ekonomi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ekonomi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Şubat 2020 Cumartesi

Elektrikli Otomobiller ve Otomotiv Sektöründe Yeni Bir Çağ

Otomotiv sektörü tüm dünyada rekabetin en kıran kırana geçtiği sektörlerden biridir. Öyle ki küresel rekabette yer almayı hedeflemeyen, yerel oyuncular küçük hacimleriyle eninde sonunda büyük küresel oyunculara boyun eğmek zorunda kalmaktadır. İstisnalar elbette ki vardır ancak bu istisnaların da hayatını devam ettirebilmelerine neden olan istisnai şartlar bulunmaktadır. Devlet koruması ve sübvansiyonu bu istisnai durumlardan en basitidir.

Çok çetin rekabetin yaşandığı otomotiv dünyasında ilk büyük çalkalanma pek çok ailenin birden çok otomobilinin bulunduğu ve bu nedenle otomobil ve motorlu taşıtlar sektörünün çok büyük olduğu ABD'de yaşandı. Çok büyük bir pazar olan ABD'de yerli pek çok firma ya tamamen kepenk kapattı ya da bir başka firmanın çatısı altına girdi. Haliyle artık sadece özel koleksiyonlarda ve belki müzeler dışında sadece eski filmlerde görebileceğimiz pek çok marka var. 1990 sonrası bu kaderi yaşayan ABD markalarını listeleyecek olursak;

    • Eagle: 1998
    • Hummer: 2010
    • Oldsmobile: 2004
    • Plymouth: 2001
    • Pontiac: 2010
    • Saleen: 2009
    • Stutz: 1995
Bunlar ilk akla gelenler, irili ufaklı listeye dahil etmeyi unuttuğumuz başka markalar da olabilir. Tabi özellikle de Hummer, Pontiac, Saleen ve Oldsmobile gibi bazı markaların araçlarını halen yollarda görmek de mümkün. Ancak bu çok da uzun sürmeyecektir.

Çetinleşen bu rekabette hayatta kalabilmek için otomotiv sektöründe pek çok marka işbirliğine gitmek zorunda kaldı. Artık pek çok farklı marka büyük bir ailenin üyesi olarak piyasada yer alıyor. Bu ailelerdeki araçlar aynı motorları ve temel tasarımsal altyapıları kullanıyorlar. Piyasadaki araçları arasındaki temel farklılık farklı makyajlanmış dış görünüş, iç tasarımda farklılık, malzeme kalitesi ve donanımsal özellikler olarak dikkat çekiyor. Ancak temel iskelet ortak oluyor. Böylece her araç için ayrı motor geliştirme, farklı yedek parçalar üretme gibi zahmetli ve pahalı süreçlerden ciddi tasarruf sağlanıyor. Alman Volkswagen grubu ile Fransız PSA grubu ve Amerikan GM bu ailelerin en bilinenleri. 

Otomotiv sektörünün bu şekilde evrilmesi aşırı çetin rekabetin sonucuydu. Ancak bu saydığımız otomobil markalarının hepsi geleneksel içten yanmalı motorlara, yani benzinli ve dizel motorlara sahip araçlar üretmekte ustalaşmış markalar. Oysa artık piyasaya yeni bir oyuncu girmiş durumda. Üstelik motor teknolojisi tamamen farklı. Elektrikli otomobiller.

Elektrikli otomobil satılsa alır mısınız diye 1990'lı yıllarda insanlara sorulsa pek çok kişi muhtemelen almayacağını söylerdi. Çünkü benzin azalınca en yakın istasyonda benzin alabiliyorsunuz ama ya şarjınız biterse? Ancak günümüzde elektrikli otomobiller sektörde ciddi pazar payı kazanmayı başarmış durumda. 2017-2018 yılları arasında elektrikli araçların otomotiv pazarında pastadan en büyük payı aldığı ilk on ülkeye ve elektrikli araç satış oranlarındaki değişime bir bakalım:


Tablodan da görüleceği üzere elektrikli otomobillere ciddi bir ilgi var. Bu tabloda Andora'daki %623'lük artış tablonun anlaşılırlığını bozduğundan aynı istatistiği bir de tablo ile verelim.


Görüleceği üzere ciddi bir artış oranı var. Yalnızca Hollanda'da dramatik bir düşüş göze çarpıyor. Bu düşüşün de temel nedeninin vergi sistemindeki değişiklikten kaynaklandığı biliniyor. 

Dünya üzerindeki diğer ülkelere de elektrikli otomobillerin hızla yayılacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Hem kürsel ısınma nedeniyle çevre duyarlılığı ve yeşil enerji ve teknolojilere olan ilgilinin giderek artması hem de elektrikli otomobil teknolojilerinin, özellikle de hızlı şarj istasyonlarının yaygınlaşması insanları bu teknolojiye sahip araçları almaya güdülüyor. 

Elektrikli araçların giderek içten yanmalı motora sahip araçların yerini alacağına artık kesin gözüyle bakabiliriz. Ancak bu süreç otomotiv sektöründeki oyuncular için oldukça sancılı geçecektir. İçten yanmalı motorlar her ne kadar çok eski bir teknolojiyi kullanıyor olsalar da yapı bakımından son derecede karmaşık olmalarından dolayı üst düzey bir mühendislik gerektirmekteydi. Ancak elektrikli otomobiller içten yanmalı motorlara kıyasla çok çok daha basit yapıya sahip elektrik motorlarını kullanıyorlar. Her ne kadar güncel içten yanmalı motor sahibi otomobillerde yüksek teknolojiler bulunuyor olsalar da elektrikli otomobiller tam anlamıyla bir otomobil-bilgisayar sentezi araçlar niteliğinde. Haliyle, içten yanmalı motorlu araçlarda mekanik mühendislik çok önemliyken elektrikli araçlarda yazılım mühendisliği çok daha büyük önem kazanmış durumda. Ve bu otomotiv sektörünün büyük oyuncularının hiç de uzmanı olduğu bir alan sayılmaz. 

Mevcut piyasaya hakim otomobil markaları elektrikli otomobil teknolojisi ile sancılı bir uyum savaşı verecekler. Bu mücadeleden galip çıkanlar piyasada varlıklarını sürdürürken ayak uyduramayanlar tarihin tozlu sayfaları arasında yerlerini alacaklar. Tesla bunun en büyük örneği. Daha 2004 yılında doğan Tesla bugün ciddi bir oyuncu haline gelmiş durumda. Yenilikçi olan bu teknoloji sayesinde ülkemiz dahil pek çok ülke artık kendi otomobillerini üretebilecekleri ve piyasada var olabileceklerini düşünerek çalışmalara çoktan başladı bile. Yani yakın gelecekte yepyeni otomobil markaları doğarken bildiğimiz, tanıdığımız pek çok markanın da bu yeni teknolojiye ayak uyduramayarak tarihin tozlu sayfaları arasına karıştığını görebiliriz.

Elektrikli otomobillerin önündeki en büyük engel pil ve şarj teknolojilerinin gelişimi ve şarj istasyonlarının yaygınlaşması. Şarj istasyonları hızlı bir şekilde yaygınlaşacaktır. Ancak pil teknolojisinin şu anki seviyesi elektrikli otomobiller için ciddi kısıtlar getirmektedir. Bu alanda çığır açacak bir teknolojik gelişme içten yanmalı motorları hayatımızdan büyük ölçüde çıkaracaktır.

Ancak elektrikli otomobiller için tüm ülkelerin gerekli altyapı sorununu da çözmesi gerekmektedir. Bu sorun sadece şarj istasyonlarının yaygınlaşması değil, daha temel altyapının, elektrik üretim ve dağıtım altyapısının elektrikli otomobillere hazırlanmasıdır. İstanbul'u örnek alarak rakamlarla konuyu açıklayalım.

İstanbul'da 2020 başı itibariyle 4 milyon motorlu araç bulunduğu TÜİK istatistiklerinden yola çıkılarak söylenebilir. Bu 4 milyon aracın %20'i elektrikli olursa ve bu araçların %30'u akşam şarja takılırsa, ortalama bir akşamda şarja takılı 240 bin araç demek olur. Bu araçlar ev tipi prizlere takılmış olsalar dahi her biri 10A akım çekse 528 mWh'lik ilave elektrik ihtiyacı ortaya çıkar. Hemen belirtelim, ülkemizde günlük elektrik üretim kapasitesi bu seviyenin altında olan çok sayıda baraj var. Önlem alınmazsa böyle bir tabloda yoğun elektrik kesintileri kaçınılmaz olur. Hatta elektrik kesintilerinin yol açacağı ekonomik kayıpların büyüklüğü nedeniyle, şu anda vergi avantajı ile teşvik edilen elektrikli otomobillerin satışını azaltmak için yüksek vergiler konulabilir. Bir de elektrikli otomobil satışlarının daha da arttığını düşünürsek durum çok vahim bir noktaya gelir. 

Bu karanlık tablonun tek çözümü enerji nakil hatlarının gerçekçi bir hesaplamayla tespit edilmiş ihtiyaçlara göre iyileştirilmesinden geçiyor. Ayrıca şu anda ciddi bir petrol ithalatçısı olan ülkemizde elektrikli araçların satışı ile petrol türevi yakıtlara olan ihtiyaç azalmakla birlikte elektriğe olan ihtiyaçta patlama yaşanacağından, elektrik arzının da ihtiyaçları karşılayabilmesi için de gerekli hazırlıklar yapılmalıdır. Aksi halde elektrik açığını doğalgaz çevrim santralleri ve daha da kötüsü petrol türevi yakıtlar ve kömür tüketen santrallerden karşılamak zorunda kalırız ki çevre açısından kaş yaparken göz çıkarmak gibi bir durumdur. 

14 Ocak 2020 Salı

2020 Yılında Türkiye Ekonomisi Düzelecek Mi?

Ülkemizde ekonomik durum pek parlak değil. Her ne kadar aksi gösterilmeye çalışılsa da, markette, pazarda, kısacası her anlamıyla sokakta hissedilen durum hiç de parlak değil ve geleceğe dönük de pek umut vermiyor. Peki yeni girmiş olduğumuz 2020 yılında ekonomik durum ne yönde gelişecek? İyileşme yaşanacak mı yoksa durum daha da kötüye mi gidecek? Basit mantık yürüterek temel ekonomi bilgisi ile bu sorulara cevaplar arayalım.

Öncelikle Türkiye ekonomisi dışa bağlı bir ülke. Böyle olması da gerekiyor. Küreselleşen dünyanın bir parçası olmanın kaçınılmaz sonucudur bu. Aksi halde Kuzey Kore gibi içe kapalı bir ülke haline gelirdik. Dışa bağımlı bir ülke olmanın pek çok faydası var. Her şeyden önce Türkiye kendi iç dinamikleri ile yeterince büyüme sağlayabilecek bir ülke değil. Bu durumda Türkiye ekonomisinin düzelmesi büyük ölçüde dünyada ne olup ne bittiği ile de alakalı. 

Dünya ekonomisine bakıldığı zaman ise yine umut veren bir resim görmek mümkün değil. İhracatımızın büyük bölümünü bilindiği üzere Avrupa ülkelerine yapıyoruz. Avrupa ülkelerinde ise ekonomi son derecede durgun. Bu durum ihracatımızın büyümesi önünde büyük bir engel. Eğer Avrupa ülkelerinde ekonomi canlanmaz ise Türkiye'nin ihracat yaparak büyüme olasılığı riske girer. Bu riski azaltmak için Türkiye'deki sanayiciler alternatif pazarlar arayabilirler. Alternatif pazarlardan biri olan Ortadoğu ülkelerinin durumu ortada. Güney Amerika ülkelerinde de durum hiç parlak değil. Orta ve Uzak Asya ülkeleri ise Türkiye için kısa vadede ciddi bir pazar oluşturabilir mi? Ya da Afrika ülkeleri? Avrupa'daki kaybı karşılamak zor görünüyor. 

Böyle bir manzara karşısında ihracatımızda ciddi bir artış beklemek biraz zor. Hatta ihracatın büyümeyeceği, aksine küçüleceği dahi beklenebilir. İhracatımızda bir büyüme sağlanabilse dahi bu büyümenin Türkiye ekonomisinde hissedilir bir pozitif etki yaratacak düzeyde olmasını beklemek fazla iyimserlik olacaktır. Tabi küresel dünyada her an  her şey olabilir. Bir de bakarsınız bir anda bahar rüzgarları esmeye başlamış, Avrupa ülkeleri hızla büyüme trendine girmiş... Ancak bu olasılığa bel bağlamak da tam anlamıyla hayalcilik olacaktır. 

İhracat yaparak yeterince büyüyemeyecek olan ülkemizde iç piyasadaki talep de son derecede cansız. Her ne kadar son dönemlerde düşen kredi faizleri ile birlikte bir miktar canlanan inşaat sektöründeki konut satışlarının ekonomiye pozitif etkisi kısıtlı ve geçici olacaktır. Şurası açık ki inşaat sektöründe faaliyet gösteren firmalar ellerindeki stokları eritme derdindeler. Mevcut inşaatlarını tamamlayıp satmaya odaklanmış durumdalar. Yeni inşaatlar nadiren görülmekte. Ayrıca inşaat sektörü aracılığı ile büyüme her zaman geçici olur. Çünkü bir inşaatı yapar bitirirsiniz. Ortaya bir katma değer çıkar. Ama bu katma değer inşaatın bitimi ile sonlanır. Bir fabrika gibi sürekli ticari değeri olan mal üretilmez. Ancak orta ve uzun vaadede rant geliri ortaya çıkabilir. 

Ülkemizdeki ekonominin iyiye gitmediğini artan işsizlik oranlarından anlamak mümkün. Eğer işsizlik oranları artıyorsa bunun iki temel nedeni vardır. Birincisi mevcut çalışanlar işini kaybetmektedir. İkincisi işgücü piyasasına katılanlar (örneğin eğitim hayatını tamamlayanlar) iş bulamamaktadır. Ülkemizde her iki durumda olanlar da var. Hem pek çok kişi işini kaybetmiş hem de gençler iş bulamaz durumda. Bu durum üretimin artmadığı ve ekonomide bir büyüme ve canlanmanın beklenmemesi gerektiğine işaret ediyor. 

Özellikle Ortadoğuda gerilen ortam petrol ve doğalgaz arzı üzerinde riskler oluşturuyor. Olası bir ciddi çatışma durumunda petrol ve doğalgaz fiyatlarında ciddi bir yükseliş olabilir. Böyle bir yükseliş enerji konusunda ciddi oranda dışa bağımlı olan ülkemizin ekonomisini son derecede kötü etkileyecektir. Ancak böyle bir durumu engellemeye gücümüz yetmez. Ancak tedbir alınabilir. 

Kısacası ekonomik durum kısa vaadede düzelecek gibi görünmüyor. Yani 2020 yılından yükselen bir refah beklemek Polyannacılık oynamak olacaktır. Ancak şurası da kesin ki, böyle durumlarda insanlar acil olmayan tüm ihtiyaçlarını erteleme eğilimine girerler. Bu da bir talep birikimine yol açar. Bu talep birikimi ekonomide rüzgar pozitif yöne döndüğünde talep patlamasına yol açar. Bu talep patlaması ilk başta talep kaynaklı enflasyon baskısına yol açabilse de, aynı zamanda büyümeyi de hızlandıracaktır. Bu konuda umutlu olmak gerekir. Unutmayın, her karanlık gecenin ardında bir sabah vardır. Dünyada geçmişte pek çok ciddi ekonomik kriz yaşanmış ve hepsi atlatılmıştır. Bu sıkıntılı dönem de elbette, öyle veya böyle atlatılacaktır. Bu dönem atlatıldığında ise hızlı bir büyüme dönemine girilecektir. Asıl bu günlerde büyüme dönemine girileceği zaman, hem bu dönemin bize verdiği hasarları saracak hem de bizi çok daha ileriye taşıyacak şekilde hazırlanmak gerekir. Bu sıkıntılı dönemi güçlü bir büyümeye hazır şekilde atlatabilen ülkeler geleceğin gelişmiş ülkeleri olma şansını yakalayabilirler. Bu fırsatı yakalayamayanların ise kaderi yakalayan ülkelerin pazarı olmak olacaktır. Her şey bize bağlı. Yaptıklarımızla pazar mı olacağız yoksa gelişen, büyüyen bir ülke mi? Her şey bize bağlı... 

17 Eylül 2019 Salı

Yakıt Ekonomisi Sağlayan Sürüş Teknikleri

Ah şu akaryakıt fiyatları... Bütçemde koca bir karadelik haline geldi ve büyüyor... İşe bisikletle gidebilirim, hatta yürüyebilirim. Bunu yapabilecek şanslı azınlıkta yer alıyorum. Ancak kış geliyor. Yağmurda çamurda bisiklete binmek ya da yürümek hiç de hoş olmaz. Kaldı ki üşengecim. Yürümek veya bisikletle işe gitmek güzel olsa da, yine de genellikle aracımla gidip gelirim. Burada bir özeleştiri de yapayım kendime.

İşe sürekli yürüyerek ya da bisikletle gitsem bile zaman zaman aracımı kullanmam gerekiyor. Hatta Ağustos ayında 2000 km üzeri yol yaptım ki, benim ortalamama göre çok çok fazladır. E bu durumda yakıt tasarrufu nasıl yaparım diye düşündüm biraz. Düşünmek yetmedi araştırdım. Trafikte dikkat etmem gereken birkaç püf nokta buldum. Bulmuşken sizlerle de paylaşayım istedim.

1. İlk önce kalkışlarda gaza fazla yüklenmek yakıt tüketimini artırıyormuş. Öyle kırmızı ışıkta yanınızdaki araçla drag yapmaya falan çalışmayın yani. En az yakıt tüketimi için 20km/s hıza 5 saniyede çıkın diyor bulduğum kaynak. Aracınızda düz bir yere bir karton kupa kahve koyduğunuzu kabul edin. Bardak tutacaklarına değil tabi. O kahve dökülmeyecekmiş... Kalkışlarda gaza pek yüklenmeyin, birden ok gibi fırlamasanız da olur yani. Ancak beş saniyede 20km/s hız, biraz fazla yavaş 😄

2. İkinci husus mümkün olduğunca sabit hızla gitmek. Mümkünse hız sabitleyici kullanın. Şehir içinde pek işe yaramasa da şehirlerarası yolculuklarda önemli tasarruf sağlar. Her 18 saniyede hızınızın 75km/s ile 85km/s arasında değişmesi yakıt tüketiminizi %20 artırıyormuş. Ayrıca tırmanışlarda hızınız düşünce gaza yüklenmek yerine momentumunuzu inişte tekrar kazanmak da tasarruf sağlıyor. Hızınızın sadece 10km/s dalgalanması yakıt tüketiminizi %20 artırıyorsa, daha fazla dalgalanması durumunda yüzde kaç artar düşünmek bile istemiyorum.

3. Takip mesafenizi koruyun ve trafik ışıkların, yayalara ve diğer araçlara dikkat edin. Eğer yolunuza yaya ya da bir başka araç çıktıysa, veya uzaktan kırmızı ışık yandığını gördüyseniz ayağınızı gazdan çekin. Bırakın aracınız yavaş yavaş hız kaybetsin. Yeterince yaklaştığınızda fren yapın. Unutmayın fren aracınızın yakıt tüketerek kazandığı momentumu kaybetmesi demektir. Tekrar kazanmak içinse fazladan yakıt tüketmesi gerekir. Eğer hızla gelip sert fren yaparsanız daha fazla yakıt tüketeceksiniz. Benim uzun yolda oynadığım bir oyun vardır. Uzakta kırmızı gördüğümde ayağımı gazdan çeker, yavaşlarım ve ışığa ulaşan kadar yeşil yanmasını ve duran araçların harekete geçmesini sağlamaya çalışırım. Böylece durmadan ışıktan geçerim. Unutmayın aracınız kalkış sırasında hareket halinde olduğundan çok daha fazla yakıt tüketir. Hem zaten duracaksanız neden gaza daha fazla basıyorsunuz ki?

4. Evet, dördüncü olarak fazla hız yapmayın. Araçtan araca ve motordan motora az çok değişiklik gösterse de otomobillerin, SUV, hafif ticari ve pick-up'ların büyük çoğunluğu saatte 50 ila 80 km arasında hızla gittiklerinde en az yakıt tüketecekleri şekilde üretilirler. Eğer daha  hızlı gitmek isterseniz daha çok yakıt tüketmeyi göze alıyorsunuz demektir. Örneğin 100km/s yerine 120km/s hızla giderseniz yaklaşık %20 daha fazla yakıt tüketirsiniz. Üstelik bu +20km/s hız 25km mesafede size sadece 2dk kazandırır. Aceleniz yoksa yavaş gidin.

Yukarıdaki dört madde dışında bir şeyler daha eklemek gerekirse, önce aracınızı boşta kullanmayın. Tatlı bir iniş var ve aracınızı boşa aldınız peygamber vitesi ile gidiyorsunuz diyelim... Aslında daha fazla yakıt tüketiyorsunuz hem de risk alıyorsunuz. Uygun olmayan lastik basıncı da yakıt tüketimini etkiliyor. Eğer 32psi basınç olması gereken lastiklerinizde 24psi basınç varsa yaklaşık %4 daha fazla yakıt tüketirsiniz. Hem de lastiklerini erken yıpranır.

Son olarak aracınızda çok da gerekli olmayan ıvır zıvır taşımayın. Her ilave ağırlık ilave yakıt tüketimidir.

11 Eylül 2019 Çarşamba

Türkiye'nin Biyogaz Potansiyeli

Ülkemizin enerjide ciddi miktarda dışa bağımlı olduğu bir gerçektir. Petrol, kömür ve doğalgaz
ithalatı ülkemizin dış ticaret açığının çok büyük bir bölümün oluşturmaktadır. 2018 yılı elektrik üretiminin kaynaklara dağılımına bakıldığında %37,3'ünün kömürden, %29,8'inin doğalgazdan, %19,8'inin hidroelektrik santrallerden -yani barajlardan-, %6,6'sının rüzgardan, %2,6'sının güneşten, %2,5'inin jeotermal enerjiden ve %1,4'ünün de diğer kaynaklardan sağlandığı görülmektedir. *

Ülkemizdeki termik santrallerde tüketilen kömürün de önemli bir kısmının ithal olduğu Türkiye Taşkömürü Kurumu'na ait 2018 yılı sektör raporunda görülmektedir. ** Yani tükettiğimiz elektriğin %67,1'ini büyük ölçüde dışa bağımlı enerji kaynaklarından sağlamaktayız. Enerjide bu kadar dışa bağımlı olmak stratejik açıdan ciddi bir zaafiyete yol açmaktadır. Yani enerjide bu kadar dışa bağımlılık ekonomik kaybın yanı sıra bir yandan da ulusal güvenlik meselesidir.

Hal böyleyken yenilebilir enerji kaynaklarının elektrik üretimindeki payının düşüklüğünü anlamak mümkün değildir. Yaz ayları çok dar bir alan dışında ülkemizin hemen her yerinde bol güneşli geçer. Bu halde güneş enerjisinin elektrik enerjisi üretimindeki payının sadece %2,6'da kalması büyük bir potansiyelden faydalanılmadığını göstermektedir. %6,6'lık rüzgar enerjisi payı da kuşkusuz yetersizdir. Ancak bu yazının asıl konusu olan biyogaz listede hiç yer almamaktadır. İşte buna anlam vermek çok daha zordur. 

Biyogaz Nedir?

Biyogaz, çürüyen organik atıklardan elde edilen metan gazıdır. Yani temelde doğalgazla aynı gazdır. İstanbul, Ankara, İzmir ve diğer büyük şehirlerimizde ve diğer irili ufaklı il ve ilçe merkezlerinde toplanan çöplerden biyogaz üretilebilir. Bu işlem toplanan çöplerin ayrıştırılması ve organik atıkların oksijensiz kapalı bir ortamda çürütülmesi ile sağlanabildiği gibi, organik atıkların açık ortamda yığılarak çürümeye bırakılmasıyla da elde edilebilmektedir. Evsel atıkların yanı sıra hayvancılık yapılan bölgelerde toplanabilecek hayvansal atıklardan ve özellikle seracılık yapılan bölgelerde tarımsal atıklardan (bitkilerin kullanılmayan bölümleri) da biyogaz üretilebilir. Çöplerin etkin bir şekilde toplanması ve ayrıştırılması hem çöpe atılan geri dönüştürülebilir metal, cam, plastik ve kağıt gibi atıkların ekonomiye tekrar kazandırılmasını sağlayacaktır, hem de çöplerden elde edilen biyogaz ile elektrik üretilebilecektir. 

Bir diğer biyogaz kaynağı da kanalizasyondur. Şehirlerdeki kanalizasyonların arıtılmadan doğaya salınması doğaya ciddi zarar vermektedir. Kanalizasyon atığı arıtılırken toplanacak katı kütleli atıktan da önemli miktarda biyogaz elde edilebilinir. 

Kocaeli Üniversitesi'nden sanırım üç akademisyen (ünvanları raporda yok) tarafından hazırlanan referanslarından 2010 yılında hazırlandığı anlaşılan rapora göre *** 16 büyükşehirin atıkları ve toplam tarım alanlarımızın %1'inin biyogaz üretiminde kullanılırsa, yıllık toplam elektrik tüketimimizin önemli  bir bölümünün biyogazdan karşılanabileceği vurgulanmıştır. 

Öncelikle yerli kaynaklarla üretilecek her bir kW enerjinin enerjide dışa bağımlılığımızı azaltacağı ve ülkemizin döviz kaybını azaltıcı etkisinin olacağı da unutulmalıdır. Biyogaz üretim tesisleri bir ilk yatırım maliyeti gerektirse de, sürekli atık üretildiğinden kaynak sıkıntısı olmaması, yenilebilir enerji kaynağı olduğu için doğanın korunmasına katkı sağlamsı, evsel atıkların ayrıştırılmasını gerektireceği için geri dönüşümü mümkün atıkların tekrar ekonomiye kazandırılmasını özendirecek olması ve kurulacak tesislerin uzun yıllar boyunca sürekli enerji üretecek olması göz önünde bulundurulduğunda, salt enerji üretimi için biyogaz tesisi kurmak fizibilite raporlarında rasyonel görülse de görülmese de, kesinlikle bu kaynaktan faydalanılması gerekir. 


KAYNAK:


10 Eylül 2018 Pazartesi

Bir Ödeme Birimi Olarak EMEK!

Green Card ile veya Work and Travel ile Amerika'ya gidenler, bir şekilde Almanya'ya veya bir başka Avrupa ülkesine gidenler oradaki yaşam şartlarını ve de özellikle pek çok mal ve hizmetin fiyatlarını anlatan videolarla dolu YouTube kanalları açmışlar. Yurdum insanı en çok bu ülkelerdeki araba fiyatlarını görünce derin derin iç çekse de, mesele o ülkelerde asgari ücretle neler alınabiliyor, Türkiye'de neler alınabiliyor kıyaslamasına gelince film biraz kopuyor. Video yayınlayan arkadaşlar her ne kadar azıcık ekonomi bilenlerin çok net anlayabileceği şekilde konuyu izah etseler de, işin ucunda ekonomisi pek de iyi görünmeyen ülkemize kara çalınıyor algısı olunca, bu arkadaşlara verilen tepkiler biraz amacının dışına çıkıyor. Ancak sürekli hemen her kesimden -ki her etnik kimlik, sosyal statü, gelir düzeyi vb. alt sosyal sınıfların tamamını kast ediyorum- sürekli muhatap olmak durumunda olan ben, kendi kişisel gözlemlerime dayanarak, yurdum insanının en azından bir bölümünün gerçekten de böyle bir kıyaslamayı net olarak anlayamayacağını düşünüyorum. Bu nedenle de diyorum ki "Tüm dünyada tüm mal ve hizmetler için ortak bir ödeme birimi vardır, o da emektir". Ve bu tür kıyaslamalar için farklı farklı ülkelerin farklı para birimleri ile kıyaslama yapmaktansa, bir ödeme birimi olarak emeği kullanmak kati bir eşitlik sağlayabilir.

Bir ödeme birimi olarak emeği baz alırken farklı işlerde ve farklı statülerde emeğin değerinin de hem ülkeden ülkeye hem de her ülke içinde farklılıklar göstereceğini da kabul etmek gerek. Örneğin ülkemizde asgari ücretle çalışan birinin bir saatlik emeğinin karşılığı olan kazanç ile görevine yeni başlamış bir doktorun bir saatlik emeği bir olamayacağı gibi, bu iki kazanç arasındaki oran Türkiye ile diğer ülkeler arasında da farklılık gösterebilir. Bu nedenle ülkeler arasındaki refah düzeyinin kıyaslanmasında vasıfsız işçi emeği olarak kabul edebileceğimiz asgari ücreti baz almak en doğru sonucu verecektir. Aksi halde farklı mesleklerde ve farklı statülerde çalışanların farklı ülkelerdeki refah düzeyi kıyaslanmış olunur. Bu da kıyasa konu ülkeler arasındaki refah seviyesini genel olarak gösteren bir veri olsa da, kıyasa konu ülke halklarının genel refah düzeyini gösterme bakımından yetersizlik arz edeceğinden, asgari ücretli çalışanın emeğinin ölçü alınması en doğru sonucu verecektir.

Ülkeler arasındaki refah seviyesinin kıyaslanmasında emeği baz alırken dünyanın her neresinde bulunursa bulunsun vasıfsız bir işçinin bir saatlik emeğinin aynı değerde olduğu kabul edilmelidir. Yani vasıfsız bir işçi ister Japon, ister Rus, ister Amerikalı, İngiliz veya Türk olsun, bir saatlik emeği bir saatlik vasıfsız işçi emeğidir. Bu emeği ile alabileceği mal ve hizmet miktarı ise refah seviyesini gösterecektir.

Örnek olarak Amerika'da asgari ücret eyaletler arasında farklılık göstermektedir. Ancak asgari ücretin saatlik $10 olduğu (vergi sonrası net tutar) bir eyalet ile asgari ücretin şu anda 9,10 TL kadar olduğu (günde 8 saat çalışan -genellikle kamu-) ülkemizde çalışan iki kişiyi kıyaslayacak olursak, Amerika'daki ve Türkiye'deki asgari ücretle çalışanların birer saatlik asgari ücretleri ile tam olarak aynı niteliklerdeki çeşitli mal ve hizmetlerden ne kadar alabildiklerine bakmak gerekir. Eğer bir Amerikalı asgari ücretli bir saatlik emeği ile ülkemizdeki bir asgari ücretliden aynı mal ve hizmetlerden daha çok miktarda alabiliyorsa, daha yüksek bir hayat standardına sahip demektir. Bu durumda ödeme birimi olarak kabul ettiğimiz emeğin değerinin aynı olduğu kabulünde bulunduğunuza göre, Amerika Türkiyeden çok daha ucuz bir ülke kabul edilmelidir. Aksi doğru ise Türkiye'deki asgari ücretli çalışan daha yüksek bir refah seviyesine sahip olur ve Türkiye çok daha ucuz bir ülke sayılır.

Burada kıyaslama yaparken çeşitli mal ve hizmetlerin farklı ülkelerde çeşitli nedenlerle farklı fiyatlara  sahip olduğunu da göz önünde bulundurmak gerekir. Örneğin çok az miktarda domates üreten Rusya'da domates fiyatlarının, domates ithal ettiği Türkiye'den yüksek olması beklenir. Ancak petrol, doğalgaz ve kömür kaynağı bol olan Rusya'da bu enerji kaynaklarının fiyatları benzer şekilde Türkiye'den ucuz olması beklenir. Ülkelerin dış ticaret ve vergi politikaları da ülkeden ülkeye çeşitli mal ve hizmetlerin fiyatlarının farklılıklar göstermesine neden olabilir. Örneğin pek çok ülkede yetişkinleri sigara içmekten caydırmak ve çocukların harçlıkları ile sigara almalarını ve bağımlı hale gelmelerini önlemek için vergi vb. yöntemlerle sigara fiyatları yüksek tutulmaktadır. Böyle bir politika izlemeyen bir ülkede sigara fiyatları çok daha ucuz olabilir. Bu gibi durumlar kıyaslamanın doğruluğunu bozucu etkiye sahip olduğundan, enflasyon hesabında olduğu gibi, insanlar tarafından temel ihtiyaç olarak kullanılan çeşitli mal ve hizmetleri içeren bir sepet oluşturulması ve enflason hesaplar gibi kıyaslama yapılması daha da sağlıklı bir sonuç verecektir.


13 Nisan 2015 Pazartesi

Samsung Uzak Durulması Gereken Bir Marka Mı?

Samsung en popüler teknoloji firmalarından biri. Özellikle peş peşe çıkardığı cep telefonları ile gündemde. Türkiye'de de Samsung marka cep telefonları yok satıyor. Oldukça pahalı cihazlar olsalar da, kapış kapış alınıyor. Şimdi ise televizyonlarda bir kenarında da ekran olan Edge modelinin tanıtımı yapılıyor. Üstelik Samsung telefonlar sistem olarak incelendiğinde oldukça gelişmiş cihazlar. Yani Samsung'un son model cep telefonunu aldığınızda, cep telefonu sektörünün eriştiği en ileri teknolojiye sahip oluyorsunuz. Ancak buna rağmen Samsung'tan şikayetçi olanlar da az değil. Bunlardan biri de benim.

İlkesel olarak herhangi bir firmayı karalamayı doğru bulmuyorum. Ancak bu eleştirmeyeceğim anlamına gelmez.

Samsung marka cep telefonu sahibiyim ve buna maalesef demek durumundayım. Çünkü bilinçli bir müşteri olarak cep telefonunu aldığım firmanın sunduğu ürün ne kadar gelişmiş olursa olsun, ben ürünü aldıktan sonra da yanımda olmasını isterim. Samsung ise bu konuda müşterilerini yalnız bırakıyor.

Diyelim ki şu anda Edge modeli cep telefonunu aldınız. Kısa bir süre sonra, taksitle aldıysanız daha telefonunuzun taksitleri bitmeden telefonunuz ikinci plana itilmiş, yeni bir model çıkmış ve piyasa değeri de düşmüş oluyor. İkinci el piyasasında aldığınızın çok çok altında bir fiyata elinizden zar zor çıkarabiliyorsunuz. Ama hızla gelişen teknolojinin de bunda etkisi büyük. Bunu da belirtmek gerek.

Telefonu satma, almışsan ömrü bitene kadar kullan diyebilirsiniz. Benim şikayetim de bu noktada başlıyor. Çünkü Samsung marka bir cep telefonunu bir yıldan uzun süre keyifle kullanmak neredeyse imkansız.

İmkansız çünkü yeni model cep telefonu çıkarmaya odaklanmış olan Samsung, yeni bir model çıkardığında önceki modellere olan desteğini kesiyor. Güncelleme gelmiyor, telefon kağıt üzerinde güçlü bir donanıma sahip olsa da, güncellemeler gelmediği için büyük problemlerle karşı karşıya kalabiliyorsunuz. Eğer Android sistemine müdahale edecek kadar yazılım bilgisine sahip değilseniz işiniz iyice zorlaşıyor. Kod bilgisi olanları da zorlu bir uğraş bekliyor.

Samsung kısaca, yeni modelimizi çıkardığımızda esikisini rafa kaldırın ve yenisini alın diyor. Ve bu hiç de müşteri dostu bir davranış değil. Çünkü Samsung marka bir cep telefonu aldıktan kısa bir süre sonra cihazla ciddi sorunlar yaşamaya başlıyorsunuz ve elinizden durumu düzeltecek hiçbir şey gelmeyebiliyor. Destek de alamıyorsunuz.

Bilgisayar dünyasını yakından takip edenler bilir, bilgisayar bileşenleri de en az cep telefonları kadar hızla eskir. Daha gelişmiş bileşenler piyasaya çıkar. En hızlı yeni modeli çıkan bileşen ise ekran kartlarıdır. Bir kıyaslama yapacak olursak, iki yıl önce aldığım Samsung marka cep telefonuna son bir yıldır hiçbir güncelleme gelmediği halde, yaklaşık olarak aynı dönemde aldığım dizüstü bilgisayarımın ekran kartı sürücüsü ayda en az bir kez güncellenmeye  devam ediyor. Sonuç ise ben iki yıl önce aldığım bilgisayarı aynı keyifle kullanabiliyorum.

Samsung'un piyasaya sürdüğü cihazların eksik bir tarafı yok. Belki edge kullanımda kenardaki ekran nedeniyle sorun yaratabilir ama, hem tasarım hem de sistem olarak çok güçlü bir cihaz. Hakkını vermek gerek, Samsung güçlü cep telefonları üretme konusunda işini iyi biliyor. Keşke ürettiği telefonlara destek verme konusunda da aynı derecede başarılı olabilseydi. Sonuçta asgari ücretin en az iki katını vererek aldığınız bir telefonun bir yıl sonra desteksiz kalması ister istemez insanı çileden çıkarıyor.

Bu nedenle Samsung'u artık tercih etmeme kararı aldım. Bir sonraki telefonumu seçerken Samsung'u baştan müşteri ve ürün desteği problemi yüzünden elemiş olacağım. Kalan firmaları ve cihazları ise değerlendirirken, ürün ve müşteri desteğini çok daha fazla önemseyeceğim. Bunu sizlere de tavsiye ederim. Samsung almayın diyemem, ancak telefon seçimi yaparken, satış sonrası destek konusunu ciddi ciddi değerlendirin. Aksi halde pişmanlık yaşamanız olası.


2 Nisan 2015 Perşembe

Elektriksiz Olmuyormuş

Malum elektriksiz kaldık...Uzun saatler boyunca memleketin çoğu elektriğin insan hayatı için ne kadar önemli hale geldiğini bir kez deha acı bir şekilde deneyimledi.

Elektrik kesilince internete giremedik. Sizi bilmem ama benim mobil internetim de kesilmişti. Hatta telefon görüşmelerinde dahi kesintiler yaşandı. Adeta kör ve sağır olduk. Gün ortasında üstelik.

Durumu eleştirenler de vardı. Biraz bırakın şu teknolojiyi, uzaklaşın, insanlarla yüzyüze iletişim kurun diyenler. Ancak onlar bile fazla dayanamazdı elektriksizliğe. Akşam televizyonları da çalışmıyordu çünkü. Eşi ve çocukları ile ilgilenmek yerine haberleri ve saçma sapan dizileri de izleyemeyeceklerdi.

Çocukken elektrik kesintisini özellikle kış aylarında çok yaşardım. O karanlık akşamlarda lüks lambası veya mum ile aydınlanırdık ama ben en çok yanan sobanın ateşini severdim. En oynak ışık oydu. Herkesin yüzünün bir yanı kızıl bir aydınlığa bürünmüş, diğer yanı karanlık. Ama bu görselliği çok sevdiğimden değil, babamın anlattığı hikayelerden keyif alırdım. Elektrik olduğunda hiç sözü edilmeyen konular gündeme gelirdi. Andersen'de bile bulamazsınız böyle güzel masal.

Elektrik insan hayatına yeni girmiş bir enerji. İnsanlık tarihinde elektrik kullanıma başlanmadan önce sadece şimşekler, yıldırımlar ve belki statik elektrik atlamaları ile bilinen bir şeydi ve yaşam için bir önemi yoktu. Oysa şimdi...

Fabrikalar duruyor, soğutuculardaki yiyecekler bozuluyor, insanlar yolda kalıyor, asansörler çalışmıyor ve onlarca katı karanlık merdivenlerden inip çıkmak gerekiyor...Bankacılık işlemleri duruyor, ödemeler yapılamıyor...Tam bir kaos ortamı.

Hal böyle olunca batı dünyasında elektrik kesintisi doğal afetle bir kabul ediliyor. Yani ha elektrikler kesilmiş, ha deprem olmuş, ha memleketi tsunami kaplamış... Yine de elektrik kesintisi nedeniyle yaşamını yitiren pek olmuyor.

Peki elektrikler neden kesildi?

Ben nedenini öğrenemedim. Teknik bir arıza dediler, terör dahil her olasılık değerlendiriliyor dediler. Enerji nakil hatlarından kaynaklanıyor olabilir dediler. Ama kesintinin 31 Mart'a denk gelmiş olması, Mart ayını icraatsiz geçiren bir veya bir grup kedinin galeyana gark edip yapmış oldukları bir eylemin neticesi de olabileceğini akla getiriyor.


30 Mart 2015 Pazartesi

FED Piyasalarla Kafa Mı Buluyor?

Hangi piyasada olursa olsun birikimi olup da yatırım yapanların tamamı FED'i, yani Amerikan merkez bankasını yakından takip eder. Ne yapıyor, ne yapacak merakla beklenir. Yetkililerin yapacağı açıklamalar takip edilir, satır araları okunmaya çalışılır.

Yatırım yapanlar FED'e bizim merkez bankasından daha çok önem verir. Neden mi? Neden güç meselesi. Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası piyasalara FED'e göre çok daha küçük bir güçle müdahale edebilir. Ayrıca bizim merkez bankası gölde yüzüyorsa FED okyanusta yüzüyordur. Bizim merkez bankasının harketinin oluşturacağı dalga sahili şöyle bir süpürürken FED'in elinde tsunami oluşturma potansiyeli vardır.

E bu kadar metafor yeter...Konuya dönelim...

Konu FED... Can sıkıcı olmadı mı sizce de yahu....Aylardır FED faiz artıracak mı? Ne zaman artıracak? Yıl sonuna kadar artırabilir (bu 2014'te söyleniyordu)...Şimdi yine yıl sonuna kadar artarmış da...mış da mış mış da mış arkadaş...Çocuk mu kandırıyorsun FED...

Sinirlerim bozuldu...E artıracaksan artır kardeşim...Ne bu naz. Ya da yok artırmayacağım de...

E faiz FED'in büyük silahı... Şöyle bir göstermesi bile yola getiriyor insanları... Tedirgin ediyor...FED zaten faiz ile piyasayı daha oranları artırmadan kontrol ediyor... Orkestra yöneten maestro gibi...

FED faiz artırmasın diye dua edenler de vardır kesin... Nasıl etmesinler...Piyasalar dalgalandı dolar durdurulamıyor...Bu çalkantı içinde bir de FED faizi artırırsa dolar artık 3 TL'yi geçer mi bilemem...Yalnız o seviyelere doğru şöyle bir tırmanacaktır...

Fena mı olur?

Valla olmaz uzun vadede... Bizim zırt pırt telefon değiştiren halkımız kredi batağına saplanır, telefon kredisini ödeyemeyip intihar eden asgari ücretlinin telefonuna banka el koyup icradan satar falan... İthal malı montajlayıp ihracat yapıyorum diye caka satan sanayicimiz saçlarını yolar...

Varili 50 doların altına inince kuruş kuruş, gıdım gıdım indirim yapılan benzin ve motorin fiyatları rekor üzerine rekor kırar...Benzinin litresi herhalde bir 7 TL'yi görür... 8 diyecektim de kalbinize inmesin dedim...

Gelecek kışa soba üreticileri yaşadı. Çünkü doğalgaz en az %30 zam yer.... İşin kötü tarafı kömür de ithal...Zaten memlekette ağaç mı bıraktık...

Ancak yerli üretim yapan hakiki yerli sanayi ihracat konusunda sevinir... Çalışan kazanır avantacılar üzülür... Uzun süre sancı çekilir sonra düzelir...

Ne olursa olur da bu FED faizi ne zaman açıklayacak kardeşim?

Çatlayacağız meraktan.... 

1 Nisan 2010 Perşembe

Türkiye'nin Önündeki Fırsatlar Ve Riskler

R.T.E kriz bizi teğet geçecek dediğinde haklı olarak bir yeri ile gülen yurdum insanının bu iddaya inanamamakta ne kadar haklı olduğunu gösteren bir istatistik açıklandı. Buna göre Türkiye 2009 yılında %4.7 küçülmüş.

Yüzde %4,7 küçük gibi gelebilir. Ancak, Türkiye'nin işsizlik rakamlarını düşürebilmesi için her yıl %9'un üzerinde büyümesi gerekmektedir. Aradaki açık yaklaşık 14 puan, bu da durumun ne kadar ciddi olduğunu gösteriyor.

Bununla birlikte, kriz bizi teğet geçmemiş de olsa, en azından bazı açılardan pek çok ülkeden daha iyi olduğumuz da bir gerçek. Türkiye'nin krizdeki ekonomisi hakkında haberler duymaktan bıktığımız medya, bu günlerde Yunanistan başta olmak üzere AB ülkelerinin ekonomisi hakkında kara haberler yayımlayıp duruyor. Bizde ise genelde iyi haberler var. Borç yükümüz azaldığı gibi, IMF'siz olarak bu derin krizi atlatmayı başardık. Zaten bu büyük krizi IMF'siz atlatabilmiş olmamız bile, tek başına takdir edilmesi gereken bir durum. Kendi kendini IMF'ye muhtaç eden bu ülke, IMF olmadan oldukça derin bir krizin üstesinden gelmeyi iyi kötü başardı, başarıyor.

Her ne kadar Türkiye küçülmüş olsa bile, ihracat rakamları çift haneli olarak artış gösteriyor. Bu da toparlanmanın hızlı olacağı yönündeki umutları artırıyor. İhracat demek, sanayide çarklar dönüyor demektir. Ancak ithalat rakamlarının daha hızlı artış gösterdiğini de belirtmek gerek. İthalat-ihracat söz konusu olduğunda rakamsal büyüklükler anlık durumu ifade eder, değişim hızlarına bakmak gerek gelişimin ne yönde olduğunu kestirebilmek için. Yani, ihracat artış hızımızın ithalat artış hızının üstünde olması gerek ki dış ticaret açığını kapatabilelim. Şimdilik görünen ise, açığın daha da büyüyeceği yönünde. Zafer Çağlayan çıkıp, bir zamanlar Kürşat Tüzmen'in yaptığı gibi, ihracat artış hızı ile övünecektir, kanmayın. İthalat artış hızından pek bahsetmeyecektir.

Ancak yine de, Türkiye pek çok ülkenin ihracat artış hızından daha yüksek bir ihracat artış hızına sahip olmuştur. Bu durum sürdürülebilirse, Türk firmaların uluslararası pazardaki payı artacaktır. İlerisi için umut beslememize neden olabilecek bir gelişme de budur.

Türkiye'de uygulanan sıkı para politikası nedeniyle iç talep oldukça düşüktür. Türk halkı düşük gelir, yüksek vergiler ve fiyatlar altında ezildiği için, tüketimi kısmış dudurmdadur. Bu durumun ekonomiye yansıması ise şöyledir. Yerli pazar dar olduğu için, yerli firmalar büyümek için ihracat yapmak durumundadır. Aynı zamanda, ihracata dayalı büyüme sağlanması ile ancak yeni iş imkanları doğabilecektir. İhracatın artması bu bakımdan da önemlidir. Yerli pazara yönelik yeni yatırım yapmak, yani iş imkanı yaratmak, şimdilik pek karlı değildir. Türkiye, ihracata dayalı büyüme sağlayabildiği sürece, hem işsizlik oranlarını aşağıya çekebilecektir, hem de dış ticaret açığını azaltabilecektir.

TUİK'in istatistiklerine göre, Türkiye, yukarda da belirttiğim gibi, pek çok ülkeden daha yüksek bir ihracat artış hızına ulaşabilmiştir. Bu durum devam ettiği sürece, Türk firmaları ihracat pazarlarında daha çok söz sahibi olabilecek, pazar payını daha da artırabilecek ve ihracata dayalı yeni yatırımlar yapmak için daha büyük bir istek duyacaktır. Türkiye'nin rekabet gücünü iyileştirmek için çaba sarfetmek gerekmektedir. Bu çaba sarf edilmediği takdirde, filmi başa alıp, çok geçmeden tekrar IMF'nin kapısına dayanmaktan başka yol kalmayacaktır.

1 Mart 2010 Pazartesi

Son Dış Ticaret İstatistikleri

Ekonomideki gelişmeler halka hep çarpıtılarak iletilir. İktidar partisi ya da partileri her zaman olumlu rakamlar üzerine vurgu yapar, olumsuz rakamları halka açıklamaktan kaçınır. Muhalefet ise tablonun olumsuz rakamlarını görür. Gerçek ise ne iktidarın söylediği kadar parlak, ne de muhalefetin iddia ettiği kadar karamsardır. Bunun böyle oluşu ekonomik verilerin tek başına bir anlam ifade etmemesi, diğer veriler ile kıyaslanarak yorumlanmasının gerekliliğinden kaynaklanıyor.

Tuik 26 şubatta ocak ayı dış ticaret istatistiklerini açıkladı. Açıklanan verilere bakıldığında, durum ciddi denilebilir. Önce aşağıdaki grafiğe bakalım.



Geçen yılın ocak ayının ihracat rakamı ile bu yılın ihracat rakamı neredeyse aynı, çok az bir düşüş var ( %0.3 ). Bununla beraber ithalatta önemli bir artış söz konusu ( %23.9 ). Sonuç olarak dış ticaret açığı %160.6 gibi büyük bir artış göstermiş. Yani makas açılmış.

Burada ihracat ve ithalat gibi değerlerinin çok önemli olmadığını belirtmeliyim. Yani ocak ayı ithalatımız 11.504 milyar dolar değil de 115.04 milyar dolar da olabilirdi. Böyle bir değişiklik elbette ki önemsiz denilemez, sonuçta arada 10 katlık bir fark var. Buna ekonominin derinliği denilebilir. Ancak asıl önemli olan dış ticaret açığı oran olarak nedir ve nasıl seyretmekte olduğudur. %160.6'lık bir dış ticaret açığı artışı kesinlikle sürdürülebilir değildir.

Tablonun karanlık tarafına bir göz attıktan sonra, biraz olsun umut veren tarafına bakalım. Sermaye mallarının ithalat içindeki payı geçen yılın ocak ayında %13.0 iken bu yıl %13,4 olmuştur. Rakamsal olarak 1203 milyon dolardan 1540 milyon dolara yükselmiş. Bu değişim Türk sanayicilerin yatırım yapmaya isteğinin krize rağmen artış gösterdiğini söylüyor. Yani sanayicilerimiz ya teknolojilerini yenilemek ya da işlerini büyütmek için yatırım malları ithal etmiş. Bu güzel bir haber, özellikle de işsizler için. Her açılan ya da kapasitesi artırılan fabrika, yeni işçiler demek ne de olsa. Ara malı ithalatımızda da bir miktar artış olmuş. Yani sanayide çarklar az da olsa dönüyor, ancak ara malı ithalatının hem rakamsal hem de oransal olarak artıyor oluşu iyi değil. Türk sanayiciler yerli üretim ara malları kullanmaktansa ithal etmeyi tercih ediyor ve bu da yerli üreticileri zor durumda bırakıyor demektir.

Sanayici kar peşinde koşar, yerli ara malı üreticilerinin üzerindeki maliyet yükleri azaltılırsa belki ara malı ithalatı azalabilir. Ama hükümetin derdi daha çok darbe planları, anayasa değişikliği gibi konular olduğu için böyle bir düzenleme gelmeyecektir.

Tablo budur. İstatistiklere Tuik'in sitesinden ulaşabilirsiniz.