyon euroya almış. Ne diyelim...Allah kazasız belasız sürüşler nasip etsin :D
Şimdiye kadar pek çok otomobil markasının tarihe gömüldüğüne şahit oldum. Hepsi de beni üzmüştü. Ama Bugatti bayağı bir dokundu. Biliyorum hiçbir zaman alamayacağım bir otomoobil ama yine de Bugatti üretilen ve satılan bir dünyada yaşamak istiyorum.
Tam 16 silindirlik ve 1001 beygirlik motorla dünyaya merhaba diyen Bugatti Veyron'un daha sonra 1200 beygirlik versiyonları piyasaya çıktı. Motorunun teknik özelliklerine bakıldığında dudak uçuklatan veriler görülen Bugatti Veyron, karada ticari olarak satılan araçların hız rekorunu da 431,63 km/h ile elinde bulunduruyor. Ne hız ama!
Ancak bunların da bir bedeli var. Standart kullanımda 100 Km'de sadece 20 litre benzin içen Bugatti Veyron'un motorunun kapasitesini sonuna kadar kullanmak isterseniz 100 litrelik deposunu 18 dakikada bitiriyorsunuz. Çok erken diyebilirsiniz ama öyle bir sürüşte daha uzun süre devam ederseniz zaten kısa bir süre sonra lastikleriniz bitiyor.
Neyse efendim. Aracı tanıtmaya gerek görmüyorum çünkü meraklıları zaten şimdiye kadar hakkında hemen herşeyi öğrenmiştir. Volkswagen'in bünyesinde bulunan Bugatti artık üretilmeyecekmiş efendim. Yalnızca Veyron değil, Bugatti markasına elveda diyoruz. Çünkü Volkswagen Bugatti markasıyla hiçbir otomobil üretmeyecekmiş. Sanırım onlar da Veyron'dan iyisinin yapılamayacağını düşünüyorlar.
Son modeli de Ortadoğulu biri (Muhtemelen bir arap şeyhinin oğlu veya öyle bir zımbırtıdır) 2,3 milyon euroya almış. Ne diyelim...Allah kazasız belasız sürüşler nasip etsin :D
Şimdiye kadar pek çok otomobil markasının tarihe gömüldüğüne şahit oldum. Hepsi de beni üzmüştü. Ama Bugatti bayağı bir dokundu. Biliyorum hiçbir zaman alamayacağım bir otomoobil ama yine de Bugatti üretilen ve satılan bir dünyada yaşamak istiyorum.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)