yaşam etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yaşam etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Kasım 2017 Cuma

Analitik Düzlemde Yaşamsal Sorunlar ve Cebr-i Hayat

Başlığı atınca sahici bir "Aman Tanrım!" dedim. Bu başlığın altını nasıl dolduracağız. Neyse, bir yerlerden başlamalı. Ne de olsa başlamak değil mi bitirmenin yarısı?

Öncelikle başlığı biraz açmak gerek kanımca. Yaşamsal sorunlardan kasıt öyle ciddi, ölüm kalım meselesi olan sorunlar değildir. İnsan yaşamının özellikle toplumsal bağları ve bu toplumsal bağların örüldüğü kültürel dokudan kaynaklı, her ademînin sık sık karşı karşıya kaldığı çeşitli sorunlar kast edilmektedir. Bunların bir kısmı gündelik sorunlar olarak görüp hafife alabileceğimiz sorunlarken bazıları çok sık karşılaşılmayan bu nedenle karşı karşıya kalındığında en çok zorlanılan sorunlardır.

Yaşamsal sorunlar ile insan arasındaki ilişkiyi bir bakıma bağışıklık sistemi ve patojen etkenler arasındaki ilişkiye benzetmek mümkündür. Grip ve nezle gibi sık sık karşılaştığımız bazı hastalıkların doktora gitmeden dahi üstesinden gelebilecek kadar bağışıklık sistemimiz hazırlıklıdır çoğu kez. Ancak nadiren görülen hastalıklarla bağışıklık sistemi ilk karşılaştığında tamamen savunmasız yakalanır. Zor yoldan düşmanını tanır ve onu keşfederek nasıl başa çıkacağını öğrenir. Bu sırada ilaçla ona destek olmak gerekebilir.

Aşı dediğimiz şey ise hayatın risklerine karşı bağışıklık sistemini hazırlar. Bir tür eğitim gibidir. Amaç su testisi su yolunda kırılmasındır. Bağışıklık sistemi aldığı dersi unutmaz genellikle. Kızamık aşısı olan biri hastalığa yakalansa dahi bu sayede çok hafif atlatacaktır. İnsanda aşıya karşılık olarak deneyimli büyüklerin öğütleri vardır. Ancak insan bağışıklık sistemi kadar akıllı bir varlık değildir. Burnunu sürtmeden, kendi düşmeden, testiyi kırmadan çoğu kez akıllanmaz.

Analitik Düzlemde Yaşamsal Sorunların Analizi

Sık karşılaşılan ve artık olağan haline gelmiş sorunların pratik ve standart çözümleri artık ezberlenmiştir. Bu sorunlara karşı refleks çözümler geliştirilmiştir. Sorunla karşılaşılır karşılaşılmaz daha önceki tecrübelerle işe yaradığından emin olunan bir çözüm hemen devreye sokulur. Karnı acıkan veya susayan bir bebeğin ağlaması gibidir bu. Bir yandan da aklıma Pavlov'un köpeği geldi. Tamam belki aynı şey değil ama çok benzer bir yapı. Eğer her iki davranışı da algoritmik veya bir başka yöntemle formüle etmeye kalksaydık birbirine çok benzer yapılarla karşılaşırdık. 

Peki sık sık karşılaşılmayan ve bu nedenle refleks çözümü edinilmemiş olan sorunlara karşı akıllı bir insan nasıl bir yöntemi takip eder. İlk olarak sorunun analizini yapması gerektiği oldukça rasyonel bir davranış olarak öne sürülebilir. Nasıl ki bir savaş sırasında komutanlar üzerinde gerekli ve mümkün olan her detayın yer aldığı haritaları açıp savaşın seyrini görmeye çalışırsa, karşılaşılan sorunlarda da neyin ne olduğunu analiz etmek, doğru tanımlamak ve hayali bir analitik düzlemde doğru yerde konumlandırmak gerekir. Böylece sorun, sorunun ortaya çıkmasına yol açan etkenler, sorunun olası çözümleri, bu çözümleri kolaylaştıran ve zorlaştıran etkenler tek tek tespit edilebilir. Rasyonel düşünen bir insan böyle bir analizi sağlıklı bir şekilde yaparsa hatalı karar verme olasılığını büyük ölçüde düşürmüş olur. En doğru kararı vermese de  verdiği karar, bulduğu çözüm zararı azaltan ve/veya karı artıran bir çözüm olur. Ancak burada mantıklı davranmaktan uzaklaşıp duygusal hareket etmek hata riskini ciddi ölçüde artıracaktır. Paradoksal bir şekilde mantıklı hareket etmek hata payını azaltıyor oluşu nedeniyle rasyonel bir insanın salt mantığıyla hareket edeceğini beklemek her zaman doğru değildir. Şimdi bu paradokstan söz etmek gerekir. 

Paradoksun temelinde insanın yaşama amacı yatar. Bu amaç tatmin olmaktır. Aksi halde insan mutsuz olur. Zaman zaman mantığa uygun rasyonel çözümler insanı mutlu eden çözümler olmaktan uzaktır. Tatmin ve mutlu olma temel amacı ile güdülenen insan genellikle "kalbinin sesini dinle" mottosu ile hareket edecektir. Eğer mutlu olmak hayatın temel amacı ise mutsuzluğa yol açan sorunlara karşı bulunacak çözümlerin mutsuzluğu azaltan, mutluluğu artıran çözümler olması gerekir. Ancak her zaman analitik yaklaşımla öngörülen mantığa uygun, rasyonel çözümler tatmin ve mutlu edici çözümler olmayabilir. Bu durumda insan gerçekçi olup mantığının sesini mi dinleyecektir yoksa kalbinin sesini mi dinleyecektir? İşte büyük paradoks budur. 

Mantığın sesini dinlemek sorunlardan uzak, huzurlu bir çözümü ve sürekli mantığın sesini dinlemek böyle çözümlerle dolu dingin ve huzurlu bir hayatı mümkün kılar. Ancak bu hayat renksiz, heyecansız, tatsız tuzsuz bir hayattır. Kalbinin sesini dinleyen insanlar ise kendilerini hiç istemedikleri durumlarda bulabilirler. Burada basit bir örnekle açıklamak durumu daha da netleştirecektir. Mantıklı bir insan ödemekte güçlük çekeceği bir parayı borç harç edinip hayalini kurduğu arabayı veya evi almaz. Ancak kalbinin sesini dinleyen insan "Bu dünyaya bir daha mı geleceğim!" düşüncesi ile hayalini gerçekleştirir. Sevmediğiniz ancak kesenize uygun bir araçla mı idare edeceksiniz yoksa hayalinizi kurduğunuz arabanın sefasını tüm zorluklara rağmen mi süreceksiniz. Karar sizin...

Analitik düzlemde sorunları ele almak, adeta hayatta karşılaşılan her sorunu matematiksel denklemlere dökerek çözümler üretmek, salt mantıkla hareket etmek, tatmin ve mutlu edici olanı değil hep rahat ettirici ve huzuru artırıcı çözümler peşinde koşmak sanıldığı kadar kolay değildir. En başta böyle bir tutum insanın yaşamdaki temel amacı ile çelişmektedir. Bu tür bir tutumu ilkesel olarak benimseyen kişilerin mutlu olması pek zordur. Sürekli karşılaştıkları her sorunun detaylı analizini yapmakta ve olması gereken ideal çözümü aramakta ve buldukları olması gereken, ideal çözüm, arzu ettikleri çözüm olmasa da, onları mutlu eden bir çözüm olmasa da benimsemektedirler. Seçim sizin.

Mantığı ile hareket edenler ile kalbinin sesini dinleyenlerin arasındaki en belirgin farklardan biri "keşke" ile başlayan yakınmalarında görünür. Kalbinin sesini dinleyenler "Keşke şunu yapsaydım", "Keşke bunu deseydim", "Keşke oraya gitmeseydim" gibi yaptıkları veya yapmadıkları şeylerden dolayı pişmanlıklarını ifade ederler. Mantığının sesini dinleyenler ise "Keşke şu şöyle olmasaydı da böyle yapabilseydim" benzeri, aldıkları kararlar ve yaptıkları veya yapmadıklarından değil, o kararı almalarına, yaptıklarını yapmalarına veya yapmadıklarını yapmamalarına yol açan koşullardan şikayetçi olurlar. Sonuçta bilirler ki koşullar farklı olsaydı, karar verirken kurdukları denklemde yer alan parametreler daha ideal bir şekilde dağılsaydı pekala kendilerinin de arzu ettiği, kalplerinin de söylediği çözümü benimseyebilirlerdi. Oysa ki şartlar onları kendi arzu ve isteklerine, kendi duygularına rağmen bir karar vermeye zorlamıştır. 

Son olarak söylemek gerekir ki rasyonel analitik düzlemde sorunlarını ele alan, mantığının sesine güvenip genellikle rasyonel kararlar veren ve yaşamında karşılaştığı sorunlara bu yöntemle çözüm üreten insanlar mutsuz olduğunda bundan dışsal faktörleri sorumlu tutarlar. Çoğu kez bu dışsal faktörleri belirleyen temel etken olan kader ve bu kaderi belirleyen yaratıcı rasyonel kişilerin mutsuzluğunun temelinde yer alan ana unsuz olarak görülür. Bu nedenle rasyonel kimselerin önemli bir kısmı kendisini mutsuz eden dışsal etkenleri kader yolu ile dayatan tanrıyla aralarına mesafe koyabilirler. 

Şimdilik bu kadar... 

2 Nisan 2015 Perşembe

Elektriksiz Olmuyormuş

Malum elektriksiz kaldık...Uzun saatler boyunca memleketin çoğu elektriğin insan hayatı için ne kadar önemli hale geldiğini bir kez deha acı bir şekilde deneyimledi.

Elektrik kesilince internete giremedik. Sizi bilmem ama benim mobil internetim de kesilmişti. Hatta telefon görüşmelerinde dahi kesintiler yaşandı. Adeta kör ve sağır olduk. Gün ortasında üstelik.

Durumu eleştirenler de vardı. Biraz bırakın şu teknolojiyi, uzaklaşın, insanlarla yüzyüze iletişim kurun diyenler. Ancak onlar bile fazla dayanamazdı elektriksizliğe. Akşam televizyonları da çalışmıyordu çünkü. Eşi ve çocukları ile ilgilenmek yerine haberleri ve saçma sapan dizileri de izleyemeyeceklerdi.

Çocukken elektrik kesintisini özellikle kış aylarında çok yaşardım. O karanlık akşamlarda lüks lambası veya mum ile aydınlanırdık ama ben en çok yanan sobanın ateşini severdim. En oynak ışık oydu. Herkesin yüzünün bir yanı kızıl bir aydınlığa bürünmüş, diğer yanı karanlık. Ama bu görselliği çok sevdiğimden değil, babamın anlattığı hikayelerden keyif alırdım. Elektrik olduğunda hiç sözü edilmeyen konular gündeme gelirdi. Andersen'de bile bulamazsınız böyle güzel masal.

Elektrik insan hayatına yeni girmiş bir enerji. İnsanlık tarihinde elektrik kullanıma başlanmadan önce sadece şimşekler, yıldırımlar ve belki statik elektrik atlamaları ile bilinen bir şeydi ve yaşam için bir önemi yoktu. Oysa şimdi...

Fabrikalar duruyor, soğutuculardaki yiyecekler bozuluyor, insanlar yolda kalıyor, asansörler çalışmıyor ve onlarca katı karanlık merdivenlerden inip çıkmak gerekiyor...Bankacılık işlemleri duruyor, ödemeler yapılamıyor...Tam bir kaos ortamı.

Hal böyle olunca batı dünyasında elektrik kesintisi doğal afetle bir kabul ediliyor. Yani ha elektrikler kesilmiş, ha deprem olmuş, ha memleketi tsunami kaplamış... Yine de elektrik kesintisi nedeniyle yaşamını yitiren pek olmuyor.

Peki elektrikler neden kesildi?

Ben nedenini öğrenemedim. Teknik bir arıza dediler, terör dahil her olasılık değerlendiriliyor dediler. Enerji nakil hatlarından kaynaklanıyor olabilir dediler. Ama kesintinin 31 Mart'a denk gelmiş olması, Mart ayını icraatsiz geçiren bir veya bir grup kedinin galeyana gark edip yapmış oldukları bir eylemin neticesi de olabileceğini akla getiriyor.


23 Mart 2015 Pazartesi

15 Dk'da Boşluğun Tanımı

"15 dk kısık ateşte pilav mı yapıyoruz kardeşim. Ne bu? Altı üstü boşluğun tanımını yapacaksın" derseniz eyvallah...Demezseniz buyrun.

Bir boşluktan söz ettiğimizde yer değiştiren bir şeyin arkada bıraktığı hacmi anlamatmak isteriz genellikle. Öyle uzay boşluğu veya içinde herhangi bir madde bulunmayan hacim falan değildir bu boşluk. Ayrıca bir şeyin boşluk olabilmesi için önceden bir doluluk hali gereklidir insan için. Yani doluluk hali yoksa boşluktan söz edilemez.

Boşluk kaybediştir aslında. Öyle birden dolduramaz insan boşluklarını. Kolun kesildiğinde açılan yara hemen kapanmaz ve hiçbir protez gerçek kolun yerini tutamaz. Ama sanırım protezi de olmayan şeyler var. Emin olmasam da, vardır herhalde...

Boşluğu maddesel algılamamak gerek sadece. Mutlu birinin mutluluğunu kaybetmesi de boşluktur. Kısaca boşluğu insan için pozitif olanın ortadan kalkışı ve bu durumun insan üzerindeki etkileri, yansımaları olarak tanımlamak iyidir.

Bazen garip boşuklar içinde bulur insan kendini. Sevdiğinden ayrılır bazen, boşluğa düşer. Emekli olanların tamamı kendini boşlukta hisseder. Bazen de amacını kaybeder insan...Bir amacın olmayışının insanda yaratacağı boşluk...Tehlikelidir. Çünkü amacı olmayanın beklentileri tükenir ve yaşamın zorluklarına karşı direnme gücü azalır.

Boşluk öyle kolay tanımlanacak bir şey değildir. Ama hepiniz hissetmişsinizdir ya...Bilirsiniz...

Bir pazartesi sabahına aynen böyle başlıyorum...Boşluk içinde...

3 Mart 2015 Salı

Sualtı: Bambaşka Bir Dünya

Yaşam suda başladı. İlk organik moleküller suda kendilinden rasgele oluşurken bugünkü canlılara hiç benzemiyorlardı kuşkusuz. Her ne kadar biz insanlar dahil bugünkü canlıları oluşturan temel bileşenler olsalar da, basit organik moleküllerdir. Sonra biraraya geldiler ve her nasılsa canlılık başladı ve geliştikçe gelişti.

Yaratılışa inananlar bunu kabul etmiyor. Bilim insanları ise bunun böyle olduğunu söylüyor. Oysa bir orta yol vardır her zaman. Herşeyi bir düzen içinde yaratan tanrının yaratış eylemi de mutlaka bir düzen içindedir. O halde belki de Tanrı bilim insanlarının keşfettiği şekilde canlılığı başlatmış ve yavaş yavaş şekillendirmiştir. Evrim belki de gerçekten vardır. Ama bu evrimin Tanrı kontrolü dışında geliştiği anlamına gelmek zorunda değildir. Şimdi evrimi bir kenara bırakıp yaşamın başladığı sulara dönelim.

Denizler ve okyanuslar...İnsanlara karada yaşayan hiçbir canlının görünmeyeceği kadar egzotik görünen sayısız canlı türüne ev sahipliği yapıyor. Bunların bir kısmı taksonomide hayvanlar alemine katıldığı halde bitki gibi duruyor. Renklilik konusunda ise karadaki canlılar kesinlikle sönük kalıyor. Kuşlar ve kelebekler, böcekler ve çiçekler en renkli kara canlıları...Ama bir ahtapot bile onlardan daha renkli olabiliyor. Üstelik renkten renge girere ve üstelik karada renk değiştirmesi ile ünlü bukelamunları bile kıskandıracak canlılıkta, çeşitlilikte renklere bukelamunlardan çok daha hızlı bir şekilde bürünerek.

İnsanlar için denizleri ve okyanusları keşfetmek kolay değil. Suda nefessiz kalıyoruz. Şnorkel veya dalış tüpü kullanmak gibi geçici çözümlerimiz olabiliyor. Ama su altında kesinlikle karda olduğumuz kadar özgür değiliz. Sanki canlılığın başladığı su dünyası kendinden ayrılıp karaya çıkan bizlere küsmüş ve dışlıyor gibi.

Yine de bu renkli dünyayı keşfetmek isteyen insanın önünde ne durabilir ki? Nefesinizi tutup suya daldığınızda bile sizi hayran bırakacak onlarca şey görmek mümkün olabiliyor. Saniyelerle sınırlı bir sürede bile neler görmüyor ki gözleri insanın. Üstelik su tüm renkleri çok daha canlı gösteriyor. Tabi derinlere inmediğiniz ve güneşli bir günde daldığınız sürece.

Derinlerde güneş ışığının frekansı yüksek sıcak tonlarda renkler olarak algılanan bölümü pek bulunmaz. Işık tayfının bu kısmı derinlere inmekte başarısızdır. Bu nedenle soğuk renkler, yani frekansı düşük ışık dalgaları derinlere hakimdir. Bu nedenle derinlerde mavi ve yeşil renkler baskın görünür. Çok daha derine dalarsanız kendinizi karanlığın içinde bulursunuz. Hiçbir frekanstaki ışığın inemediği kadar derinlerde çok sıradışı canlılar yaşar. Ama onları görmek genellikle ürkütücüdür.

Su altına dalmak ve bu dünyanın keyfini çıkarmak eşsiz bir deneyim. Hele hele büyük beyazlar gibi tehlikeli canlıların görülmediği yerlerde dalıyorsanız ve dalmayı da biliyorsanız korkacak da bir şey yoktur pek. Ancak her şeyin olduğu gibi bu heyecan verici keşiflerin de bir sonu oluyor. Pılınızı pırtınızı toplayıp evin yolunu tutma vakti geliyor.

Belki bulacağınız hoş bir deniz kabuğu veya güzel renkli bir taş size keyifli zamanlarınızı unutturmayacak güzel hatıralar olabilirler. Ama ya sularda karşılaştığınız dostlarınız? Onları alıp götüremezsiniz. Tabi iyi bir sualtı fotoğraf makinesine sahip değilseniz.

Gelişen teknoloji sağolsun, günümüzde sualtında fotoğraf çekmek çok zor değil. Sırf sualtı için üretilen fotoğraf makineleri bulunduğu gibi, mevcut fotoğraf makinenizi sualtında da kullanmanızı sağlayan çeşitli ekipmanlar bulunuyor. Ben en çok bu ekipmanları kullanmanızı öneriyorum. Çünkü sualtı kadar suüstü için de aynı makineyi kullanabiliyorsunuz ve tasarruf etmiş oluyorsunuz. Sadece sualtı için fotoğraf makinesi almak biraz profesyonelce bir iş ve profesyonel fotoğrafçı değilseniz bu kadar masraf etmeye de gerek yok.

Sualtı fotoğrafçılığı, kullanılan ekipmanlar, kameralar ve fotoğraf makineleri, sualtı fotoğrafçılığı teknikleri ve ipuçları gibi pek çok konuda internette çok çeşitli kaynaklardan bilgi bulmak mümkün. Hatta online olarak bu ürünleri satın alabilir ve yaza hazırlık yapabilirsiniz. 

2 Şubat 2015 Pazartesi

Dünyaya Yanlış Zamanda Gelenler

Bazı insanlar yanlış zamanda doğar. Bu nedenle hayatları boyunca hep yalnızlığa mahkumdurlar. Üstelik kalabalıklar içinde yalnızlığa mahkumdurlar. Çünkü içinde bulunduğumuz çağda toplum hem kimsenin izole bir hayat yaşamasına müsaade etmezken hem de genel kabul görmüş kurallara uymayanları dışlamaktadır.
Yeni Türkü'nün Çember adlı şarkısında "Ya dışındasındır çemberin, ya da içinde yer alacaksın. Kendin içindeyken, kafan dışındaysa?" denir ya. Tam da öyle bir durumdadır yanlış zamanda doğmuş olanlar. Ne içinde bulundukları topluma karışıp onlardan biri olabilirler ne de kopup başka bir diyara, başka bir zamana yelken açabilirler. Acı bir mahkumiyettir yaşadıkları, rüzgarsız bir Kasım gününde dalından kopan bir çınar yaprağının toprağa düşene kadar yaşadıkları gibi, ağır bir kopuş ve bir o kadar da kopamayış vardır içlerinde hep. Hep askıdadırlar, esecek en hafif bir rüzgar bile onları bilmedikleri bir yere götürebilir.

Yanlış çağda doğanlar iki türlüdür. Birincisi geç doğanlar. Onlar dünyaya gelmek için geç kalmışlardır. Belki kılıç kalkanlı savaşların olduğu bir çağda, koyunlarını güden ve komşu obadaki   gönlünü kaptırdığı kıza sadece koyunlarının dinlediği kavalıyla başka kimsenin bilmeyeceği, belki basit ama bir o kadar da derin anlamlar içeren şarkılar çalacaktır. Pek dertlenecektir onu bir daha ne zaman göreceğini bilmemekten. En büyük korkusu onun bir başkasıyla evlenmesi olacaktır. Mavi göğün altında, sürüsü nereye giderse oraya, kışları kışlaklarda yazları yaylalarda, tertemiz pınar suları doğal yiyecekler ve ev olarak da küçük bir çadır yetecektir onlara. Oysa o her sabah erkenden kalkıp belli saatler arası dört duvarın arasında, gürültülü bir makinenin başında akşama kadar çalışıp yorgun argın akşam evine gelecektir. Basit bir çadır yaşamında aradığı huzuru ve mutluluğu bulabilecek olan bir insana modern çağımız ne verebilir ki? Üstelik toplum basit bir çadırı kafi gören bu adamın evlere, arsalara, arabalara, son model mobilyalara olmak için daha da çok çalışmaya ve para biriktirmeye zorlamaktadır.

Bazıları da dünyaya gelmekte erken davranmıştır. Onların işleri daha zordur. Çünkü geç dünyaya gelmiş olanlar bazen kendilerini baskı altında hissetseler ve toplum tarafından değersiz görülseler de, biraz sabırla topluma ayak uydurabilirler. Ancak erken davrananlar sürekli yabancı olmaya alışmak zorundadırlar. En yakınlarına bile... Onların düşünceleri, fikirleri, hayata bakışları çağın hep ötesindedir. Onlar içlerinde sürekli bir isyan potansiyeli ile gezerler. İç huzurları yoktur. Gelenekler görenekler onlara göre olmaz pek. Bazıları büyük bir devrimci olacak kadar çılgındır. Tarihte Kralları ve İmparatorları devirenler hep böyleleri olmuştur. Bazıları toplumları arkalarından sürükleyecek kadar güçlü bir ikna yeteneğine sahip olmuştur. Tarih kitaplarında böylelerini bulmak çok kolaydır. Ancak böyle bir güçleri veya emelleri olmayanlar, anlam veremedikleri bir yığın toplumsal kurala, geleneğe ve göreneğe, saçma görünen ahlak kurallarına uymak zorundadır. Aksi halde toplum onu, doğmak için geç kalanlara yaptığı gibi değersiz, önemsiz biri olarak görüp itip kakmaktan ziyade, tehlikeli görüp yok etmeye dahi çalışacaktır. Üstelik toplum kurallarına uymak onlar için katlanılması çok daha zor bir durumdur.

Doğru çağda yaşayan insanlar ise genellikle mutlu bir yaşam sürerler. Ancak onlar tarih açısından önemsiz kimseler olmaya mahkumdurlar. Şanslılarsa isimleri torunları ölene kadar birileri tarafından hatırlanır. Ondan sonra sanki bu dünyaya hiç gelmemiş gibi, kimse tarafından bilinmeyen kimseler olurlar. Doğmak için geç kalanların önemli işler başarabilmesi zaten imkansızdır. Belki hatırı sayılır bir servet biriktirebilirler, ancak o kadar. Oysa dünyaya erken gelenler çığır açarlar. İnsanlık karanlık çağdan çıkıp günümüzdeki medeniyet seviyesine ulaştıysa bu onarın sayesinde olmuştur. Ve medeniyetimiz daha da gelişecekse, bu yine onların sayesinde olacaktır.

14 Ocak 2013 Pazartesi

Birgün Bitecek Bu Ömür!

Ey sen! Her nereden bulduysan, nasıl internet denilen o çöplükte bu yazıya ulaştıysan, okuyama başlayan! Bu yazı rahatsız edebilir seni. Bu yazı hedeflerini değiştirebilir, amaçlarını anlamsızlaştırabilir senin. Dikkatli oku o yüzden. Çok gerekli değilse kaale almayabilirsin de. Bir deli zırvalamış diyebilirsin. Bir deli, bir çatlak...

Ömür dediğin nedir ki? Doğumdan ölüme iki tarih arasındaki süre. Öyle, bu bir hakikat. Ömür budur. Ama çoğu ömrü yaşanılan süre sanır. Oysa yaşanılan süre, yaşanılan süredir. Oysa insan ömründe yaşanılmayan o kadar çok süre vardır ki? Bak, ben şu anda yaşamıyorum mesela. Şu anda sen okuyasın diye bu yazıyı yazıyorum. Ama bu yapmak istediğim şey değil. Şu anda olmak istediğim yerde, varsa olmak istediği kişi ve kişilerle birlikte değilim. İstediğim şeyi yapmıyorum, evet itiraf edeyim ben şu anda bu yazıyı yazmak istemiyorum. Sadece başka yapacak bir şeyim yok. İstekender'i okuyorum Elif Şafak'tan bu aralar. Kitabı aldım elime, kafayı toparlayamadım bir türlü. Bir yanda da Anjelika Akbar'dan müzik dinliyorum. Yan tarafta iki kadın var, yüksek perdenden saçma sapan şeyler tartışıyorlar. Hayat mı bu şimdi yani... Değil. Hükümet sigaraya zam üstüne zam yaptı, canım çekiyor ama inip içesim yok. Bırakmaya çalışıyorum. Hükümet sağlığımı düşünüyor ama hükümetin benim sağlığımı benden çok düşünmesini anlamıyorum işin açıkçası. Beni benden çok düşünen, bu nedenle benim yapacaklarıma benim yerime karar veren, ya da en azından yönlendiren, zorlayan, bakın zorlayan, her ne ise bana baskıcı, otoriter gelir ki ben bu hakkı annem ve rahmetli babam dışında kimseye vermedim, onlar dışında kimsenin bu hakka sahip olduğunu kabul etmem. Devlet dahi olsa hakkı hukuku bir yere kadardır kardeşim.

Neyse, yaşam gelelim.

Yaşam, iki durak arasında kat edilen yol değil, yolda yapmak isteyip de yaptıklarınız, görmek isteyip de gördükleriniz, duymak isteyip de duyduklarınızdır. Bazı yaşlı amcalar vardır... Benim bir dayım var, yaşlı mı yaşlı... Belki 90'ına vardı belki geçti belki yaklaştı. Gerçek yaşını bilen yok emin olmak güç. Ancak günümüzde 20 yaşındaki biri bile ondan çok yaşamış olabilir.

Çocukluk okul başlayınca biraz eksilir. Ama çok az ilk başlarda. Sonra dersler ödevler sınavlar ağırlaştıkça ağırlaşır. Hele şu okul bitsin dersiniz. Sonra bizde askerlik var... Sonra bir iş bulmak gerek, bir de eş. Sağolsun anneler babalar halen kız bulamayan oğlanlara kız, koca bulamayan kızlara koca buluyor bizde. Evlendik tamam... Sonra en az üç çalcuk yapmak gerek!!! ki boğazlarını düşünmekten başka şeyler düşünemeyelim :). Şaka bir yana, bir de çocuk, onun dertleri, falan filan, araba alalım kendi evimiz olsun ohh... Sonra bir de emekli olduk mu yaşadık...

İnsanlarımız yaşamayı emeklilikten sonraya erteliyor hep... Oysa o yaştan sonra bir insan neyi ne kadar yaşabilir ki...

Yaşam yaşanılan süre değildir, yaşadıklarınızın toplamıdır belli bir sürede. O yüzden hızlı yaşayın, çünkü genç ölürsünüz belki ama, yaşlı ölenlerden daha çok şey götürürsünüz öteki tarafa. Çünkü insanlar sadece anılarını götürebiliyor, yaşadıklarını, zamandan bağımsız... hatıralarını ancak... Alınan arabalar, yatlar katlar kalıyor bu dünyada hep.

Bir gün bitecek ömür ey okur...  Ve o gün bugün olabilir. O halde neden erteliyorsun yaşamayı. Neden korkuyorsun. Neden? Geleceği meçhul bir yarın için çalışıyorsun.


18 Ocak 2012 Çarşamba

Psikozik Düşüncelerle Yaşam

Yaşam! Sihirli bir kelime gibi. Ama pek de sihirli bir tarafını göremedim şimdiye kadar. Algılayabildiğimiz varlıklar içerisinde en üstün olan insanlar bile aslında o kadar sıradan ki...

Evet insanlar sıradan canlılar. Temel eğitimi almış herhangi biri buna rahatlıkla itiraz edebilecek yetersizliktedir kuşkusuz. Yetersizliktedir çünkü kitapta yazanları ezberletmeye, ancak düşünmeyi gereksiz, yersiz, zararlı bir fiil haline getirmeye dayalı bir sistemden çıkıp geliyorlar. Başkası da beklenemez haliyle böyle kimselerden. Ancak tabi ki aralarında istisnai durumda olanlar bulunuyor. Onlar şanslı olanlar ve belki de biraz zeki. Tabi burada böyle olmayanlar zeki demek doğru değil ama kullanılmayan zeka potansiyel olarak var olsa da, atalarımızın dediği gibi, işleyen demir pas tutmaz, ama işlemeyen tutar. Bu durumda kullanılmayan zeka var olsa da sönmeye mahkumdur.

Zekayı bir kenara bırakıp yaşama ve yaşayanlara bakmalı. Sonuçta bir ağaç ya da bakterinin pek de zekaya ihtiyacı yoktur yaşamak için. Hatta insanların bile. Cehalet mutluluktur sözüne inan pek çok insan bulmak mümkündür ki, bir yere kadar doğruluk payı da vardır. Aslında tamamiyle doğrudur. İnsan ne kadar çok şey bilirse o kadar çok şeyi anlamaya, kavramaya çalışır. Kafasında onlarca soru işareti, arayış yer alır ve bunlara bazen yeterli bir cevap bulamadığından bazen de bulduğu cevapları beğenmediğinden sürekli mutsuz olur. Cahil olmak kafayı takacak az şeye sahip olmak demektir ve bu bakımdan cehalet kesinlikle mutluluk kaynağıdır. Ama en azından ben bu şansı, yani cahil olup da mutlu olma şansını kayettim. Çok bilge olduğu iddia etmiyorum kesinlikle, aksine çok şey bildiği iddiası cahillikten doğar zaten. Çünkü cahil olan öğrenilecek ne kadar çok şey olduğunu da bilmemektedir. Bir bakıma yumurtadan çıkamamış civciv gibidir ve tüm kainat onun için içinde bulunduğu küçücük yumurtadır. Oysa o ince çeperin dışında kıyas kabul etmez boyutlarda bir evren vardır.

Canlılara baktığımızda yaptıkları şeyler basittir. Çok tepeden bakarsak, doğra, büyür, neslini garantiye alır yani ürer ve ölür. Bu bütün canlılar için ortaktır. İnsanlar için de bu aynen geçerlidir. İnsanlar da doğar, büyür, ürer ve ölür. Onun dışında diğer pek çok canlının dert etmediği pek çok şeyi kendine dert edip durur. Avcı-toplayıcı ilkel insan doğasının çağdaş insana yansıması hortumcu, servetine servet katma düşkünü, ikinci ev, ikinci araba peşinde koşan insandır. Ama neden böyle gereksiz şeyler için zaman harcıyoruz?

Bir insan anne ya da baba olduktan sonra, eğer bir Thales, bir Dostoyevski, bir Beethoven olamamışsa (ki böyleleri çok binde bir çıkar ) torunlarının çocukları isimlerini hatırlamaz ve torunları öldüğünde bu dünyadan tamamıyla silinirler. Hatta, torunları bile isimlerini hatırlamayabilir. Ancak servet paylaşımı gibi nedenlerle eski defterler karıştırılırsa büyükanne ve büyükbabalarının isimlerini görürler. Evlerinin duvarında onların resmini asma, ya da bir çerçeveye koyup işyerlerindeki masalarının üstüne koyma gibi şeylere ihtiyaç duymazlar.

O nedenle bu yalan dünyada insan yaşamının herhangi bir canlının yaşamından çok daha derin bir anlamı yoktur. Sonuçta bizi hatırlamyacak neslimiz için çalışıyor hatta savaşıyoruz.

Ev alanları düşünün. Toprağa paralarını, emeklerini, yıllarını gömerler. Gömdükleri aslında hayatlarıdır. Bugün ortalama bir gelir ile herhangi bir kişinin ev sahip olabilmesi için en az 20 yıl tasarrufta bulunması gerekir. Yani 20 yıl boyunca sürekli insanı mutlu edecek zevklerden uzak durmalıdır. Sonra bizi hatırlamyacak, hatta  buraktığımız mirası çoğu zaman çarçur edecek, o serveti biriktirmek için sarf ettiğimiz emeğin değerini hiç anlamayacak çocuklarımız, bir güzel gününü gün edecek. Ama yine de didinir dururuz. Bu nedenle etrefaımızda emekli olduğu halde kredi taksiti ödeyen onlarca inasan bulmak mümkündür.

Oysaki şu kısacık insan ömründe yapılması gereken en doğru şey, "Carpe Diem" felsefesini benimeyip, anı yaşamaktır. Taşa toprağa gömeceği para ile bir insan, kendi hayatını yaşayabilir. Gezip tozabilir, dilediği pek çok şeyi yapabilir. Sonuçta çadırda yaşayan da sarayda yaşayan da toprak olup giderken yanlarında götürmüyorlar bu dünyada uğruna hayatlarını harcadıkları evleri, fabrikları, şirketleri... Ama yanlarında götürüyorlar sadece dolu dolu yaşadıkları zamanlardan kalma hatıraları.




1 Mart 2010 Pazartesi

YAŞAMAK

Yaşamak, içinde akşam kelebeği umutlarla. Bir anlık gülümseyiş için çekilen bin çile. Yaşamak ama, yaşamak yine de.

Yaşamak, herkesin ancak fotoğraflarda mutlu olabildiği bir dünyada. Mutlu görünebilme savaşımı içindeyken bir tebessüm için harcanan emek. Herkesi mutlu görmek istemek, fotoğraflarda olsun.

Yaşamak, bir kaç dakikalık zevkin sonucunda, sorulmadan bize, acılar içinde getirildiğimiz hayatı. Gelir gelmez attığımız ilk çığlık bir hastane koridorunu doldururken sevinen bir adama sonradan saygı duymak için yaşamak. Bize kendi doğrularını ve korkularını dayatan insanlar istedi diye yaşamak. Onlar istedi diye, zorla onlar gibi olmak. Ama bilmemek, kabullenmek onların bir zamanlar kabullendiği gibi, onlara dayatılanları. İçselleştirmek bir dili, bir dini, bir kültürü ve kanlı bir tarihi. Atalarının kaç bin kelle uçurduğu ile övünen ödleklerin arasında yaşamak.

Yaşamak, mümkün değil ne bir ağaç gibi tek ve hür, ne de bir orman gibi kardeşçesine. Yaşamak kavga içinde. Yaşamak sevmek için ve de sevdiklerini kırmak için, sonra kırıkları tekrar kırılabilir kılmak amacıyla yapıştırmak için.

Yaşamak, elinde bir avuç umutla ayakta durmak ve güneş çıkınca eriyen kardan adam gibi çökmek için. Yaşamak, bir gün kimsenin ne adını ne de sesini hatırlayacağı günlerin geleceğini bilirken, hatırlanmayı ummak için.

Yaşamak, hiç bir zaman kendin olamayacağın bir dünyada, başkaları olup, olduğun şeyi kendin kabul etmek, ve kendini o sanmak için.

Yaşamak, sadece iki nokta arasındaki yolu kat etmek için.

Her ne olursa olsun yaşamak, gelmeyecek olanları beklemek için. Yaşamak, beklemekten yorgun düşen bedenini bir duvara yaslayıp, nereye yetişmeye çalıştığını bilmediğin insanların anlamsız acele edişlerindeki zavallılığı görmezden gelmek için.

Yaşamak, neden yaşadığını bir gün bile kendine sormadan, hatta sormaya fırsat bulamadan, yaşamdan ansızın kopmak için.