Hiç uzun yıllar yaşadığınız bir şehre yine uzun yıllardan sonra dönüp kaldınız mı? Her ne kadar bildiğiniz, tanıdığınız bir şehir de olsa, kendinizi o şehirde tıpkı bir yabancı gibi hissettiniz mi? Tam olarak şu anda hissettiğim gibi?
Evet! Uzun yıllar yaşadığım, üniversite hayatımı geçirdiğim şehirde, bir otel odasından yazıyorum bu yazıyı, tıpkı bir yabancı gibi hissederek. Hemen her köşede geçmişimin bir döneminden izler var. Kimileri silinmiş biraz. Ama yine de oradalar. Eskiden yaşadığım apartman artık farklı bir renge bürünmüş. Ama uzaktan kendi kaldığım odanın penceresini görebiliyorum. Artık benim odamın penceresi değil. Artık o dairede tanıdığım kimse yok. Artık hiç tanımadığım insanlar kendi hatıralarını sindiriyor benim hatıralarımı sindirdiğim duvarlara.
Öğle yemeğini bir zamanlar sık sık gittiğim restoranda yedim. Tanıdık kimse yoktu. Sokaklarda tanıdık kimse yoktu. Bu şehirde artık beni tanıyan kimse yok... İşte bu yüzden bir yabancı gibi hissediyorum kendimi. Bu şehir artık beni tanımıyor. Sanırım annesi babası alzheimer olup da kendisini tanımayanlar benim şu anki hissiyatımı anlayabilir.
O kadar da kötü değil aslında. Bu şehirde yaşayan, memleketi bu şehir olan arkadaşlarım var. Ama çok az sayıdalar. Geçmiş hiç geçmemiş gibi, bir yandan da o kadar çok geçmiş. Hem onların varlıkları var olmayanların eksikliğini daha da keskin hissettiriyor gibi.
İşte böyle... Bir zamanlar kendi evimde kaldığım bir şehirde, geçmişin özlemiyle yüklenmiş bir yürekle, bir yabancı gibi hissediyorum.
Çok mu duygusalım? Ne dersiniz?
hayat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
hayat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
5 Kasım 2019 Salı
24 Kasım 2017 Cuma
Analitik Düzlemde Yaşamsal Sorunlar ve Cebr-i Hayat
Başlığı atınca sahici bir "Aman Tanrım!" dedim. Bu başlığın altını nasıl dolduracağız. Neyse, bir yerlerden başlamalı. Ne de olsa başlamak değil mi bitirmenin yarısı?
Öncelikle başlığı biraz açmak gerek kanımca. Yaşamsal sorunlardan kasıt öyle ciddi, ölüm kalım meselesi olan sorunlar değildir. İnsan yaşamının özellikle toplumsal bağları ve bu toplumsal bağların örüldüğü kültürel dokudan kaynaklı, her ademînin sık sık karşı karşıya kaldığı çeşitli sorunlar kast edilmektedir. Bunların bir kısmı gündelik sorunlar olarak görüp hafife alabileceğimiz sorunlarken bazıları çok sık karşılaşılmayan bu nedenle karşı karşıya kalındığında en çok zorlanılan sorunlardır.
Yaşamsal sorunlar ile insan arasındaki ilişkiyi bir bakıma bağışıklık sistemi ve patojen etkenler arasındaki ilişkiye benzetmek mümkündür. Grip ve nezle gibi sık sık karşılaştığımız bazı hastalıkların doktora gitmeden dahi üstesinden gelebilecek kadar bağışıklık sistemimiz hazırlıklıdır çoğu kez. Ancak nadiren görülen hastalıklarla bağışıklık sistemi ilk karşılaştığında tamamen savunmasız yakalanır. Zor yoldan düşmanını tanır ve onu keşfederek nasıl başa çıkacağını öğrenir. Bu sırada ilaçla ona destek olmak gerekebilir.
Aşı dediğimiz şey ise hayatın risklerine karşı bağışıklık sistemini hazırlar. Bir tür eğitim gibidir. Amaç su testisi su yolunda kırılmasındır. Bağışıklık sistemi aldığı dersi unutmaz genellikle. Kızamık aşısı olan biri hastalığa yakalansa dahi bu sayede çok hafif atlatacaktır. İnsanda aşıya karşılık olarak deneyimli büyüklerin öğütleri vardır. Ancak insan bağışıklık sistemi kadar akıllı bir varlık değildir. Burnunu sürtmeden, kendi düşmeden, testiyi kırmadan çoğu kez akıllanmaz.
Öncelikle başlığı biraz açmak gerek kanımca. Yaşamsal sorunlardan kasıt öyle ciddi, ölüm kalım meselesi olan sorunlar değildir. İnsan yaşamının özellikle toplumsal bağları ve bu toplumsal bağların örüldüğü kültürel dokudan kaynaklı, her ademînin sık sık karşı karşıya kaldığı çeşitli sorunlar kast edilmektedir. Bunların bir kısmı gündelik sorunlar olarak görüp hafife alabileceğimiz sorunlarken bazıları çok sık karşılaşılmayan bu nedenle karşı karşıya kalındığında en çok zorlanılan sorunlardır.
Yaşamsal sorunlar ile insan arasındaki ilişkiyi bir bakıma bağışıklık sistemi ve patojen etkenler arasındaki ilişkiye benzetmek mümkündür. Grip ve nezle gibi sık sık karşılaştığımız bazı hastalıkların doktora gitmeden dahi üstesinden gelebilecek kadar bağışıklık sistemimiz hazırlıklıdır çoğu kez. Ancak nadiren görülen hastalıklarla bağışıklık sistemi ilk karşılaştığında tamamen savunmasız yakalanır. Zor yoldan düşmanını tanır ve onu keşfederek nasıl başa çıkacağını öğrenir. Bu sırada ilaçla ona destek olmak gerekebilir.
Aşı dediğimiz şey ise hayatın risklerine karşı bağışıklık sistemini hazırlar. Bir tür eğitim gibidir. Amaç su testisi su yolunda kırılmasındır. Bağışıklık sistemi aldığı dersi unutmaz genellikle. Kızamık aşısı olan biri hastalığa yakalansa dahi bu sayede çok hafif atlatacaktır. İnsanda aşıya karşılık olarak deneyimli büyüklerin öğütleri vardır. Ancak insan bağışıklık sistemi kadar akıllı bir varlık değildir. Burnunu sürtmeden, kendi düşmeden, testiyi kırmadan çoğu kez akıllanmaz.
Analitik Düzlemde Yaşamsal Sorunların Analizi
Sık karşılaşılan ve artık olağan haline gelmiş sorunların pratik ve standart çözümleri artık ezberlenmiştir. Bu sorunlara karşı refleks çözümler geliştirilmiştir. Sorunla karşılaşılır karşılaşılmaz daha önceki tecrübelerle işe yaradığından emin olunan bir çözüm hemen devreye sokulur. Karnı acıkan veya susayan bir bebeğin ağlaması gibidir bu. Bir yandan da aklıma Pavlov'un köpeği geldi. Tamam belki aynı şey değil ama çok benzer bir yapı. Eğer her iki davranışı da algoritmik veya bir başka yöntemle formüle etmeye kalksaydık birbirine çok benzer yapılarla karşılaşırdık.
Peki sık sık karşılaşılmayan ve bu nedenle refleks çözümü edinilmemiş olan sorunlara karşı akıllı bir insan nasıl bir yöntemi takip eder. İlk olarak sorunun analizini yapması gerektiği oldukça rasyonel bir davranış olarak öne sürülebilir. Nasıl ki bir savaş sırasında komutanlar üzerinde gerekli ve mümkün olan her detayın yer aldığı haritaları açıp savaşın seyrini görmeye çalışırsa, karşılaşılan sorunlarda da neyin ne olduğunu analiz etmek, doğru tanımlamak ve hayali bir analitik düzlemde doğru yerde konumlandırmak gerekir. Böylece sorun, sorunun ortaya çıkmasına yol açan etkenler, sorunun olası çözümleri, bu çözümleri kolaylaştıran ve zorlaştıran etkenler tek tek tespit edilebilir. Rasyonel düşünen bir insan böyle bir analizi sağlıklı bir şekilde yaparsa hatalı karar verme olasılığını büyük ölçüde düşürmüş olur. En doğru kararı vermese de verdiği karar, bulduğu çözüm zararı azaltan ve/veya karı artıran bir çözüm olur. Ancak burada mantıklı davranmaktan uzaklaşıp duygusal hareket etmek hata riskini ciddi ölçüde artıracaktır. Paradoksal bir şekilde mantıklı hareket etmek hata payını azaltıyor oluşu nedeniyle rasyonel bir insanın salt mantığıyla hareket edeceğini beklemek her zaman doğru değildir. Şimdi bu paradokstan söz etmek gerekir.
Paradoksun temelinde insanın yaşama amacı yatar. Bu amaç tatmin olmaktır. Aksi halde insan mutsuz olur. Zaman zaman mantığa uygun rasyonel çözümler insanı mutlu eden çözümler olmaktan uzaktır. Tatmin ve mutlu olma temel amacı ile güdülenen insan genellikle "kalbinin sesini dinle" mottosu ile hareket edecektir. Eğer mutlu olmak hayatın temel amacı ise mutsuzluğa yol açan sorunlara karşı bulunacak çözümlerin mutsuzluğu azaltan, mutluluğu artıran çözümler olması gerekir. Ancak her zaman analitik yaklaşımla öngörülen mantığa uygun, rasyonel çözümler tatmin ve mutlu edici çözümler olmayabilir. Bu durumda insan gerçekçi olup mantığının sesini mi dinleyecektir yoksa kalbinin sesini mi dinleyecektir? İşte büyük paradoks budur.
Mantığın sesini dinlemek sorunlardan uzak, huzurlu bir çözümü ve sürekli mantığın sesini dinlemek böyle çözümlerle dolu dingin ve huzurlu bir hayatı mümkün kılar. Ancak bu hayat renksiz, heyecansız, tatsız tuzsuz bir hayattır. Kalbinin sesini dinleyen insanlar ise kendilerini hiç istemedikleri durumlarda bulabilirler. Burada basit bir örnekle açıklamak durumu daha da netleştirecektir. Mantıklı bir insan ödemekte güçlük çekeceği bir parayı borç harç edinip hayalini kurduğu arabayı veya evi almaz. Ancak kalbinin sesini dinleyen insan "Bu dünyaya bir daha mı geleceğim!" düşüncesi ile hayalini gerçekleştirir. Sevmediğiniz ancak kesenize uygun bir araçla mı idare edeceksiniz yoksa hayalinizi kurduğunuz arabanın sefasını tüm zorluklara rağmen mi süreceksiniz. Karar sizin...
Analitik düzlemde sorunları ele almak, adeta hayatta karşılaşılan her sorunu matematiksel denklemlere dökerek çözümler üretmek, salt mantıkla hareket etmek, tatmin ve mutlu edici olanı değil hep rahat ettirici ve huzuru artırıcı çözümler peşinde koşmak sanıldığı kadar kolay değildir. En başta böyle bir tutum insanın yaşamdaki temel amacı ile çelişmektedir. Bu tür bir tutumu ilkesel olarak benimseyen kişilerin mutlu olması pek zordur. Sürekli karşılaştıkları her sorunun detaylı analizini yapmakta ve olması gereken ideal çözümü aramakta ve buldukları olması gereken, ideal çözüm, arzu ettikleri çözüm olmasa da, onları mutlu eden bir çözüm olmasa da benimsemektedirler. Seçim sizin.
Mantığı ile hareket edenler ile kalbinin sesini dinleyenlerin arasındaki en belirgin farklardan biri "keşke" ile başlayan yakınmalarında görünür. Kalbinin sesini dinleyenler "Keşke şunu yapsaydım", "Keşke bunu deseydim", "Keşke oraya gitmeseydim" gibi yaptıkları veya yapmadıkları şeylerden dolayı pişmanlıklarını ifade ederler. Mantığının sesini dinleyenler ise "Keşke şu şöyle olmasaydı da böyle yapabilseydim" benzeri, aldıkları kararlar ve yaptıkları veya yapmadıklarından değil, o kararı almalarına, yaptıklarını yapmalarına veya yapmadıklarını yapmamalarına yol açan koşullardan şikayetçi olurlar. Sonuçta bilirler ki koşullar farklı olsaydı, karar verirken kurdukları denklemde yer alan parametreler daha ideal bir şekilde dağılsaydı pekala kendilerinin de arzu ettiği, kalplerinin de söylediği çözümü benimseyebilirlerdi. Oysa ki şartlar onları kendi arzu ve isteklerine, kendi duygularına rağmen bir karar vermeye zorlamıştır.
Son olarak söylemek gerekir ki rasyonel analitik düzlemde sorunlarını ele alan, mantığının sesine güvenip genellikle rasyonel kararlar veren ve yaşamında karşılaştığı sorunlara bu yöntemle çözüm üreten insanlar mutsuz olduğunda bundan dışsal faktörleri sorumlu tutarlar. Çoğu kez bu dışsal faktörleri belirleyen temel etken olan kader ve bu kaderi belirleyen yaratıcı rasyonel kişilerin mutsuzluğunun temelinde yer alan ana unsuz olarak görülür. Bu nedenle rasyonel kimselerin önemli bir kısmı kendisini mutsuz eden dışsal etkenleri kader yolu ile dayatan tanrıyla aralarına mesafe koyabilirler.
Şimdilik bu kadar...
11 Haziran 2015 Perşembe
Uykuya Farklı Bir Bakış
Bu yazıya başladığım saat geceyarısından sonra 02,27. Önce bunu belirtmek istedim ki, normal bir yaşam süren insanların uyuduğu bir saatte ayakta olan, üstelik bunu sabah normal insanlarla aynı saatte kalkıp işe gidecek ve onlarla aynı saatte işten çıkıp eve dönecek biri olarak yapıyor olmam, uyuma konusunda ne kadar isteksiz olduğumu da göstermiş oluyor. Ayrıca herhangi bir nedenle uyku problemi yaşamadığımı da belirtmek gerek. Yani başımı yastığa koyunca normal insanlar gibi uyuyabilen bir insanım. Pek çok gece olduğu gibi bu gece de bu saatlerde ayakta olmamın nedeni yaşadığım bir uyku problemi olmaktan öte, uyumayı ömürden boşa harcanan, heba edilen bir zaman olarak kabul ediyor oluşum. Hatta belki de dahasının olduğuna dair içimdeki kanıtlanamayacak şüpheler.
İnsan vücudu uyku halinde oldukça hareketsizleşir. Dakikadaki kalp atış sayısı ve nefes almak sıklığı azalır, metabolizma yavaşlar, hareketler kısıtlanır. Rüya görürken aşırı hareketlerde bulunmamanız için merkezi sinir sisteminiz motor nöronları bloke eder. Yani rüyanızda maratona katılıp koşsanız dahi yatağınızda vücudunuz hareketsiz kalır. Bu sistemde bir kusur olursa uyurgezer olursunuz. Uyanırken beyin kaslarınızı kontrol eden sinirlere olan kontrolünüzü tekrar aktive eder. Eğer beyniniz kaslarınızı kontrol eden sinirleri tam aktive etmeden bilinciniz açılırsa karabasan yaşarsınız. Bir bakıma geçici koma veya felç durumu yaşarsınız. Kalkamaz, konuşamaz hatta kıpırdayamazsınız. Üzerinizde müthiş bir ağırlık varmış da sizi yatağınıza çivilemiş gibi hissedersiniz. Ta ki kaslarınızın kontrolünü tekrar ele alana dek. Hoş bir durum değildir, endişe verici, paniğe yol açıcı bir durumdur ve genellikle insanları korkutur. Ama uyumama nedenlerim bunlar da değil.
Uyumama nedenlerim arasında gördüğüm rüyaların küçük de olsa bir payı var. Genellikle gerilim filmlerini komedi filmi olarak seyretmeme yarayacak türde, kabus olarak tabir edilen rüyalar görürüm. Muhtemelen normal rüyalar da görüyorumdur ama hatırlamıyorum. Zaman zaman rüyalarım o kadar bol aksiyon dolu olur ki, uyandığımda kendimi çok daha yorgun hissetmeme neden olur. Ama bu yorgunluk hissine rüya halinde kalp ve solunum sisteminin yavaşlamasının da etkisiyle bol sigara içmekten kapasitesi düşmüş akciğerlerimin bazal metabolizma halinde dahi vücuduma yeterli oksijeni sağlayamaması nedeniyle uyku halinde bile vücut dokularımın aşırı efor sarf ettiğim anlarda yaptığı gibi oksijensiz solunumla ihtiyaç duyduğu enerjiyi sağlaması da neden olabilir. Çünkü böyle zamanlarda vücutta laktik asit birikir ve laktik asit yorgunluk hissine neden olur. Laktik asit yoğurtta da vardır ve yoğurt ile ayranın uyku yapması da içindeki laktik asitten kaynaklanır. Tıbbi bir analiz veya tahlil sonucu olmasa ve kesinliğini bilemesem de mantıklı bir açıklama. Ancak uykuya karşı oluşumun asıl bir başka nedeni var.
Uyku halinde ne oluyor tam olarak. Vücudun neredeyse hareketsizleştiğini, metabolizmanın yavaşladığını söyledik. Uyku tam bir dinlenme gibi görünse de, beyin için bu geçerli değil. Bilim insanlarının söylediğine göre insan beyni uyku halindeyken uyanık halde olduğundan daha aktif. Peki ama neden? Bu neyi gösteriyor?
Asıl merak ettiğim konu da budur. İnsan beyni uyku halindeyken uyanık halde olduğundan daha aktif oluyorsa bunun mantıklı bir açıklaması olmalı. Ama bu konuda bir tıp alimi olmadan akıl yürütebilmek için beyni biraz tanımak gerek.
Beyin aslında bir hafıza ve işlem istasyonudur. Temel görevi bilgi depolamak ve işlemek ve hareketleri kontrol etmektir. Yani bir bilgisayar işlemcisi gibi. Uyku halindeyken beyin çok daha aktifse, beyinde çeşitli veriler yoğun şekilde işleniyor demektir. Peki ne için? Ya da kim için?
Bu soruların olası cevapları arasında Tanrı da bulunuyor bana göre. Belki de insanlar ve belki de diğer canlılar uyuduklarında beyin gücü kullanılan makinelerden başka birşey değildir. Belki de Tanrı insanları uyuduklarında beyin güçlerini kullanmak için yaratmış ve uyku ihtiyacını da bu nedenle vermiştir. Bunun nedenleri ve olası ihtimaller ve açıklamaları düşünmeyi size bırakıyorum. Çünkü artık uyumam gerek, birkaç saat için olsa bile.
İnsan vücudu uyku halinde oldukça hareketsizleşir. Dakikadaki kalp atış sayısı ve nefes almak sıklığı azalır, metabolizma yavaşlar, hareketler kısıtlanır. Rüya görürken aşırı hareketlerde bulunmamanız için merkezi sinir sisteminiz motor nöronları bloke eder. Yani rüyanızda maratona katılıp koşsanız dahi yatağınızda vücudunuz hareketsiz kalır. Bu sistemde bir kusur olursa uyurgezer olursunuz. Uyanırken beyin kaslarınızı kontrol eden sinirlere olan kontrolünüzü tekrar aktive eder. Eğer beyniniz kaslarınızı kontrol eden sinirleri tam aktive etmeden bilinciniz açılırsa karabasan yaşarsınız. Bir bakıma geçici koma veya felç durumu yaşarsınız. Kalkamaz, konuşamaz hatta kıpırdayamazsınız. Üzerinizde müthiş bir ağırlık varmış da sizi yatağınıza çivilemiş gibi hissedersiniz. Ta ki kaslarınızın kontrolünü tekrar ele alana dek. Hoş bir durum değildir, endişe verici, paniğe yol açıcı bir durumdur ve genellikle insanları korkutur. Ama uyumama nedenlerim bunlar da değil.
Uyumama nedenlerim arasında gördüğüm rüyaların küçük de olsa bir payı var. Genellikle gerilim filmlerini komedi filmi olarak seyretmeme yarayacak türde, kabus olarak tabir edilen rüyalar görürüm. Muhtemelen normal rüyalar da görüyorumdur ama hatırlamıyorum. Zaman zaman rüyalarım o kadar bol aksiyon dolu olur ki, uyandığımda kendimi çok daha yorgun hissetmeme neden olur. Ama bu yorgunluk hissine rüya halinde kalp ve solunum sisteminin yavaşlamasının da etkisiyle bol sigara içmekten kapasitesi düşmüş akciğerlerimin bazal metabolizma halinde dahi vücuduma yeterli oksijeni sağlayamaması nedeniyle uyku halinde bile vücut dokularımın aşırı efor sarf ettiğim anlarda yaptığı gibi oksijensiz solunumla ihtiyaç duyduğu enerjiyi sağlaması da neden olabilir. Çünkü böyle zamanlarda vücutta laktik asit birikir ve laktik asit yorgunluk hissine neden olur. Laktik asit yoğurtta da vardır ve yoğurt ile ayranın uyku yapması da içindeki laktik asitten kaynaklanır. Tıbbi bir analiz veya tahlil sonucu olmasa ve kesinliğini bilemesem de mantıklı bir açıklama. Ancak uykuya karşı oluşumun asıl bir başka nedeni var.
Uyku halinde ne oluyor tam olarak. Vücudun neredeyse hareketsizleştiğini, metabolizmanın yavaşladığını söyledik. Uyku tam bir dinlenme gibi görünse de, beyin için bu geçerli değil. Bilim insanlarının söylediğine göre insan beyni uyku halindeyken uyanık halde olduğundan daha aktif. Peki ama neden? Bu neyi gösteriyor?
Asıl merak ettiğim konu da budur. İnsan beyni uyku halindeyken uyanık halde olduğundan daha aktif oluyorsa bunun mantıklı bir açıklaması olmalı. Ama bu konuda bir tıp alimi olmadan akıl yürütebilmek için beyni biraz tanımak gerek.
Beyin aslında bir hafıza ve işlem istasyonudur. Temel görevi bilgi depolamak ve işlemek ve hareketleri kontrol etmektir. Yani bir bilgisayar işlemcisi gibi. Uyku halindeyken beyin çok daha aktifse, beyinde çeşitli veriler yoğun şekilde işleniyor demektir. Peki ne için? Ya da kim için?
Bu soruların olası cevapları arasında Tanrı da bulunuyor bana göre. Belki de insanlar ve belki de diğer canlılar uyuduklarında beyin gücü kullanılan makinelerden başka birşey değildir. Belki de Tanrı insanları uyuduklarında beyin güçlerini kullanmak için yaratmış ve uyku ihtiyacını da bu nedenle vermiştir. Bunun nedenleri ve olası ihtimaller ve açıklamaları düşünmeyi size bırakıyorum. Çünkü artık uyumam gerek, birkaç saat için olsa bile.
12 Nisan 2015 Pazar
Hasta Mısınız Müşteri Mi?
Sağlık sektörü çok enteresan. Bir yanda insan sağlığı var, öte yandan dönmesi gereken çarklar. Doktorlar, hemşireler ve diğer sağlık personelinin maaşları ödenmeli. Gerekli tıbbi cihazlar temin edilip bakım ve onarımı yaptırılabilmeli. Hastanaler işletilebilmeli ve giderleri karşılanabilemli. İlaçların ve diğer tıbbi sarf malzemelerinin temini sağlanmalı. Tüm bunlar ciddi bir ekonomik yük demek. Bu yükün külfetini ise başta hasta olanlar, yani bu sistemi kullanmak zorunda kalanlar karşılıyor. Her hizmetin olduğu gibi, sağlık hizmetinin de bir bedeli var. Olması da doğal.
Bazı ilaçlar ve tedavi yöntemleri diğerlerine göre çok daha pahalı. Bu da tamamen arz/talep dengesi ve üretim tekniği ve teknolojisi ile açıklanabilir bir durum. Farazi örneklerle açıklarsak; diyelim ki bir hastalığın ilacı dünyada yılda 1 miyar kutu tüketiliyor. Bu ilacı üretenler için ciddi bir rakam. Bu durumda ilacı üretmek için seri üretim tekniğini tercih edeceklerdir ki bu da üretilen her kutu ilacın maliyetini önemli ölçüde düşürecektir. Ancak nadir görülen hastalıkların ilaçları çok az sayıda talep edilmekte. Üreticiler bu ilaçları düşük miktarda satabildikleri için üretmek de istememekteler. Çünkü üretim ve pazarlama açısından karlı bir iş değil. Bir fabrikanız olsa yılda sadece 1 adet satabileceğiniz bir ürünü üretmek için tüm sistemin ayarlarını değiştirmek istemezsiniz. Bunu yaparsanız da ortaya çok yüksek maliyetli bir ürün çıkar ve fiyatı da yüksek olur. Nadir görülen hastalıkların ilaçları bu nedenle pahalıdır. Bir diğer etken de ilaç hammaddesinin üretim ve temininin zorluğudur. Ne kadar kolay üretilebilen bir etken madde ile ilaç yapılıyorsa fiyat o kadar düşük olur. Aksi durumda fiyat yükselecektir.
Sağlık denilince, hastalık nadir de görülse sık da görülse tedavi edilmelidir. Bu nedenle ilaç sekörü herhangi bir başka mal ve hizmet sektörü ile bir tutulamaz. Milyonda bir görülen bir hastalık için bile ilaç üretilmelidir. Karşılaşılan yüksek maliyetin firmaları zorlamaması içinse devletler tarafından teşvik sağlanmalıdır. Bu sistem dünyada genel olarak böyle işliyor zaten.
Ancak ilaç firmaları yüksek kar elde etme arzularının güdümünde mi değil mi? İşte bu önemli bir soru işareti. Her ticari firma gibi ilaç firmaları da kar elde etmek ister. Kar etmelerinin yolu da ilaç satmakla olur. O halde ilaç firmaları için hasta olan insanlar kar kaynağıdır, ekmek kapısıdır. Bu nedenle ilaç firmaları etik ve ahlakli değerleri hiçe sayıp insanların hasta olmalarını isteyebilir. Tabi hepsi böyle demek değil bu. Hatta hiçbir ilaç firması böyle bir suçlamaya muhatap kabul edilemez. Ama bir ancak daha koymak gerek...İnsanların hasta olmalarını istemek başka, hasta olduklarını düşünmelerini sağlamak başka...
Örnek olarak hemen antidepresanları vermek mümkün. Her insan hayatında kötü dönemler yaşar. Ama günümüzde problem yaşayan hemen herkes antidepresan kullanmaya başladı. Eskiden antidepresanlar yokken insanlar sorunlarını nasıl çözüyordu? Çözemiyor değildi elbette. İstatistikleri incelemedim ama, geçmişte antidepresan kullanım miktarın ile günümüzdeki kullanım miktarı arasında devasa bir uçurum olduğu aşikar. İntihar oranlarına bakıldığında ise, anidepresanların pek de işe yarmadığı sonucunun ortaya çıkacağına da eminim. Ama istatistikleri kontrol etmedim, genel gözlemlerimle ulaştığım yargıyı ifade ediyorum.
Doktorların baktıkları hasta sayısı, yaptıkları ameliyat başı ek ücret alabiliyor olması da insanı huzursuz eden bir nokta. Üstelik ilaç firmaları doktorlara muhtaç. Çünkü doktorlar bir firmanın ilaçlarını reçetelerine hiç yazmazlar ise, o firmanın iflas edeceği apaçık ortada. Bunun farkında olan firmalar doktorlara sık sık ilaçlarını tanıtırlar. İlaç tanıtımı yapan kişiler acaba sadece ilacı tanıtıyor ve doktorun gerçekten ihtiyaç duyan hastalarına verebileceği bir ilacın farkına varmasını sağlamakla yetiniyor mu? Yoksa doktorları bu ilaçları daha çok yazmaları için teşvik ediyorlar mı? Bir firmanın doktorlara kendi X ilaçlarını ayda 1000 kutu yazarlarsa araba vaat ettiğini düşünün. Böyle bir teklif alan doktor, meslek etiğini bir kenara bırakıp her hastasına bu ilacı yazabilir. Bu konuda şüpheleri artıran haberleri zaman zaman görüyoruz. Doktorların hepsi böyle demek kesinlikle yanlıştır. Ancak sinek küçük olsa da, mide bulandırır derler ya, şüpheleniyor insan.
Doktorlar daha çok hasta bakıp, daha çok ameliyat yapıp, daha çok ilaç yazdıkça daha çok kazanıyorsa, ilaç firmaları da daha çok ilaç sattığında daha çok kar ediyorsa, durup bir düşünmek gerek. Özelikle özel hastanelerde, teşhisi basit bir kan veya idrar analizi ile yapılabilecek bir hastalık nedeniyle gelen hastaların neredeyse tüm testlere tabi tutulduğu duyuyoruz. Sonuç yüksek tedavi masrafları. Kar eden kim?
En son Prof. Dr. Canan KARATAY hamilelere yapılan şeker yüklemesi testi ile ilgili basında yer alan olumsuz beyanı nedeniyle meslektaşları tarafından topa tutulunca, bu konuda şüpheler yine arttı. Kimileri Canan KARATAY'yın haklı olduğunu söylerken kimileri de "bu kadın kendini ne sanıyor" veya "gündemde kalmaya çalışıyor" gibi eleştiriler getiriyor.
Tıp ile sadece hasta olarak muhatap olan biri olarak, Prof. Dr. Canan KARATAY haklı mıdır değil midir bilemiyorum. Bilemediğim gibi, yukarıda saydığım denklemler nedeniyle, ona karşı çıkanlara da güvenmiyorum. Sonuça yapılan her test, yazılan her ilaç, çekilen her film birileri için kar demek. Her hasta hem ilaç firmaları, hem hastanaler için gelir demek. Her hasta müşteri demek. Bu nedenle ne kadar çok hasta olursa, veya ne kadar çok insan kendini hasta sanarsa, o kadar çok test yapılır, film çekilir, ilaç yazılır. Sağlık sektörü o kadar çok kar eder.
Bu kirli denklem gerçek ve hastalar sağlık sektörü tarafından müşteri olarka görülüyorsa, kimse kusura bakmasın, her reçeteye şüphe ile yaklaşırım.
Sonuçta margarin üreticileri köşeyi dönsün diye tereyağını yerin dibine sokanlar, doğal yağ olan tereyağını tüketmekten insanları korkutup asıl zehir olan margarinleri yedirmediler mi? Bir de kalp dostu diye reklam yapmıyor bu margarin üreticileri...
İşin kötü tarafı, hasta olunca mecburen doktora gidiyoruz. Şüphe etsek de doktorun yazdığı reçeteyi almak ve kullanmak zorundayız. Üstelik canımızı emanet ettiğimiz doktorların büyük bölümü bu kirli sistemin bir parçası değil. Tamam belki aynı etken maddeye sahip A firmasının ilacı yerine, çıkarı olduğu için B firmasının ilacını yazıyor olabilir ama, en azından hastasının tedavisi için hiç de gerekli olmayan bir ilacı reçeteye eklemiyorlardır. En azından ben öyle ümit ediyor ve her hasta olduğumda dokora bu ümitle gidiyorum.
Bazı ilaçlar ve tedavi yöntemleri diğerlerine göre çok daha pahalı. Bu da tamamen arz/talep dengesi ve üretim tekniği ve teknolojisi ile açıklanabilir bir durum. Farazi örneklerle açıklarsak; diyelim ki bir hastalığın ilacı dünyada yılda 1 miyar kutu tüketiliyor. Bu ilacı üretenler için ciddi bir rakam. Bu durumda ilacı üretmek için seri üretim tekniğini tercih edeceklerdir ki bu da üretilen her kutu ilacın maliyetini önemli ölçüde düşürecektir. Ancak nadir görülen hastalıkların ilaçları çok az sayıda talep edilmekte. Üreticiler bu ilaçları düşük miktarda satabildikleri için üretmek de istememekteler. Çünkü üretim ve pazarlama açısından karlı bir iş değil. Bir fabrikanız olsa yılda sadece 1 adet satabileceğiniz bir ürünü üretmek için tüm sistemin ayarlarını değiştirmek istemezsiniz. Bunu yaparsanız da ortaya çok yüksek maliyetli bir ürün çıkar ve fiyatı da yüksek olur. Nadir görülen hastalıkların ilaçları bu nedenle pahalıdır. Bir diğer etken de ilaç hammaddesinin üretim ve temininin zorluğudur. Ne kadar kolay üretilebilen bir etken madde ile ilaç yapılıyorsa fiyat o kadar düşük olur. Aksi durumda fiyat yükselecektir.
Sağlık denilince, hastalık nadir de görülse sık da görülse tedavi edilmelidir. Bu nedenle ilaç sekörü herhangi bir başka mal ve hizmet sektörü ile bir tutulamaz. Milyonda bir görülen bir hastalık için bile ilaç üretilmelidir. Karşılaşılan yüksek maliyetin firmaları zorlamaması içinse devletler tarafından teşvik sağlanmalıdır. Bu sistem dünyada genel olarak böyle işliyor zaten.
Ancak ilaç firmaları yüksek kar elde etme arzularının güdümünde mi değil mi? İşte bu önemli bir soru işareti. Her ticari firma gibi ilaç firmaları da kar elde etmek ister. Kar etmelerinin yolu da ilaç satmakla olur. O halde ilaç firmaları için hasta olan insanlar kar kaynağıdır, ekmek kapısıdır. Bu nedenle ilaç firmaları etik ve ahlakli değerleri hiçe sayıp insanların hasta olmalarını isteyebilir. Tabi hepsi böyle demek değil bu. Hatta hiçbir ilaç firması böyle bir suçlamaya muhatap kabul edilemez. Ama bir ancak daha koymak gerek...İnsanların hasta olmalarını istemek başka, hasta olduklarını düşünmelerini sağlamak başka...
Örnek olarak hemen antidepresanları vermek mümkün. Her insan hayatında kötü dönemler yaşar. Ama günümüzde problem yaşayan hemen herkes antidepresan kullanmaya başladı. Eskiden antidepresanlar yokken insanlar sorunlarını nasıl çözüyordu? Çözemiyor değildi elbette. İstatistikleri incelemedim ama, geçmişte antidepresan kullanım miktarın ile günümüzdeki kullanım miktarı arasında devasa bir uçurum olduğu aşikar. İntihar oranlarına bakıldığında ise, anidepresanların pek de işe yarmadığı sonucunun ortaya çıkacağına da eminim. Ama istatistikleri kontrol etmedim, genel gözlemlerimle ulaştığım yargıyı ifade ediyorum.
Doktorların baktıkları hasta sayısı, yaptıkları ameliyat başı ek ücret alabiliyor olması da insanı huzursuz eden bir nokta. Üstelik ilaç firmaları doktorlara muhtaç. Çünkü doktorlar bir firmanın ilaçlarını reçetelerine hiç yazmazlar ise, o firmanın iflas edeceği apaçık ortada. Bunun farkında olan firmalar doktorlara sık sık ilaçlarını tanıtırlar. İlaç tanıtımı yapan kişiler acaba sadece ilacı tanıtıyor ve doktorun gerçekten ihtiyaç duyan hastalarına verebileceği bir ilacın farkına varmasını sağlamakla yetiniyor mu? Yoksa doktorları bu ilaçları daha çok yazmaları için teşvik ediyorlar mı? Bir firmanın doktorlara kendi X ilaçlarını ayda 1000 kutu yazarlarsa araba vaat ettiğini düşünün. Böyle bir teklif alan doktor, meslek etiğini bir kenara bırakıp her hastasına bu ilacı yazabilir. Bu konuda şüpheleri artıran haberleri zaman zaman görüyoruz. Doktorların hepsi böyle demek kesinlikle yanlıştır. Ancak sinek küçük olsa da, mide bulandırır derler ya, şüpheleniyor insan.
Doktorlar daha çok hasta bakıp, daha çok ameliyat yapıp, daha çok ilaç yazdıkça daha çok kazanıyorsa, ilaç firmaları da daha çok ilaç sattığında daha çok kar ediyorsa, durup bir düşünmek gerek. Özelikle özel hastanelerde, teşhisi basit bir kan veya idrar analizi ile yapılabilecek bir hastalık nedeniyle gelen hastaların neredeyse tüm testlere tabi tutulduğu duyuyoruz. Sonuç yüksek tedavi masrafları. Kar eden kim?
En son Prof. Dr. Canan KARATAY hamilelere yapılan şeker yüklemesi testi ile ilgili basında yer alan olumsuz beyanı nedeniyle meslektaşları tarafından topa tutulunca, bu konuda şüpheler yine arttı. Kimileri Canan KARATAY'yın haklı olduğunu söylerken kimileri de "bu kadın kendini ne sanıyor" veya "gündemde kalmaya çalışıyor" gibi eleştiriler getiriyor.
Tıp ile sadece hasta olarak muhatap olan biri olarak, Prof. Dr. Canan KARATAY haklı mıdır değil midir bilemiyorum. Bilemediğim gibi, yukarıda saydığım denklemler nedeniyle, ona karşı çıkanlara da güvenmiyorum. Sonuça yapılan her test, yazılan her ilaç, çekilen her film birileri için kar demek. Her hasta hem ilaç firmaları, hem hastanaler için gelir demek. Her hasta müşteri demek. Bu nedenle ne kadar çok hasta olursa, veya ne kadar çok insan kendini hasta sanarsa, o kadar çok test yapılır, film çekilir, ilaç yazılır. Sağlık sektörü o kadar çok kar eder.
Bu kirli denklem gerçek ve hastalar sağlık sektörü tarafından müşteri olarka görülüyorsa, kimse kusura bakmasın, her reçeteye şüphe ile yaklaşırım.
Sonuçta margarin üreticileri köşeyi dönsün diye tereyağını yerin dibine sokanlar, doğal yağ olan tereyağını tüketmekten insanları korkutup asıl zehir olan margarinleri yedirmediler mi? Bir de kalp dostu diye reklam yapmıyor bu margarin üreticileri...
İşin kötü tarafı, hasta olunca mecburen doktora gidiyoruz. Şüphe etsek de doktorun yazdığı reçeteyi almak ve kullanmak zorundayız. Üstelik canımızı emanet ettiğimiz doktorların büyük bölümü bu kirli sistemin bir parçası değil. Tamam belki aynı etken maddeye sahip A firmasının ilacı yerine, çıkarı olduğu için B firmasının ilacını yazıyor olabilir ama, en azından hastasının tedavisi için hiç de gerekli olmayan bir ilacı reçeteye eklemiyorlardır. En azından ben öyle ümit ediyor ve her hasta olduğumda dokora bu ümitle gidiyorum.
11 Temmuz 2013 Perşembe
Çayım Sigaram Masam... Huzur...
Hayat bazen zor. İnsan türlü dertlerle uğraşmak zorunda kalabiliyor. Aile problemleri, akrabalar, arkadaşlar, iş... Tüm bunlar stres kaynağı olma potansiyeline her zaman sahip. Üstelik bu potansiyeli biri değerlendirmezse, bir diğeri kesinlikle bu potansiyeli atıl bırakmaz ve hemen değerlendirir.
İşte böyle zamanlarda biraz huzur arayan bizler, kendimize zaman ayırabileceğimiz birkaç dakika bulabiliyorsak, bir başka deyişler kendimize hayattan zaman çalabiliyorsak ne mutlu bize... Böyle zamanlarda hemen bir fincan kahve, bir bardak çay alıp gölge bir yer bulursak, sessiz sakin, bir de sigara tellendirirsek, üç beş dakikalık bu huzur kaçamağını en iyi şekilde değerlendirmiş oluruz. Hele hele denize yakın bir yerde yaşıyorsak ve bu zamanımızı deniz kıyısında geçirebiliyorsak daha da güzel.
Kısa bir süre önce böyle bir fırsat geçti elime. Çok yorucu bir iş günüydü ve öğle yemeğinden sonra bir çay sigara molası verdim. Yok böyle bir olay. Kısa süre sonra arkadaşlar gelip yanıma oturuverdi ( her zaman olduğu gibi ). Ancak onlar gelene kadar hayattan salt kendim için çaldığım birkaç dakikacık zamanda bulduğum huzur, saatlerin yorgunluğunu taşıyan ruhumu biraz olsun dinlendirmeye kafi geldi.
Kendimize zaman çalmalıyız hayattan. Yoksa hayatın bize, kendimiz için harcamak üzere zaman ayırma gibi bir çabası hiç yok ve hiç de olmayacak. Geçmiş tecrübelerim böyle olduğunu söylüyor ve bundan yola çıkarak da hep böyle olacağı sonucuna ulaşıyorum. Bu tür bir çıkarım için hatalı sayılamayacak bir varsayım.
Ancak bu zamanlar genelde yalnız harcanıyor. Çok severek dinlediğim Duman grubunun bir şarkısında yer aldığı gibi, yalnızlık paylaşılmaz. Gerçekten de yalnızlık paylaşılmıyor.
Salt kendimize ayırdığımız bu yalnız huzur zamanlarını yine de çok uzatmamakta da fayda var. Belli bir noktadan sonra insan yanında bir başkasının olmasına ihtiyaç duyuyor. Deşarj olan ruhumuz hemen sıcak bir dost muhabbetini veya bir sevgilinin yakınlığını arıyor. Ancak yine de, en iyi dost, en yakın arkadaş, en candan sevgili bile insanın ruhunu yorabilme potansiyeline sahip. Çok uzatmasak da böyle kaçamaklara her zaman ihtiyacımız olacak. Bundan kesinlikle emin olduğumu özellikle ifade etmek isterim.
Umarım siz de, ruhunuz yorulduğunda, kısa da olsa, böyle kaçamaklar için fırsat bulabilirsiniz.
İşte böyle zamanlarda biraz huzur arayan bizler, kendimize zaman ayırabileceğimiz birkaç dakika bulabiliyorsak, bir başka deyişler kendimize hayattan zaman çalabiliyorsak ne mutlu bize... Böyle zamanlarda hemen bir fincan kahve, bir bardak çay alıp gölge bir yer bulursak, sessiz sakin, bir de sigara tellendirirsek, üç beş dakikalık bu huzur kaçamağını en iyi şekilde değerlendirmiş oluruz. Hele hele denize yakın bir yerde yaşıyorsak ve bu zamanımızı deniz kıyısında geçirebiliyorsak daha da güzel.
Kısa bir süre önce böyle bir fırsat geçti elime. Çok yorucu bir iş günüydü ve öğle yemeğinden sonra bir çay sigara molası verdim. Yok böyle bir olay. Kısa süre sonra arkadaşlar gelip yanıma oturuverdi ( her zaman olduğu gibi ). Ancak onlar gelene kadar hayattan salt kendim için çaldığım birkaç dakikacık zamanda bulduğum huzur, saatlerin yorgunluğunu taşıyan ruhumu biraz olsun dinlendirmeye kafi geldi.
Çay Sigara Keyfi - Huzur |
Kendimize zaman çalmalıyız hayattan. Yoksa hayatın bize, kendimiz için harcamak üzere zaman ayırma gibi bir çabası hiç yok ve hiç de olmayacak. Geçmiş tecrübelerim böyle olduğunu söylüyor ve bundan yola çıkarak da hep böyle olacağı sonucuna ulaşıyorum. Bu tür bir çıkarım için hatalı sayılamayacak bir varsayım.
Ancak bu zamanlar genelde yalnız harcanıyor. Çok severek dinlediğim Duman grubunun bir şarkısında yer aldığı gibi, yalnızlık paylaşılmaz. Gerçekten de yalnızlık paylaşılmıyor.
Salt kendimize ayırdığımız bu yalnız huzur zamanlarını yine de çok uzatmamakta da fayda var. Belli bir noktadan sonra insan yanında bir başkasının olmasına ihtiyaç duyuyor. Deşarj olan ruhumuz hemen sıcak bir dost muhabbetini veya bir sevgilinin yakınlığını arıyor. Ancak yine de, en iyi dost, en yakın arkadaş, en candan sevgili bile insanın ruhunu yorabilme potansiyeline sahip. Çok uzatmasak da böyle kaçamaklara her zaman ihtiyacımız olacak. Bundan kesinlikle emin olduğumu özellikle ifade etmek isterim.
Umarım siz de, ruhunuz yorulduğunda, kısa da olsa, böyle kaçamaklar için fırsat bulabilirsiniz.
18 Ocak 2012 Çarşamba
Psikozik Düşüncelerle Yaşam
Yaşam! Sihirli bir kelime gibi. Ama pek de sihirli bir tarafını göremedim şimdiye kadar. Algılayabildiğimiz varlıklar içerisinde en üstün olan insanlar bile aslında o kadar sıradan ki...
Evet insanlar sıradan canlılar. Temel eğitimi almış herhangi biri buna rahatlıkla itiraz edebilecek yetersizliktedir kuşkusuz. Yetersizliktedir çünkü kitapta yazanları ezberletmeye, ancak düşünmeyi gereksiz, yersiz, zararlı bir fiil haline getirmeye dayalı bir sistemden çıkıp geliyorlar. Başkası da beklenemez haliyle böyle kimselerden. Ancak tabi ki aralarında istisnai durumda olanlar bulunuyor. Onlar şanslı olanlar ve belki de biraz zeki. Tabi burada böyle olmayanlar zeki demek doğru değil ama kullanılmayan zeka potansiyel olarak var olsa da, atalarımızın dediği gibi, işleyen demir pas tutmaz, ama işlemeyen tutar. Bu durumda kullanılmayan zeka var olsa da sönmeye mahkumdur.
Zekayı bir kenara bırakıp yaşama ve yaşayanlara bakmalı. Sonuçta bir ağaç ya da bakterinin pek de zekaya ihtiyacı yoktur yaşamak için. Hatta insanların bile. Cehalet mutluluktur sözüne inan pek çok insan bulmak mümkündür ki, bir yere kadar doğruluk payı da vardır. Aslında tamamiyle doğrudur. İnsan ne kadar çok şey bilirse o kadar çok şeyi anlamaya, kavramaya çalışır. Kafasında onlarca soru işareti, arayış yer alır ve bunlara bazen yeterli bir cevap bulamadığından bazen de bulduğu cevapları beğenmediğinden sürekli mutsuz olur. Cahil olmak kafayı takacak az şeye sahip olmak demektir ve bu bakımdan cehalet kesinlikle mutluluk kaynağıdır. Ama en azından ben bu şansı, yani cahil olup da mutlu olma şansını kayettim. Çok bilge olduğu iddia etmiyorum kesinlikle, aksine çok şey bildiği iddiası cahillikten doğar zaten. Çünkü cahil olan öğrenilecek ne kadar çok şey olduğunu da bilmemektedir. Bir bakıma yumurtadan çıkamamış civciv gibidir ve tüm kainat onun için içinde bulunduğu küçücük yumurtadır. Oysa o ince çeperin dışında kıyas kabul etmez boyutlarda bir evren vardır.
Canlılara baktığımızda yaptıkları şeyler basittir. Çok tepeden bakarsak, doğra, büyür, neslini garantiye alır yani ürer ve ölür. Bu bütün canlılar için ortaktır. İnsanlar için de bu aynen geçerlidir. İnsanlar da doğar, büyür, ürer ve ölür. Onun dışında diğer pek çok canlının dert etmediği pek çok şeyi kendine dert edip durur. Avcı-toplayıcı ilkel insan doğasının çağdaş insana yansıması hortumcu, servetine servet katma düşkünü, ikinci ev, ikinci araba peşinde koşan insandır. Ama neden böyle gereksiz şeyler için zaman harcıyoruz?
Bir insan anne ya da baba olduktan sonra, eğer bir Thales, bir Dostoyevski, bir Beethoven olamamışsa (ki böyleleri çok binde bir çıkar ) torunlarının çocukları isimlerini hatırlamaz ve torunları öldüğünde bu dünyadan tamamıyla silinirler. Hatta, torunları bile isimlerini hatırlamayabilir. Ancak servet paylaşımı gibi nedenlerle eski defterler karıştırılırsa büyükanne ve büyükbabalarının isimlerini görürler. Evlerinin duvarında onların resmini asma, ya da bir çerçeveye koyup işyerlerindeki masalarının üstüne koyma gibi şeylere ihtiyaç duymazlar.
O nedenle bu yalan dünyada insan yaşamının herhangi bir canlının yaşamından çok daha derin bir anlamı yoktur. Sonuçta bizi hatırlamyacak neslimiz için çalışıyor hatta savaşıyoruz.
Ev alanları düşünün. Toprağa paralarını, emeklerini, yıllarını gömerler. Gömdükleri aslında hayatlarıdır. Bugün ortalama bir gelir ile herhangi bir kişinin ev sahip olabilmesi için en az 20 yıl tasarrufta bulunması gerekir. Yani 20 yıl boyunca sürekli insanı mutlu edecek zevklerden uzak durmalıdır. Sonra bizi hatırlamyacak, hatta buraktığımız mirası çoğu zaman çarçur edecek, o serveti biriktirmek için sarf ettiğimiz emeğin değerini hiç anlamayacak çocuklarımız, bir güzel gününü gün edecek. Ama yine de didinir dururuz. Bu nedenle etrefaımızda emekli olduğu halde kredi taksiti ödeyen onlarca inasan bulmak mümkündür.
Oysaki şu kısacık insan ömründe yapılması gereken en doğru şey, "Carpe Diem" felsefesini benimeyip, anı yaşamaktır. Taşa toprağa gömeceği para ile bir insan, kendi hayatını yaşayabilir. Gezip tozabilir, dilediği pek çok şeyi yapabilir. Sonuçta çadırda yaşayan da sarayda yaşayan da toprak olup giderken yanlarında götürmüyorlar bu dünyada uğruna hayatlarını harcadıkları evleri, fabrikları, şirketleri... Ama yanlarında götürüyorlar sadece dolu dolu yaşadıkları zamanlardan kalma hatıraları.
Evet insanlar sıradan canlılar. Temel eğitimi almış herhangi biri buna rahatlıkla itiraz edebilecek yetersizliktedir kuşkusuz. Yetersizliktedir çünkü kitapta yazanları ezberletmeye, ancak düşünmeyi gereksiz, yersiz, zararlı bir fiil haline getirmeye dayalı bir sistemden çıkıp geliyorlar. Başkası da beklenemez haliyle böyle kimselerden. Ancak tabi ki aralarında istisnai durumda olanlar bulunuyor. Onlar şanslı olanlar ve belki de biraz zeki. Tabi burada böyle olmayanlar zeki demek doğru değil ama kullanılmayan zeka potansiyel olarak var olsa da, atalarımızın dediği gibi, işleyen demir pas tutmaz, ama işlemeyen tutar. Bu durumda kullanılmayan zeka var olsa da sönmeye mahkumdur.
Zekayı bir kenara bırakıp yaşama ve yaşayanlara bakmalı. Sonuçta bir ağaç ya da bakterinin pek de zekaya ihtiyacı yoktur yaşamak için. Hatta insanların bile. Cehalet mutluluktur sözüne inan pek çok insan bulmak mümkündür ki, bir yere kadar doğruluk payı da vardır. Aslında tamamiyle doğrudur. İnsan ne kadar çok şey bilirse o kadar çok şeyi anlamaya, kavramaya çalışır. Kafasında onlarca soru işareti, arayış yer alır ve bunlara bazen yeterli bir cevap bulamadığından bazen de bulduğu cevapları beğenmediğinden sürekli mutsuz olur. Cahil olmak kafayı takacak az şeye sahip olmak demektir ve bu bakımdan cehalet kesinlikle mutluluk kaynağıdır. Ama en azından ben bu şansı, yani cahil olup da mutlu olma şansını kayettim. Çok bilge olduğu iddia etmiyorum kesinlikle, aksine çok şey bildiği iddiası cahillikten doğar zaten. Çünkü cahil olan öğrenilecek ne kadar çok şey olduğunu da bilmemektedir. Bir bakıma yumurtadan çıkamamış civciv gibidir ve tüm kainat onun için içinde bulunduğu küçücük yumurtadır. Oysa o ince çeperin dışında kıyas kabul etmez boyutlarda bir evren vardır.
Canlılara baktığımızda yaptıkları şeyler basittir. Çok tepeden bakarsak, doğra, büyür, neslini garantiye alır yani ürer ve ölür. Bu bütün canlılar için ortaktır. İnsanlar için de bu aynen geçerlidir. İnsanlar da doğar, büyür, ürer ve ölür. Onun dışında diğer pek çok canlının dert etmediği pek çok şeyi kendine dert edip durur. Avcı-toplayıcı ilkel insan doğasının çağdaş insana yansıması hortumcu, servetine servet katma düşkünü, ikinci ev, ikinci araba peşinde koşan insandır. Ama neden böyle gereksiz şeyler için zaman harcıyoruz?
Bir insan anne ya da baba olduktan sonra, eğer bir Thales, bir Dostoyevski, bir Beethoven olamamışsa (ki böyleleri çok binde bir çıkar ) torunlarının çocukları isimlerini hatırlamaz ve torunları öldüğünde bu dünyadan tamamıyla silinirler. Hatta, torunları bile isimlerini hatırlamayabilir. Ancak servet paylaşımı gibi nedenlerle eski defterler karıştırılırsa büyükanne ve büyükbabalarının isimlerini görürler. Evlerinin duvarında onların resmini asma, ya da bir çerçeveye koyup işyerlerindeki masalarının üstüne koyma gibi şeylere ihtiyaç duymazlar.
O nedenle bu yalan dünyada insan yaşamının herhangi bir canlının yaşamından çok daha derin bir anlamı yoktur. Sonuçta bizi hatırlamyacak neslimiz için çalışıyor hatta savaşıyoruz.
Ev alanları düşünün. Toprağa paralarını, emeklerini, yıllarını gömerler. Gömdükleri aslında hayatlarıdır. Bugün ortalama bir gelir ile herhangi bir kişinin ev sahip olabilmesi için en az 20 yıl tasarrufta bulunması gerekir. Yani 20 yıl boyunca sürekli insanı mutlu edecek zevklerden uzak durmalıdır. Sonra bizi hatırlamyacak, hatta buraktığımız mirası çoğu zaman çarçur edecek, o serveti biriktirmek için sarf ettiğimiz emeğin değerini hiç anlamayacak çocuklarımız, bir güzel gününü gün edecek. Ama yine de didinir dururuz. Bu nedenle etrefaımızda emekli olduğu halde kredi taksiti ödeyen onlarca inasan bulmak mümkündür.
Oysaki şu kısacık insan ömründe yapılması gereken en doğru şey, "Carpe Diem" felsefesini benimeyip, anı yaşamaktır. Taşa toprağa gömeceği para ile bir insan, kendi hayatını yaşayabilir. Gezip tozabilir, dilediği pek çok şeyi yapabilir. Sonuçta çadırda yaşayan da sarayda yaşayan da toprak olup giderken yanlarında götürmüyorlar bu dünyada uğruna hayatlarını harcadıkları evleri, fabrikları, şirketleri... Ama yanlarında götürüyorlar sadece dolu dolu yaşadıkları zamanlardan kalma hatıraları.
1 Mart 2010 Pazartesi
YAŞAMAK
Yaşamak, içinde akşam kelebeği umutlarla. Bir anlık gülümseyiş için çekilen bin çile. Yaşamak ama, yaşamak yine de.
Yaşamak, herkesin ancak fotoğraflarda mutlu olabildiği bir dünyada. Mutlu görünebilme savaşımı içindeyken bir tebessüm için harcanan emek. Herkesi mutlu görmek istemek, fotoğraflarda olsun.
Yaşamak, bir kaç dakikalık zevkin sonucunda, sorulmadan bize, acılar içinde getirildiğimiz hayatı. Gelir gelmez attığımız ilk çığlık bir hastane koridorunu doldururken sevinen bir adama sonradan saygı duymak için yaşamak. Bize kendi doğrularını ve korkularını dayatan insanlar istedi diye yaşamak. Onlar istedi diye, zorla onlar gibi olmak. Ama bilmemek, kabullenmek onların bir zamanlar kabullendiği gibi, onlara dayatılanları. İçselleştirmek bir dili, bir dini, bir kültürü ve kanlı bir tarihi. Atalarının kaç bin kelle uçurduğu ile övünen ödleklerin arasında yaşamak.
Yaşamak, mümkün değil ne bir ağaç gibi tek ve hür, ne de bir orman gibi kardeşçesine. Yaşamak kavga içinde. Yaşamak sevmek için ve de sevdiklerini kırmak için, sonra kırıkları tekrar kırılabilir kılmak amacıyla yapıştırmak için.
Yaşamak, elinde bir avuç umutla ayakta durmak ve güneş çıkınca eriyen kardan adam gibi çökmek için. Yaşamak, bir gün kimsenin ne adını ne de sesini hatırlayacağı günlerin geleceğini bilirken, hatırlanmayı ummak için.
Yaşamak, hiç bir zaman kendin olamayacağın bir dünyada, başkaları olup, olduğun şeyi kendin kabul etmek, ve kendini o sanmak için.
Yaşamak, sadece iki nokta arasındaki yolu kat etmek için.
Her ne olursa olsun yaşamak, gelmeyecek olanları beklemek için. Yaşamak, beklemekten yorgun düşen bedenini bir duvara yaslayıp, nereye yetişmeye çalıştığını bilmediğin insanların anlamsız acele edişlerindeki zavallılığı görmezden gelmek için.
Yaşamak, neden yaşadığını bir gün bile kendine sormadan, hatta sormaya fırsat bulamadan, yaşamdan ansızın kopmak için.
Yaşamak, herkesin ancak fotoğraflarda mutlu olabildiği bir dünyada. Mutlu görünebilme savaşımı içindeyken bir tebessüm için harcanan emek. Herkesi mutlu görmek istemek, fotoğraflarda olsun.
Yaşamak, bir kaç dakikalık zevkin sonucunda, sorulmadan bize, acılar içinde getirildiğimiz hayatı. Gelir gelmez attığımız ilk çığlık bir hastane koridorunu doldururken sevinen bir adama sonradan saygı duymak için yaşamak. Bize kendi doğrularını ve korkularını dayatan insanlar istedi diye yaşamak. Onlar istedi diye, zorla onlar gibi olmak. Ama bilmemek, kabullenmek onların bir zamanlar kabullendiği gibi, onlara dayatılanları. İçselleştirmek bir dili, bir dini, bir kültürü ve kanlı bir tarihi. Atalarının kaç bin kelle uçurduğu ile övünen ödleklerin arasında yaşamak.
Yaşamak, mümkün değil ne bir ağaç gibi tek ve hür, ne de bir orman gibi kardeşçesine. Yaşamak kavga içinde. Yaşamak sevmek için ve de sevdiklerini kırmak için, sonra kırıkları tekrar kırılabilir kılmak amacıyla yapıştırmak için.
Yaşamak, elinde bir avuç umutla ayakta durmak ve güneş çıkınca eriyen kardan adam gibi çökmek için. Yaşamak, bir gün kimsenin ne adını ne de sesini hatırlayacağı günlerin geleceğini bilirken, hatırlanmayı ummak için.
Yaşamak, hiç bir zaman kendin olamayacağın bir dünyada, başkaları olup, olduğun şeyi kendin kabul etmek, ve kendini o sanmak için.
Yaşamak, sadece iki nokta arasındaki yolu kat etmek için.
Her ne olursa olsun yaşamak, gelmeyecek olanları beklemek için. Yaşamak, beklemekten yorgun düşen bedenini bir duvara yaslayıp, nereye yetişmeye çalıştığını bilmediğin insanların anlamsız acele edişlerindeki zavallılığı görmezden gelmek için.
Yaşamak, neden yaşadığını bir gün bile kendine sormadan, hatta sormaya fırsat bulamadan, yaşamdan ansızın kopmak için.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)