insanlık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
insanlık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Mart 2020 Salı

Felaketler Yılı: 2020

Hemen her yeni yıla girerken olduğu gibi 2020 yılına girerken de iyi dileklerde bulunuldu. Sağlık, huzur ve mutluluk getirmesi temenni edildi. Hele hele ekonomik bir darboğaz yaşayan ülkemizde 2020'nin 2019 yılında yaşanılan sorunların geçtiği ve genel bir toparlanmanın başlayacağı umudu beslendi, büyütüldü. Umut tarlalarına yeni tohumlar ekildi, sulandı, ancak gerçeğin tırpanı acımasızca tüm filizlenen umutları şimdiden biçiverdi.

2020 yılına girdiğimizde zaten gergin olan gündem artan çatışma riskleri nedeniyle insanı tedirgin ediyordu. Ve beklenen er ya da geç gerçekleşti. Çok sayıda şehit verdik. Halen de tam ve kalıcı bir barış ortamı sağlanabilmiş değil. Bir yandan Suriye, diğer yandan Doğu Akdeniz derken bir de Libya... Gündem yoğun. Kahraman askerlerimiz görevlerini icra ediyorlar ve ülkemizin stratejik çıkarlarını koruma uğruna yeri geliyor can veriyorlar. Bize de bir yandan onlara destek vermek bir yandan da kalıcı barışın bir an önce sağlanmasını umut etmekten başka çare kalmıyor. Evet, her ne kadar gerçeği kanlı tırpanı tüm yeşeren umutları ivedilikle biçse de, sonuna kadar umut etmekten vazgeçmemeli insan. 

Silahlı çatışma çıkması ihtimali bir tek ülkemizin gerçeği değildi. İran ve ABD arasında da ciddi bir savaş olasılığı bir anda yükseliverdi. Hatta İran  bir sivil yolcu uçağını vurdu. Her savaşta olduğu gibi, olan yine masum sivillere oldu. Yanlışlıkla bir sivil yolcu uçağını vurmak her halde kolay kolay affedilemeyecek bir yanlıştır. Öyle ki mazeret kabul edilemez. Hele hele bir ülkenin semalarında uçan bir yolcu uçağını hedef sanarak vurması... Bir pilot olsam İran hava sahasını kullanmayı asla ama asla kabul etmezdim herhalde. 

2020 bize rahat bir nefes aldırmayacak gibi. Birden umulmadık bir anda deprem gerçeği bir daha acı bir şekilde yüzümüze tokatını patlattı. Evet, 2020 yılına tazelenen deprem korkumuzla başladık denilebilir. Ne başlangıç ama. Diğer yandan Avustralya cayır cayır yandı. Öyle böyle bir yangın değil. Aşırı su tükettiği için binlerce deveyi telef ettiler. Tam bir vahşet. Aynı zamanda doğanın karşısında insanın acizliğini de görmüş olduk. Evet, yıl olmuş 2020, bir taraftan Mars'a yerleşmeyi düşünüyor insanoğlu, diğer yandan koca bir kıta cayır cayır yanıyor ama, yangını söndüremiyor bile. 

Daha kötü ne olabilir derken bir virüs salgını Çin'de patlak verdi. Kaçınılmaz olarak ülkemize de sıçradı. İnsanları öyle bir korku sardı ki bu salgın pek çok sektörde çok sayıda firmanın iflas etmesine, pek çok kişinin işsiz kalmasına ve küresel bir büyük ekonomik buhran yaşanmasına yol açacak gibi duruyor. Evet, Mars'a yerleşme hayali kuran insanoğlu daha virüslerle başa çıkamıyor. Pek çok gelişmiş ülkenin sağlık sisteminin çok da güçlü olmadığı görüldü. Bizde salgın daha yeni başladı, ümidimiz çok yayılmadan kontrol altına alınması. 

Artık daha kötü ne olabilir diye kendi kendimize sormaktan korkar olduk. Öyle lanet bir başlangıç yaptık ki bu yıla devamından korkar olduk. Acaba bu yılın sonunu görebilecek miyiz? Endişeliyiz.

14 Mart 2020 Cumartesi

Meğer Ne Çok Korkuyormuşuz Ölümden...

İnsanların uzun yaşamak istemesini anlamak zor değil. Ancak asıl önemli olan kaliteli yaşamak olmalı. Uzun ama kalitesiz bir hayat yaşamak yerine kısa ancak kaliteli bir hayat daha tercih edilir olmalı kanaatindeyim. Önemli olan bu dünyada ne kadar çok kaldığınız mı yoksa yaşadığınız hayattan ne kadar keyif aldığınız mı? İşte bu nokta biraz çetrefilli.

Uzun bir süredir gündemi meşgul eden, insanları paniğe sevk eden Corona virüsü ölüm gerçeğini bir kez daha insanlara hatırlattı. Öyle ki tüm dünyada insanlar hastalanıp ölme korkusu ile pek çoğu saçma sapan ve faydasız şeyler yapıyor. Oysa istatistiklere bakıldığında Corona virüsü pek çok diğer hastalıktan daha ölümcül değil. Ancak bir şekilde ölüm hastalık ve ölüm korkusu medya aracılığı ile insanlara pompalandı ve bir panik ortamı oluştu. Bu öyle bir hal aldı ki tüm dünya ekonomisini uzun sürecek bir resesyona sürükleyecek gibi görünüyor. Öyle ki 1929-1930'lu yıllarda ABD'de görülen büyük buhranın bir benzerini küresel düzeyde yaşayabiliriz. Tek nedeni ise ölüm korkusu.

Öncelikle söz konusu virüs ciddiye alınması gereken bir risk. Özellikle yaşlılar ve bağışıklık sistemi zayıf olan kişiler için son derecede tehlikeli. Ancak genel olarak ölüm oranı olarak %3'ler seviyesi veriliyor. Bu oran küçümsenmeyecek bir oran. Eğer ülkemizde herkesin enfekte olduğunu düşünürsek ve ülke nüfusunun 83 milyon olduğunu kabul edersek yaklaşık 2,5 milyon kişinin hastalık nedeniyle yaşamını kaybedeceği istatistiki verilerden çıkarılabilir. Kimse böyle bir tablonun oluşmasını elbette istemez.

Ancak olaya farklı pencerelerden bakmak da mümkün. Ciddi bir hastalığınız olduğunu ve doktorların size ameliyat seçeneği sunduğunu düşünün. Ve bu ameliyat başarılı geçse dahi iyileşme olasılığınızın %3 olduğunu söylediklerini kabul edin. Kim böyle düşük bir olasılığa umut bağlayıp ameliyat masasına yatar. Ancak hastalığı ölümcül olan ve başka alternatifi kalmayanlar değil mi. İyileşme olasılığımızı dikkate alıp ameliyat olmayacağımız seviyede bir ölüm olasılığı ise hayatımızı durdurabiliyor lakin.

Ayrıca obezite, sigara tüketimine bağlı hastalıklar, kalp krizi, kanser gibi pek çok hastalık her gün Corona virüsünden çok daha fazla sayıda insanın yaşamını kaybetmesine neden oluyor. Bununla birlikte insanlar sağlıksız beslenmeye, sigara içmeye (ben dahil), spor yapmamaya devam ediyor. Aşırı kilo, sigara, bol şekerli asitli içecekler, egzersiz içermeyen monoton yaşam tarzı ve stres sağlığımızı Corona virüsünden daha mı az tehdit ediyor? İnsanların ölüm nedenlerine bakıldığında durum hiç de öyle görünmüyor.

Bu Corona virüsünü dikkate almayın demek değil. Sağlıklı beslenin, hijyen kurallarına riayet edin, egzersiz yapın, bağışıklık sisteminizi güçlendirin ve stresten uzak durun. Böylece eğer hastalığa yakalansanız dahi iyileşen %97'nin içinde olma olasılığınız kuvvetle muhtemel olacaktır. Yani eğer yaşınız çok ileri değilse ve bağışıklık sisteminiz yeterince güçlüyse yaşamınızı zehir etmenin anlamı var mı?

27 Şubat 2020 Perşembe

Boşluk

Nasıl tarif edersiniz boşluğu? Uzayda içi boş bir hacim mi dersiniz? Güzel bir açıklama. Üstelik son derecede esnek. Uzayı alın değiştirin. A uzayında B uzayında deyin. Her uzaya uyarlayabilirsiniz. Boşluk neredeyse oranın uzayı oluversin. Ne kadar kolay değil mi? Zaten böyle kolayına gidince bazen, basitleştirince bir şeyleri, kavraması daha kolay oluyor her şeyi. İlla ki girift denklemlerinde boğulmak zorunda değiliz ki problemlerin.

Yani demem o ki; boşluk var boşluk var. İstemediğin kadar. İster fiziksel bir denklemde çıksın karşına, ister sahip olduğun zamanda, ister yüreğinin tam ortasında... İster dilinde...

Tadı nasıldır boşluğun? Metaliktir bence. Soğuk, sert ve tatsız. Ya görüntüsü. Boşluğun görüntüsü var mıdır ki? Boşluğun görüntüsü yoktur aslında. Onu gösteren sınırlarındaki dolu alanların varlığıdır sadece. Boşluk boşluktur. Dolmamış, doldurulamamış, eksik kalmış, yarım kalmış... Metal tadında, demir tadında, çelik tadında... Soğuk...

Boşlukları doldurmak mümkün müdür? 

Hangi boşluktan söz ediyoruz burada? Önce onu bilmek gerek. Bilmek için tanımlamak, ne olduğunu anlamak gerek. Boşluk anlaşılır mı? Anlaşılamazdır boşluk. Sadece hissedilebilen bir şeydir o. Hissedilir ama anlaşılamaz. Tanımlanabilir ama. Boşluk dersin, şurada dersin, tam da şurada... Ama anlayamazsın. Boşluk anlamsızlıktır çünkü. 

Peki ne yapacağız boşluklarla? 

İşte asıl soru da bu. Ne yapacağız bu boşluklarımızla. Dolduramadığımız boşluklarla. Üstelik her geçen gün artan ve büyüyen boşluklarla. Biz bir gün düşüp içine kaybolana kadar bir cevap bulabilecek miyiz? Yoksa hiçliğin içine varlığımızı gömecek miyiz? İşte asıl soru bu? Cevaplanması gereken bir soru. Ancak cevaplaması bir o kadar zor olan bir soru. 

Boşlukları doldurmak mümkün müdür? 

Belki? Ama onlar kendiliğinden dolma eğilimindedir bana göre. Gözlemlerim bunu gösteriyor. Ya da dolmama. Biz doldurursak hata yapıyoruz hep. Su şişesine sirke doldurmak gibi. Evet boşluk doluyor belki ama yanlış olanla doluyor. Doğrusu olsa zaten kendi gelir bulur dolduracağı yeri. Boşuna dememişler, "Su akar yolunu bulur" diye. Ama su gerçekten akıp yolunu bulacak mı? Bekleyecek miyiz? Bekleyen pek az. Ne yazık ki hep yanlışlarla dolduruyor insanlar boşluklarını. Netice kaçınılmaz hüsran genelde. Hüsran olmasa bile bir yanı boş kalıyor yine de boşluğun. Bir tarafı eksik. Yırtık çorapla soğuk bir yere bastığınızda o yırtık yerin üşümesi gibi, ara sıra hissettirir kendini. Ara sıra derken çok iyimser olduğumu da belirteyim.

Boşluklar, boşluklar... 

Boş verip geçmek gerek belki. Ama çok da boş verince boşluklarını içi kof bir ağaç gibi oluyor insan. Dıştan bakınca hayran bırakan ama içten içe çürümüş olan bir ağaç gibi. 

Boş boş yazdım bu yazıyı bir boşluğuma denk geldi. Eğer siz de okuduysanız bir boşluğunuza gelip, üzülün kendinize. Bu yazıyı okuyacak kadar boş olduğunuza üzülün. 

11 Şubat 2020 Salı

Durmadan Karşımıza Yeni Virüsler Neden Çıkıyor?

Yok kuş gribi yok domuz gribi yok bilmem ne gribi! Hep de grip hep de grip... Sık sık karşımıza yeni bir grip salgını çıkıyor ve hemen hepsi de bir hayvandan insana geçiyor. "Acaba bunun nedeni ne olsa ki?" diye hiç düşündünüz mü? Gelin çoğu saçma sapan komplo teorilerini bir yana bırakalım ve lise biyolojisinin bile konuyu temel düzeyde kavramak için yeterli olduğu virüslerin dünyasına şöyle bir dalalım.

Öncelikle insanlarda hastalık yapan beş temel canlı türü vardır. Amip gibi tek hücreli canlılar, mantarlar, bakteriler, bağırsak kurdu ve tenya gibi parazitler ile virüsler. Bunların arasında virüslerin canlılığı biraz tartışmalıdır. Virüslerin dışındakiler normal hayat döngülerinin en azından bir bölümünü insan vücudunda sürdürmeye kalkarsa hastalığa yol açarlar. Örneğin enfeksiyona yol açan bakteriler tıpkı bağırsaklarımızdaki milyarlarca simbiyotik bakteri gibi canlılığını sürdürmek ve çoğalmak ister ancak onların eylemleri metabolizmamızı olumsuz etkiler ve hastalığa neden olur. Bağırsaklarımızdaki bakteriler ise hem sindirimimize yardım eder hem de bizim sentezleyemediğimiz bazı maddeleri bize sağlarlar. Haliyle karşılıklı kazan-kazan ilişkisi vardır. Ancak virüslerde durum biraz daha değişiktir. 

Virüsler çok çok küçüktür. O kadar küçüktürler ki mikroskop altında dahi görülmesi zordur. Yapı ve şekil olarak farklılıklar gösterseler de temelde bir DNA veya RNA ile bunu çevreleyen bir kılıftan oluşurlar. Kılıfın üzerinde çeşitli girinti ve çıkıntılar ya da uzantılar bulunabilir. Virüs bir canlı hücre ile temas ettiğinde eğer kılıfındaki proteinler ile hücre zarı birbirine uyuyorsa adeta bir anahtarın kilide uyması gibi hücre zarına tutunur, hücre zarında bir delik açarak genetik kodunu hücrenin içine gönderirler. Virüse ait genetik kod hücre içine girdiğinde hücrenin tüm kaynaklarını adeta sömürerek kendi çoğaltır. En sonunda hücre dayanamayarak parçalanır ve ortaya yüzlerce kopyalanmış virüs yeni kurban hücreleri enfekte etmek için yayılır.

Virüs ve hücre zarı arasında uyum yoksa virüs o hücreye bağlanıp genetik kodunu hücrenin içine aktarmaz. Yani hücreyi enfekte edemez. Haliyle her virüsün enfekte edebileceği hücreler belirlidir. Hatta virüsler aynı canlıdaki farklı dokuları enfekte edebilirler. Örneğin grip virüsleri sinir hücrelerini veya karaciğeri enfekte etmeyebilir. Bu durum insanlarda çok hafif atlatılan bazı hastalıklara yol açan virüslerin diğer başka canlılarda son derecede ölümcül olabilmesini de sağlar. Örneğin insanda hafif bir hastalığa yol açan bir grip virüsü farelerde çok daha hayati organ ve dokuları tahrip ederek ölümcül olabilir. Bunun temel nedeni anahtar-kilit uyumudur. 

Virüslerin genetik kodunu hücre içine aktardıktan sonra kendini çoğalttığını söyledik. Bu çoğaltma sırasında zaman zaman küçük hatalar meydana gelir. Bu hatalar aslında mutasyondur. Mutasyon sonucu genetik kodu ilk virüsten farklı bir virüs ortaya çıkar. Genetik kodun farklılığı bu virüsün kılıfının da farklı özellikte olmasına yol açar. Yani anahtar değişir. Anahtar değişince artık farklı kilitlerle uyumlu hale gelebilir. 

Eğer kuşlarda veya herhangi bir başka canlıda hastalık yapan ancak insana ait hücreleri enfekte edemeyen bir virüs uğrayacağı bir mutasyon sonucu insan hücrelerine uyumlu hale gelirse artık insanlarda da hastalığa yol açabilir hale gelir. Kuş gribi ve domuz gribinin insana geçişi böyle olmuştur. Mutasyon sonucu bu canlıları enfekte eden bir virüs insanları da enfekte edebilir hale gelmiştir. 

Virüslerden kurtulmak kolay değil. Görece sıklıkla mutasyon yaşadıklarından değişip durduklarından kalıcı önlem almak da mümkün değil. Örneğin bağışıklık sisteminizin tanıdığı ve artık sizi hasta edemeyecek olan bir grip virüsü geçireceği bir mutasyonla başkalaşarak artık bağışıklık sisteminizin tanımadığı bir virüse dönüşerek sizi tekrar hasta edebilir. Grip aşılarının her yıl yenilenmesi bu nedenledir. Bir önceki yıl tespit edilen ve aşısı üretilen tüm grip virüsleri için aşı üretilir ve virüsler her yıl değiştiğinden bu aşınını da her yıl güncellenmesi gerekir. Aynı nedenle grip aşılarının koruyuculuğunun %100 olamamasının nedeni de bu mutasyonlardır. Aşının içinde yer alan bir virüs sizi hasta etmeyebilir ancak hasta ettiği bir arkadaşınızda mutasyona  uğrar ve size ulaşırsa aşınız bu yeni mutasyona uğramış virüse bağışıklık sisteminizi hazırlamadığından sizi hasta edebilir. 

Kısacası virüsler doğanın bir parçası ve sıklıkla mutasyona uğruyorlar. Her mutasyon neticesinde ortaya önceden özellikleri kestirilemeyen virüsler çıkıyor. Normalde insanlarda hastalığa yol açamayan fakat farklı canlılarda hastalık yapabilen virüsler mutasyonla insanları hasta edebilir hale dönüşebiliyor. Bu nedenle ister kuş olsun ister domuz ya da herhangi bir başka canlı için hastalık yapan virüs insana geçebiliyor. Bu da gelecekte daha çok defa hayvanlardan insanlara geçen virüslerin  yol açtığı salgınlarla karşı karşıya kalacağımızı öngörebiliriz. Ne kadar tehlikeli olacakları konusunda ise kimse böyle bir salgın başlamadan kimse bir şey söyleyemez. 

10 Şubat 2020 Pazartesi

Nüfus Artışı Nereye Kadar?

Dünya nüfusu 7 milyarı aştı ve 8 milyara doğru gidiyor. 2050 yılında 9.7 milyara ulaşması beklenen dünya nüfusunun içinde bulunduğumuz yüzyılın sonunda 11 milyara ulaşması bekleniyor. Tabi ki bu beklentinin içinde olası salgın hastalıklar ve savaşlar ne kadar hesaba katıldı bilemiyoruz. Ayrıca dünyadaki pek çok ülkede nüfus artışı durmuş ve hatta bazı ülkelerde nüfus azalmaya başlamış durumda. Buna en dramatik örnek olarak Japonya verilebilir.

Nüfus artışı ülkeler için önemli. Nüfus ülkelerin gücünün ölçümünde dahi kullanılıyor. Demografik güç doğrudan nüfusa bağlı bir unsur olarak ülkelerin gücünün kıyaslanmasında kullanılıyor. Sonuçta nüfusu kalabalık bir ülke çok sayıda savaşabilecek askere de sahip oluyor. Ancak bu yazıda askeri konulara değinmeyeceğim.

Ekonomi açısından da nüfus önemlidir. İstisnasız her insan ya hem üretici hem tüketici ya da sadece tüketici olarak ekonomik sistemde yerini alır. Sadece tüketiciler grubuna herhangi bir alanda üretim yapamayacak kadar sağlık sorunları olan hastaları, küçük çocukları ve emekli maaşı ile geçinen yaşlıları koyabiliriz. Geri kalan nüfus mutlaka bir şeyler üretiyor ve tüketiyordur. Burada üretim tarladaki bir üründen fabrikadan çıkan bir mala veya kuaförün kestiği saça kadar her türlü mal ve hizmeti kapsarken, tüketim ise bu mal ve hizmetlerin bedel karşılığı kullanılmasıdır.

Ekonomilerde üretim tüketim tarafından tetiklenir. Ne kadar çok tüketim olursa, yani talep fazla ise üretim yapanlar o kadar çok üretmek isteyecektir. Nüfusun çokluğu da mal ve hizmetlere olan talebin artması demektir. Yani müşteri sayısı artıyor, pazar büyüyordur. Basit bir örnekle nüfusu 100 bin olan bir ülkede pantolon üreten bir işletme yılda 10 bin pantolon satabiliyorsa aynı işletme nüfus 1 milyon olması halinde 100 bin pantolon satabilecek denilebilir. Elbette buradaki düz mantık genellikle gerçek hayatta bire bir örtüşmese de ekonominin mantığını kavramak için kullanılır ve iktisatta ceteris paribus (diğer değişkenler sabitken) olarak bilinir.

Daha fazla insan daha fazla müşteri, daha büyük pazar ve daha çok gelir anlamına geldiğinden büyük işletmeler için nüfus artışı kar potansiyellerinin de artışı anlamına gelir. Elbette ki piyasadaki işletme sayısı da artacağından rekabet ortamı zorlaşacaktır ancak pasta büyümektedir ve pastadan alınan pay oran olarak sabit kalsa bile pasta büyüdükçe reel anlamda büyüme yaşanacaktır. Bu nedenle iş dünyası nüfusun büyümesini ister.

Sosyal güvenlik sistemleri nüfus artış hızı düşük ülkelerde zarar eder. Bunun nedeni de emekli maaşı ödenmesi gereken kişi sayısının çalışıp prim ödeyen kişi sayısından çok çok fazla hale gelmesidir. Nüfus artarsa iş hayatına atılıp çalışacak ve prim ödeyecek kişi sayısı da artacağından sosyal güvenlik sistemlerinin açığı azalır. Hatta tamamen kapanması dahi olasıdır. Nüfusu azalan ülkelerde sosyal güvenlik sisteminin açığı kamu maliyesinin üzerine çok büyük bir yük olarak biner. Çaresi ise nüfus artışıdır. Almanya gibi ülkelerin dışarıdan işçi almasının nedenlerinden biri de bu açığı kapatmaktır.

Nüfus azalan ülkelerde işletmeler personel bulmakta da zorlanacaktır. Emekli olan ya da bir nedenle işten çıkan bir kişinin yerine yeni personel bulmak nüfus azlığı nedeniyle zorlaşacaktır. Çünkü emek piyasası küçülecek, emek arzı daralacaktır. Bunun çaresi Almanya başta olmak üzere çeşitli Avrupa ülkelerinin yaptığı gibi işsizliğin çok olduğu ülkelerden emek ithal ederek çözülebilir. Ancak bu  da sosyal sorunlara yol açmaktadır. Hatta ülkelerin demografik yapısına zarar vermektedir. Almanya'da almandan çok göçmen olduğu bir gelecek olasıdır. Peki göçmenler kendi kültürel özelliklerini terk edip almanlaşacak mıdır yoksa nüfusu azalan almanlar kendi öz yurtlarında bir azınlık haline gelecek ve ülkelerinin kültürel ve sosyolojik dokusu göçmenler tarafından belirlenir bir hale mi gelecektir? Bu gelişmiş ve nüfusu artmayan hatta azalan ülkelerin önündeki en çetin sorulardan biridir.

Dünya nüfusunun artışı ülkeler tarafından askeri amaçlarla istenir, iş dünyası tarafından istenir, sosyal güvenlik kurumları tarafından istenir peki dünyamızın bir limiti yok mudur?

Asıl problem burada başlıyor. Dünya'da çok geniş alanlara yayılan devasa şehirlerde iç içe yaşayan insanlar trafik, stres, strese bağlı psikolojik bozukluklar gibi pek çok problemle başa çıkmak zorunda kalmaktadır. Aynı zamanda artan nüfusun beslenmesi gereklidir. Ancak şehirleşmeye açılan tarım alanları, sanayi atıkları ile kirletilen toprak ve sular, yok olan canlı türleri, kesilen yağmur ormanları dünyanın dengesinin iyice bozulmasına yol açmakta, bir yandan da insan sağlığını ve yaşamını tehdit eder hale gelmektedir.

Dünya'daki tarım alanları dünya nüfusunu doyurmak için yetersiz hale geldiğinde çözüm olarak fabrikalarda üretilen sentetik gıdalar tüketilmek zorunda kalınabilir. Matrix filminde örneğini gördüğümüz gibi, vücut için gerekli gıdaları içeren tamamen sentetik gıdalar tüketiyor olabiliriz. Hoş bir düşünce değil ancak şu anda bile tükettiğimiz gıdaların büyük bir bölümü hormonlu, GDO'lu... Bu şekilde üretilen tarım ürünlerinin insan sağlığına zararının olmadığını kabul etsek bile, dilimiz, damağımız bize bunların lezzet yoksunu olduğunu açıkça söylüyor. Sadece bitkisel ürünler de değil, meralarda otlayarak beslenen bir hayvanın etinin lezzetini mandırada neredeyse hiç gün ışığı görmeden hazır yemlerle beslenmiş bir hayvanın etinde bulamazsınız.

Damak tadı sonradan geliştiğinden gelecek nesiller doğal meyve ve sebzelerin ve doğal ortamda yetişmiş hayvanların etinin, sütünün, yumurtasının tadını bilmeyecek ve hormonlu, GDO'lu üretilmiş gıdalara alışacaktır. Onlar için bu konuda üzülsek de asıl sorun gıdanın yeterli olup olmayacağıdır. Tarım alanları yetersiz kalmaya başladığında ve fabrikasyon gıdalar piyasaya sürüldüğünde gıda fiyatları da ciddi oranda artacaktır. Özellikle de fakirler üzerinde ciddi yıkıcı etki gösterebilecek olan böyle bir senaryoda çok ciddi toplumsal krizler yaşanabilir. Çünkü insan beyninin bir kısmı hayatta kalma ve üreme gibi karşı konulması güç ve ilkel dürtülerin üretildiği ancak sosyal öğrenmeyle baskılanmış haldedir. Açlık ise hayatta kalma güdüsünü tetikleyerek insanları saldırgan canlılara dönüştürebilir.

Ayrıca dar alanlara sıkışan, gün ışığı görmeden çok uzun süreler kapalı alanlarda çalışılan hayatlar insan psikolojisini bozarak depresyona yol açmaktadır. Haliyle daha kalabalık bir dünya daha sorunlu toplumlar demek olacaktır. O halde nüfus artışına insanlar bir çözüm bulmak durumundadır. Ancak nüfusun artmamasının ve hatta azalmasının yaratacağı sorunlara da bir çözüm bulmak gerekecektir. Gelişen teknoloji ile pek çok işin robotlara devredilmesi böyle bir dünyayı mümkün kılabilir. Pek çok can sıkıcı işi robotlar yapabilir. Ancak bu durumda robotlar tarafında işleri elinden alınan insanlar hayatlarını nasıl idame ettirecekler. Yıllarca bir işi yapmış, o alanda uzmanlaşmış bir kişinin bir anda işini kaybettiğini düşünün. Böyle birinin daha önce hiç çalışmadığı bir alanda iş bulabilmesi ne kadar mümkün olacaktır? Küçük bir azınlık dışında geneli büyük bir travma yaşayacaktır.

İnsanlığın önünde çok büyük sorunlar var ve bu sorunların en büyüklerinden biri de nüfus artışı. Dünyamızın kaldırabileceği bir limit var. Ve belki de biz o limiti çoktan aştık ya da aşmak üzereyiz.

2 Şubat 2020 Pazar

İnsanlığı Bekleyen Tehlike: Tersine Evrim

-Bu yazı en hakiki mürşidi ilim olanlar içindir.

Evrimin ne olduğu bilindiğinden bu yazıda açıklamaya gerek duymuyorum. Ancak bilmeyenlerin öncelikle evrimin ne olduğu hakkında güvenilir, bilimsel kaynaklardan gerekli araştırma ve okumaları yapmalarını önerebilirim.

Hayatın tek bir temel görevi vardır, neslin devamını sağlamak. Bu görevin ifası içinse dünyaya geldikten sonra hayatta kalarak üreme eylemini gerçekleştirebilmek gerekir. O nedenle hayvanlarda iki büyük ve karşı konulması zor temel içgüdü vardır. Birincisi hayatta kalmak, ikincisi de üremek. Esas amaç üremek olsa da bu ilk saydığımız hayatta kalmanın gerçekleşmiş olmasına bağlıdır. 

Doğadaki her canlı bu iki amacı yerine getirebilmek için çeşitli silahlara veya hilelere sahiptir. Bu silah ve hileler bazen bir canlının feda edilmesini gerektirebilmektedir. Örneğin belirli avcılar tarafından avlanan bir canlı, o avcıların hiç sevmediği tada sahip bir madde üretebilir. Avcı bu canlıdan bir tanesini ilk defa avladığında tadını beğenmez. O avlanan canlı hayatını kaybetmiş olabilir ancak av olarak avcının bir daha kendi türünden bir başka canlıyı avlamamasını sağlar. Neslin devamında türün devamlılığı bazen soyun devamlılığına öncellenmiştir. 

Biz insanlara bakıldığında vahşi hayvanlardan üstün fiziksel hiçbir özelliğimizin olmadığı görülür. Taksonomide aynı sınıfta yer aldığımız diğer memelilerin arasında bizden daha yavaş koşan kaç hayvan sayabilirsiniz? Fok balıkları, morslar, yunus ve balinalar gibi denize adapte olmuşlarla uçan yarasayı saymazsak, karada yaşayanalarda bizden daha yavaşı var mı? Tabi saydığımız suya adapte olanlar bize göre çok iyi yüzücüler, yarasa daha da gelişmiş sayılır, uçuyor. Üstelik doğal radar sahibi.

Bizi koruyacak keskin dişlerimiz, pençelerimiz yok, kamufle olamıyoruz, bizi soğuktan koruyacak kürkümüz yok, gece görüşümüz, kulaklarımız, gözlerimiz zayıf. Doğadaki pek çok hayvan bizim için hayati bir tehdit unsuru olabilir(di) eğer o bizi biz yapan o muhteşem silaha sahip olmasaydık. Yüksek öğrenme, öğrendiklerini yorumlama ve yeni nesillere aktarma yetisi. Buna ister zeka deyin ister akıl. Her iki kelime de yetersiz kalacaktır. 

Evrimsel süreçte diğer pek çok canlıya göre anatomik ve fizyolojik yapımızın bize verdiği zaafiyeti beynimizi kullanarak kapatabildik ve hatta çok çok avantajlı bir hale geldik. Dünyanın hakimi olduk. Hatta tüm dünyaya hükmettik. Hatta dünya yetmedi, gözümüzü uzaya diktik. 

Zaman içinde öğrendiklerimiz birikti. Her yeni bilgi yepyeni yeni bilgilere ulaşacağımız yollar çıkardı önümüze. Bilgi, öğrenme ve keşiflerin insanlık tarihi boyunca tutarlı bir grafiği yapılsa doğrusal değil üstel fonksiyon grafiğine benzer bir grafikle karşılaşılacağı kesindir. Çünkü her keşif yepyeni imkanları insanların önüne sunmuştur. Örneğin ateşin icadı hem yeme kültürünü değiştirmiş, haliyle yemekleri pişirme teknikleri ortaya çıkmış, hem toprağı pişirerek seramik eşyalar yapılmasını mümkün kılmış, hem ısınma ihtiyacını gidermiş, hem ufak ufak metalurjinin ve malzeme biliminin ilk adımlarının atılmasını sağlamıştır. 

İçinde bulunduğumuz çağa göre şimdiye kadar bahsedilen konular son derecede ilkel gelebilir. Doğrudur. Ancak insanlığın temeli böyledir. 

Günümüzde ise tam bir bilgi ve teknoloji çağındayız. Artan bilgi birikimi yeni gelişmelerin çok daha kısa sürede ortaya çıkmasını sağladı. Bu hızlı gelişme o noktaya geldi ki artık insan hayatındaki koşullar eskiye göre çok daha hızlı değişiyor. Örneğin bilinen ilk fotoğraf 1826 yılında çekilmiştir. İlk dijital fotoğraf makinesi için patent başvurusu 1972 yılında yapılmıştır. Tam 146 yıl sonra. Tabi bu ilk makine kimsenin yanında taşımak istemeyeceği kadar büyük ve ağır bir cihazdı. Ancak uzunca bir süredir cebimizdeki telefonlarda fotoğraf makinesi var, hatta artık pek çoğunda birden çok fotoğraf makinesi bulunuyor. Yaklaşık 150 yılda analogtan dijitale geçiş yapılırken, dijitalin cep telefonuna dahi sığacak boyuta inmesi 40 yıldan kısa sürmüş durumda. Korkunç bir gelişim ivmelenmesi değil mi?

İçinde bulunduğumuz teknoloji çağının bize sunduğu nimetler pek çok açıdan hayatımızı kolaylaştırıyor. Evimizde oturduğumuz yerden hiç kalkmadan istediğimiz yemeği sipariş edebiliyoruz. Gideceğimiz yeri bilmemize gerek yok, ya da sora sora öğrenmemize de gerek yok, harita okuyabilmemize de gerek yok, navigasyon bizi götürecektir. "Hey Siri!" ya da "Hi Google!" demeniz pek çok merak ettiğiniz bilgiyi size sunabilir. Döviz kuru, hava durumu ya da herhangi bir bilgi, sorun yeter. 

Bilgiye ulaşmak bu kadar kolaylaşınca insan ve bilgi denkleminde en temel organ olan beynin yükü hafifliyor. Artık daha az bilgiyi hafızamızda tutmak zorundayız. Yakın gelecekte tam otonom otomobiller hayatımıza girdiğimizi düşünün. Aracının otonom sürüş sistemi bozulsa ve kendi kullanmak zorunda kalsa pek çok kişi sabah işe gideceği yolu bulamaz hale gelir mi sizce? Cevabınız evet, yoksa değil mi?

Anlık tercümanlık yapan cihazlar da geliştiriliyor. Siz ana dilinizde konuşuyorsunuz cihaz söylediklerinizi hemen istediğiniz dile çeviriyor. Yani artık yabancı dil öğrenmek de çok gerekli olmayabilir. 

Peki beynimizi ne yapacağız o zaman? Ona yapacak pek iş bırakmıyoruz. Ve 
ünlü Fransız biyolog Lamarck'ın kullanılan organların gelişip, kullanılmayan organların köreleceği tezi -ki doğruluğu gözlemle tespit edilse de yeni nesle aktarılıp aktarılamadığı net değildir- dikkate alındığında beynimize yeni uğraşlar bulmazsak eğer yavaş yavaş hayatta kalıp, neslimizi devam ettirip, dünyanın hakimi olmamızı sağlayan en güçlü silahımızın giderek köreleceği, zayıflayacağı, kapasite kaybına uğrayacağı sonucunu çıkarabiliriz. 

Eğer Lamarck haklıysa teknoloji beynimizi daha az kullanmamızı sağlayarak bizi aptallaştırabilir. Böyle bir durum tersine evrim değil de nedir? Üstelik toplumlarda yüksek zeka sahibi insanların genellikle ya hiç çocuk sahibi olmadıkları ya da az sayıda çocuk sahibi oldukları görülürken ortalama zekaya sahiplerin çok çocuk sahip olmasıyla toplumların gen havuzunda yüksek zeka genlerinin frekansının giderek düştüğü yönünde görüşler uzun süredir dillendirilmektedir. 

Eğer çizdiğimiz olumsuz tablo bu şekilde devam ederse çok değil birkaç nesil sonra dünyada düşük zekalı bir çoğunluk ve onları kontrol eden yüksek zekalı bir elit kesim oluşabilir. Yüksek zekalı elit kesimle düşük zekalı kesim arasındaki ilişki sahip-köle ilişkisine dönüşebilir. Geçmişte benzer bir ikilik Homo Neanderthalis ve Homo Sapiens'lerin karşılaşmasında yaşanmıştı. Neticede tam bilinemese de ya Homo Neanderthalis'ler bizler, yani Homo Sapiens'ler tarafından katledildi ya da bu iki insan türü kaynaştı. Ancak gelecekte ne toplu bir katliam ne de bir birleşme, kaynaşma olacağını beklememek gerekir. İnsan nesli alt insan ve üst insan olarak ikiye ayrılacak, alt insanlar adeta işçi arı görevini görürken üst insanlar kendi aralarında liderlik mücadeleleri vereceklerdir. 

Belki de kölelik insanlık için kaçınılmazdır?

13 Ocak 2020 Pazartesi

Para İle Saadet Olur Mu Olmaz Mı?

Para ile saadet olmaz sözü ne tam anlamıyla yanlış ne de tam anlamıyla doğrudur. Bu durumu tam olarak irdeleyebilmemiz için öncelikle saadetten ne anladığımız netleştirilmelidir.

Saadet: Türkçe sözlükte tam karşılığı olarak mutluluk olduğu görülen saadet, insanın tüm ihtiyaçlarını eksiksiz ve sürekli olarak karşılayabilmesi neticesinde duyduğu kıvanç, ongunluk olarak tanımalanabilir.

Sözlük anlamından da anlaşıldığı üzere saadet için insan ihtiyaçlarının eksiksiz ve sürekli olarak karşılayabilmesi gerekmektedir. İnsan ihtiyaçları ise maddi ve manevi olarak ikiye ayrılabilir. Maddi ihtiyaçların karşılanabilmesi için para şarttır. Ancak manevi ihtiyaçları karşılayabilmek için paradan fazlası gerekir. Bu durumda para ile saadet olmaz önermesi, manevi ihtiyaçları para ile karşılamak çoğu zaman mümkün olmadığından kısmen doğru, ancak maddi ihtiyaçları ancak para ile karşılamak mümkün olduğundan kısmen yanlıştır.

Ancak maddi ihtiyaçlar ile manevi ihtiyaçlar arasındaki ayrım her zaman o kadar net değildir. Eskiyen bir elbiseyi yenilemek, ev, araba almak, evinin temel ihtiyaçlarını karşılayabilmek gibi olmazsa olmaz ihtiyaçlar temel maddi ihtiyaçlar olarak gösterilebilir. Bunların karşılanamaması durumu insanda stres oluşturur. Ayın sonunu nasıl getireceğini kara kara düşünen bir kişi pek de saadet içinde sayılmaz. Hatta içinde bulunduğu sıkıntılı durum uzun sürmesi halinde psikolojik sorunlar yaşamasına yol açabilir. Haliyle maddi ihtiyaçların karşılanmasının manevi bir yönü de vardır.

Bununla birlikte her manevi ihtiyacın maddi durumla ilgisi yoktur. Sevmek, sevilmek, saygı görmek gibi ihtiyaçlar bunun başında gelir. Varsıl bir ailesi olan ancak annesini bir nedenle kaybetmiş genç bir çocuğun hissedeceği anne sevgisi ihtiyacını maddi imkanlarla karşılamak mümkün değildir. Ya da sırf ailesi başka bir yere taşınıyor diye en yakın arkadaşlarından ayrılan bir gencin yaşayacağı dram ve yalnızlık da maddi olarak karşılanamaz.

Sağlık kısmen maddi imkanlara bağlı kısmen de bağlı değildir. Varsıl kişiler bir sağlık sorunu ile karşılaştıklarında en iyi doktorlara ulaşma ve bedeli ne olursa olsun mümkün olan tüm sağlık hizmetlerinden faydalanma olanağına sahip olurlar. Ancak yoksul kişilerin ulaşabilecekleri sağlık hizmetlerinin sınırı maddi imkanları ile kısıtlanır. Bu durum bazı hallerde kişilerin yeterince tedavi görememeleri sonucu tam olarak sağlıklarına kavuşamamaları anlamına gelebilir. Bununla birlikte bazı sağlık sorunlarını maddi imkanlar çözmeye yetmez. Tedavisi henüz geliştirilememiş hastalıklar buna en güzel örnektir. Ne kadar varsıl olursanız olun, dünyanın tüm servetini de harcasanız, bazı sağlık sorunlarını tedavi etmeniz mümkün değildir. Haliyle sağlık kısmen maddiyata bağlı kısmen değildir.

Para ile saadet olur mu? Para saadetin yeter ve tek şartı değildir ancak temel şartlardan biri olduğu kesin. Maddi sıkıntıların yol açtığı sorunlar nedeniyle anlaşmazlığa düşerek boşanan çiftler bunun en güzel örneğidir. Yani iki gönül bir olunca samanlık pek de seyran olmamaktadır. Maddiyat aile bütünlüğünün korunmasında dahi çok önemli bir yere sahiptir. Ancak elbette ki aile bütünlüğü maddiyat dışında ciddi manevi değerlere de bağlıdır.

Son olarak bu yazıda para ile saadet olmayacağı ama parasız da saadet olmayacağını göstermeye çalıştım. Yazıda doğru veya yanlış bulduğunuz yerleri veya varsa eklemek istediğiniz kendi görüşlerinizi yorum yaparak paylaşabilirsiniz.

7 Ocak 2020 Salı

Yabancı Dil Yetmez, Programlama Dili De Öğrenin

Günümüzde artık hemen her şey içinde kodlanmış programlar içeren bileşenlere sahip. Teknoloji ile her geçen gün daha da iç içe geçişen insan yaşamı düşünüldüğünde, herkesin programlama dillerinden en azından birini iyi derecede bilmesi büyük bir avantaj sağlayacaktır. Özellikle de gelecek ve kariyer planlaması yapan gençler, İngilizce gibi artık olmazsa olmaz bir yabancı dilin yanına en azından bir de programlama dilini eklemeleri büyük fark yaratmalarına imkan tanıyacaktır. Çünkü hangi alanda çalışacak olurlarsa olsunlar, programlama dili bilgisi onlara önemli avantajlar sağlayacaktır.

Mesleki alanlardan mühendisliği ele alalım. Özellikle de makine mühendisliğini. Makineler bir zamanlar tamamen mekanik olarak çalışmakta, kontrol üniteleri bile çeşitli fizik kanunları esas alınarak geliştirilmiş mekanik bileşenler idi. Ancak artık elektronik ve bilgisayarlarla iyice iç içe geçmiş durumdalar. Elektronikten ve bilgisayar kodlarından anlamayan bir makine mühendisi, içinde bulunduğumuz çağda ne kadar başarılı olabilir? Robotlar ve robotik bileşenler artık her yerde.

Ekonomi ve finans alanını düşünürsek de durum aynı. Bir zamanlar insanlar grafikleri ve verileri inceler, analizler yapar ve yatırım kararları verirlerdi. Bu uzun  bir zaman alır ve insan psikolojisinin zaafları nedeniyle zaman zaman hatalı kararlara yol açar, neticede kar etmeyi bırakın ciddi zararlarla karşılaşılmasına neden olurdu. Ekonomiye ne kadar hakim, aynı anca onlarca hatta yüzlerce veriyi hızla yorumlayabilen ve içine duygularını karıştırmadan nesnel kararları hızla alabilen kişiler ancak başarılı olurlardı ki bu kişiler de zaman zaman pahalıya mal olan hatalar yapmaktaydılar. Artık küresel piyasalarda alım ve satım yönünde kararları bilgisayar programlarına bırakan şirketler olduğunu biliyoruz. Bu programlar bir insanın karar verme aşamasında göz önünde bulunduramayacağı kadar çok veriyi eksiksiz bir şekilde analiz edip, pek çok farklı sinyali değerlendirip, duygusal etkiler kesinlikle barındırmayan kararlar verebiliyorlar. Kodlama sırasında algoritmaları düzgün oluşturulmuş ve iyi kodlanmış bir program piyasadaki hiçbir önemli alım veya satım sinyalini kaçırmayacak, tereddütsüz karar verecek ve emri ilgili kuruma anında iletecektir. Satış sinyallerini biraz daha düşüş veya yükseliş olur umuduyla görmezden gelip eldeki kardan olma gibi bir hataya da düşmeyecektir. Yani artık aklı başında bir yatırımcı yatırım kararlarını kendi alan değil, bu işi düzgün yapacak programı kodlayan yatırımcı olacaktır.

Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Tarımdan sağlığa, ulaştırmadan gıdaya kadar her türlü sektörde artık bilgisayar programlamayı bilmek bir avantaj sağlayacaktır. Bu nedenle özellikle de henüz yolun başında olan gençler hem İngilizce'yi hem de en azından bir programlama dilini çok iyi seviyede öğrenmeliler. İngilizce sayesinde tüm dünyayla iletişim kurabilme ve onların bilgi ve tecrübelerinden faydalanabilme olanağı kazanırken programlama dilleri ile de iş yaşamında karşılaştığı sorunlara çözümler üretebilme ve yeni imkanları, fırsatları ortaya koyabilme imkanı yakalamış olur.

4 Ocak 2020 Cumartesi

Küreselleşme Tersine Mi Döndü?

2000'li yıllarda tüm dünyada küreselleşme rüzgarları esmekteydi. Ülkeler, ekonomiler ve farklı kültürler arasındaki sınırlar gittikçe silikleşiyor, pek çok kişi kendini dünya vatandaşı olarak tanımlıyordu. Ancak ne olduysa oldu, bu rüzgar tersine esmeye başladı.

Küreselleşme birey olarak düşünüldüğünde ister gelişmiş ister gelişmekte olan ülkelerde yaşıyor olsun, tüm herkes için faydalı bir gelişmeydi. Yurtdışındaki bir ülkeden istediğiniz bir ürünü sipariş edebiliyor ve arada ithalatçı olmadan kolaylık temin edebiliyordunuz. Ayrıca ülkeler arasındaki ticaret de çok daha kolaydı. Bir başka ülkeye gidip yerleşmek ve o ülkeye uyum sağlamak günümüzdeki durumla kıyasla çok daha az zorluğa sahipti. Bu durum mal ve işgücünü daha akışkan hale getirdiğinden ekonomik açıdan her bakımdan insanlar için faydalı bir durumdu. İşsizliğin yüksek olduğu ülkelerde düşük maaşlarla çalışmak zorunda kalan kişiler işsizliğin düşük olduğu ve daha yüksek maaşla çalışabilecekleri ülkelere yerleşebiliyorlardı.

Şimdi de bir başka ülkeye yerleşmek veya yurtdışından mal ve hizmet tedarik etmek mümkün. Ülkeler yine kendi aralarında ticaret yapıyorlar. Ancak atmosferde artık küreselleşme rüzgarı yok. Aksine artan nasyonalizm, radikalleşme, kutuplaşma ve ticaret savaşlarının kesif rüzgarları var.

Öncelikle ticaret savaşları tüm dünya ekonomisini durgunluğa itiyor. ABD-ÇİN arasında baş gösteren savaş aslında bir süper gücün konumunu koruma ve büyüyen bir devin yoluna devam etme mücadelesi. Bir tür bilek güreşi. Ancak bu savaşın sonucu olarak ABD'deki insanlar Çin'de üretilen ürünleri ticaret savaşları nedeniyle konulan ek vergiler yüzünden çok daha pahalıya almak zorunda kalıyorlar. Bu onların refahını düşürürken mal ve hizmetlere olan talebin daralması genel olarak ekonominin küçülmesi, küçülmüyorsa bile büyümesinin yavaşlamasına neden oluyor. Çin tarafında durum daha kötü. Çin'li firmalar en büyük pazarlarına mal ve hizmet satmakta zorlanıyor. Sonuç olarak Çin ekonomisinin büyüme hızı bu durumdan ciddi olarak olumsuz etkilenirken, Çin'li işçiler işsizlik riski ile karşı karşıya kalıyor.

İki ekonomik dev arasındaki bu bilek güreşi tüm dünyayı olumsuz etkiliyor. Üstelik AB ve Güney Amerika ülkelerinde de ekonomik gidişat umut vermiyor. Küresel bir durgunluk tüm dünyayı sarmış durumda.

Ticaret savaşları ve durgunlaşan küresel ekonomi nedeniyle ticari ilişkiler zayıflarken ülkeler arasındaki çıkar çatışmalarının yol açtığı gerilimler ve çeşitli terör eylemleri farklı toplumların birbirlerine karşı toleranslarının azalmasına, milliyetçi akımların güçlenmesine, toplumların birbirlerini çok daha kolay düşman olarak tanımladığı bir ortamın oluşmasına yol açıyor. İşte farklı bir ülkeye gidip yerleşmek de bu nedenle zorlaşıyor. Bir göçmenin hangi ülkede olursa olsun sırf farklı bir etnik kimliğe sahip olduğu için bulunduğu ülkede ayrımcılığa uğrama, kötü muamele görme ve hatta ciddi bir saldırı ile karşı karşıya kalma olasılığı 2000'li yıllarda olduğundan kat kat fazla. Çünkü yabancı düşmanlığı özellikle de gelişmiş ülkelerde yükselen bir trend.

Küreselleşme rüzgarı ile zayıflayan sınırların sağladığı ekonomik refah artışı rüzgarın tersine dönmesi ile birlikte refah kaybına dönüşüyor. Bunun sorumlusu ise kesinlikle göçmenler olamaz. Ancak en çok bu durumdan zararı onlar görecektir. Göçmenleri suçlayanlar bu tür davranışları göstermelerine yol açan tüm etkenlerin aslında kendi ülkelerinin yöneticileri de dahil olmak üzere tüm dünya liderlerinin güç yarışı ve ihtirasları olduğunu fark edemiyorlar. Faturasını da hep birlikte ödüyoruz ödeyeceğiz. İster göçmen olalım, ister olmayalım.

3 Ocak 2020 Cuma

Bir Uyumsuzun Güncesi

Uyumsuzluk bir insanın başına gelebilecek en kötü şeyler listesinde başlarda yer alıyor olmalı. Sosyal ihtiyaçları olan bir hayvandan öte bir varlık olmayan biz insanlar, yeme içme gibi sosyalleşmeye de ihtiyaç duyuyoruz. Ve bir insan gerçek manada ancak ve ancak yaşadığı toplum içinde sosyalleşebilir. Bu gereklilik içinde yaşadığı toplum ile arasında uyumsuzluk varsa sosyalleşme ihtiyacının etkin ve verimli bir şekilde karşılanmasına mani olur.

İçinde bulunduğu toplum ile uyumsuz, benzer zevkleri, benzer davranış kalıpları olmayan, hayata bakışı ve değer yargıları bakımından içinde bulunduğu toplum ile büyük ölçüde zıtlaşan bir insan için kalabalıklar içinde yalnızlık kaçınılmaz bir durum haline gelir. Öyle ki en doğal sosyal ihtiyaç olan biri ile konuşma, dertleşme için bile kendine uygun muhatap bulamayabilir. Böyle bir durumda sosyal çevreyi değiştirmek yegane çözümdür. Ancak sosyal çevreyi değiştirmek hemen hemen hiçbir zaman kolay değildir. Öyle ki bazen bir şehri, bazen de bir ülkeyi terk etmeyi gerekli kılabilir. Tüm bunlar kendi içinde başka başka zorluklar içeren konular olduğundan pek çok sosyal uyumsuz için mümkün olamamaktadır. 

Karşılığını bulamadığı bir sosyal çevrede yalnızlaşan insan bu duruma ne kadar tahammül edebilir? Ya da akıl sağlığını koruyarak bu durumla ne kadar süre mücadele edebilir? Elbette bu soruların cevapları kişiden kişiye değişecektir. Ancak herkes için bir dayanma sınırının varlığı kolaylıkla anlaşılabilir. 

Sosyal uyumsuz uyum sağlayamadığı toplumu suçlayamaz. Sonuçta toplumu oluşturan hiçbir bireyin herhangi bir kişi ile uyum sağlamak gibi bir sorumluluğu bulunmamaktadır. Sosyal uyumsuz hiçbir kimseden kendine uyumlu olmasını bekleyemez. Mümkünse kendinden ödün vererek kendisi uyum sağlamalıdır. Bu durumda ise kendine yabancılaşma ve özsaygı kaybı ortaya çıkar. Sen sen olamadıktan sonra sendeki senin ne anlamı kalır? 

Peki sosyal uyumsuz ne yapacak? 

Şu anda bir sosyal uyumsuz olarak bu sorunun cevabını bulabilmiş değilim. Eğer bir gün cevabını bulursam buradan paylaşırım elbette, tabi sosyal çevremi değiştirme fırsatını daha önce yakalamazsam.

15 Kasım 2015 Pazar

Hukuk Adalet Demek Değildir

Hukuk ve adalet kavramları birbirleri ile ilgilidir ama aynı şey değildir. Evrensel hukuk diye  bir şeyden söz etmek mümkün olamaz. Ama evrensel adalet diye bir kavramdan söz edilebilir ve bu kavramın içi de doldurulabilir. Evrensel insan hakları beyannamesi evrensel adaletin içini dolduran unsurlardan biridir.

Konuya devam etmeden önce, kafa karışıklığına neden olabilecek bu hukuk ve adalet kavramlarının sözlük anlamına bakmak faydalı olacaktır. O nedenle TDK'ya başvurup, hukuk ne demektir, adalet ne demektir bakalım.

HUKUK: 1. Toplumu düzenleyen ve devletin yaptırım gücünü belirleyen yasaların bütünü, tüze. 2. Yasaları konu alan bilim. 3. Yasaların ceza ile ilgili olmayıp alacak verecek vb. davaları ilgilendiren bölümü. 4. Haklar. 5. Ahbaplık, dostluk.

ADALET: 1. Yasalarla sahip olunan haların herkes tarafından kullanılmasının sağlanması, türe. 2. Hak ve hukuka uygunluk, hakkı gözetme. 3. Bu işi uygulayan, yerine getiren devlet kuruluşları. 4. Herkese kendine uygun düşeni, kendi hakkı olanı verme, doğruluk.

Buradan da anlaşılacağı gibi, hukuk dediğimiz zaman belli, genellikle yazılı kurallardan söz ediyoruz. Bu kurallar toplumdaki düzeni, insanların birbirleri ile, kurum ve kuruluşlarla ve devletle ilişkilerini düzenler. Eski monarşik düzenlerde hukuk monarkın keyfiyeti ile belirlenirken, günümüzdeki anayasal toplumlarda hukuku oluşturan kurallar seçilmiş kişilerce (meclis, senato vb. üyeleri) tarafından belirlenir.

Adalet ise evrensel bir kavramdır ve özüne hakkaniyet ve doğruluk vardır. Bu noktada insanların koyduğu kurallar bütününden oluşan hukuk, her zaman adaleti sağlamayabilir. Hatta zaman zaman adaleti doğrudan bozan, ihlal eden hukuk kuralları dahi bulunabilir. En basit örnek olarak, kadınların seçme ve seçilme hakkı bir ülkede hukuk kuralları ile verilmemiş, hatta yasaklanmış olabilir. Ancak bunun adil olduğunu günümüzde kimse söylemeyecektir.

Özellikle hukuk kurallarını ortaya koyan kimseler, belli çevrelerin etkisinde kalır veya kendi içlerinde gruplaşırsa, belli kesimlerin haklarını adaletsiz bir şekilde genişletirken, kendilerine rakip veya zararlı gördükleri kesimlerin haklarını adaletsiz bir şekilde kısıtlamaları mümkün olabilir. Burada etnik, dini, cinsel, kültürel veya diğer sosyal gruplar adaletten uzak şekilde ödüllendirilebilir veya cezalandırılabilir.

Hukuk adaleti sağlamak için vardır ancak adaletin tam karşısında da durabilir. Burada hukuku oluşturan yasaları ortaya koyanlar ve bu yasaları uygulayanların inisiyatfilerini doğru şekilde ortaya koyamamaları önemli bir rol oynar.

Bu nedenle anayasal sisteme sahip toplumlarda insanlar hukuk kurallarını ortaya koyacak ve uygulayacak kişileri doğru şekilde yetiştirip, eleyip görevlendirmekle yükümlüdürler. Aksi halde bir hukuk sistemine sahip olsalar da, sahip oldukları hukuk sistemi adaleti sağlamak yerine adaletsizliği temanat altına almaya yarayabilir.

18 Ekim 2015 Pazar

Kültürel Metamorfoz ve Kültürel Reform

Toplum nedir? İnsanlar topluluğu mu? Belki belli bir coğrafi bölgede, belli sınırlar içinde yaşayan insanlar için toplum ifadesinin kullanıldığını düşünüyor olabilirsiniz. Toplumları belirleyen sınırlar olduğu bir gerçek olmakla birlikte, bu sınırların coğrafi sınırlar olmayabileceğini de göz önünde  bulundurmak gerekir. Peki nedir toplumları birbirinden ayıran sınırlar? Kültür, etnik kimlik, dini kimlik, dil olarak sıralamak mümkün olsa gerek. Ancak bunların içinde kültür en önemli yere sahiptir. Kültür aynı anda dini kimliği ve dili de kapsar. Bu açıdan bakınca toplumları aynı kültüre sahip insanlar topluluğu olarak tanımlamak mümkün olacaktır. Etnik kimlik kültürleri başkalaştırsa da, farklı etnik kimliklerden gelen bireyler ortak bir kültürü benimsemiş olabilmektedirler.

Toplumun oluşmasında bireylerin varlığı ve ortak kültürün paylaşılmasının önemi ortadır. Ancak burada asıl üzerinde durulması gereken unsur ortak kültürdür. Çünkü kültür toplumdaki bireylerin görevlerini, haklarını, sorumluluklarını ve pek çok yerde davranışlarını belirler. Bir tür kalıp gibidir. Toplumdaki her birey bu kalıplara göre hareket eder. Toplumdaki diğer insanlar bireylerden bu şekilde hareket etmesini bekler. Kültürel kalıplar ile zıt düşenler topum tarafından yadırganır, dışlanır, ötekileştirilir ve hatta bazen ağır şekilde cezalandırılır.

Bireyler içinde yaşadıkları kültürü doğdukları andan itibaren benimsemeye zorlanırlar. Ama bu zorlamanın farkında olamazlar. Akvaryumdaki balıklar gibi, dünyaya belli bir kültür tarafından çepeçevre sarmalanmış olarak gelirler ve bu kültürü her an yaşayarak büyürler.

Burada sorulması gereken önemli bir soru, kültürel kalıpların bireylerin kendi öz kişiliklerini ne kadar etkilediği, ne kadar baskıladığıdır. Kültürler tarafından biçimlendirilen kişiler, farklı toplumlarda doğmuş olsalar yapmayacakları pek çok şeyi isteyerek yaparlar. Belli şeylerden hoşlanmazlar, hatta nefret ederler, belli şeylere karşı da aşırı bir bağlılık, sevgi ve sadakat gösterebilirler. Hatta bazen bu fanatiklik düzeyinde olabilir. O halde bizi biz yapan kendi iç benliğimiz dışında sahip olduğumuz kültür olabilir mi? Hatta, kültürün bize sahip olduğunu söylemenin yanlış olup olmayacağı sorulabilir.

Kültürler insanları belli kalıplara sokar ve insanlar bu kalıpları kendi benlikleri, kendi öz varlıkları olarak algılarlar diye bir sonuca ulaşmak zor değil. Bu durumda aslolan insandan ziyade, aslolan kültürdür demek yanlış olmaz. Üstelik bireyler bu durumun farkında bile değildirler.

Zaman zaman aynı coğrafi sınırlar içinde farklı kültürler bir arada yaşamaya zorlanır. Bu durumda aynı coğrafi sınırları paylaşan farklı kültürlerin birbirlerine karşı tahammülleri önem arz eder. Farklı kültürler arasında karşılıklı bir hoşgörü olursa huzur içinde insanlar bir arada yaşayıp gidebilirler. Hatta bu kültürler birbirlerinden etkilenebilir. Ancak farklı kültürler birbirlerine karşı hoşgörüsüz olursa ortaya kesin bir çatışma çıkar. Toplumsal huzur bozulur. Farklı kültürden olan insanlar birbirlerini tehdit, düşman olarak görmeye başlar. Karşılıklı mücadele sonunda kanlı çarpışmalara dönüşüp bir kültüre ait bireylerin diğer kültüre ait bireyleri toplumdan uzaklaştırması, bir bakıma temizlemesi ile sonuçlanabilecek ve insanlıkla hiç bağdaşmayan olayların yaşanabileceği bir ortam gelişir. Yakın geçmişte Ruanda'da yaşanan iki etnik kimlik arasındaki iç savaş buna güzel bir örnektir. İki etnik kimlikten biri diğerine karşı soykırım uygulamıştır. Yine Bosna'da yaşanan ve binlerce insanın göç etmesine yol açan kanlı olaylar da güzel bir örnektir.

Verilen örneklerden kültürel çarpışmanın sadece farklı etnik kimlikler arasında olacağı gibi bir sonuç çıkması hatalı olur. Aynı etnik kimliğe sahip insanlar arasında da benzer çatışmalar yaşanabilir.

Daha önce, karşılıklı hoşgörü olması halinde bir arada yaşayan farklı kültürlerin birbirlerinden etkinlenebileceğini belirtmiştik. Buradan kültürlerin iletişim ve diyalog ile değişip dönüştüğü sonucu ortaya çıkmaktadır. Kültürel değişim iletişim ne kadar yoğun olursa o kadar hızlı olacaktır. Özellikle içinde bulunduğumuz iletişim çağında kültürel etkileşim oldukça şiddetlidir.

Bu kadar şiddetli kültürel etkileşim aynı kültür içinde farklı bireylerin kültürel dünyasında farklılaşmalara yol açar. Öyle ki aynı kültür içindeki farklı gruplara ait farklı alt kültürler belirir. Bu değişime, farklılaşmaya kültürel metamorfoz demek mümkündür. İlk kültüre ise temel kültür veya çatı kültür denilebilir.

Aynı kültür içindeki farklılaşmış alt kültürlere ait gruplar arasında da belli konularda ayrışmalar ortaya çıkabilir. Böylece aynı etkin kimlikler içinde bile şiddetli çatışmaların ortaya çıkması mümkün olur. Burada genel olarak kültürel metamorfoza karşı katı şekilde direnç gösteren ve eski kültürlerini azami ölçüde korumak isteyen toplumsal grupların, kültürel metamorfoz sonucu başkalaşmış alt kültürleri sindirmeye çalıştığı ve saldırgan bir tutum takındığını söylemek mümkündür (Erkek adam saç uzatır mı? - Erkek adam küpe takar mı? - Kadın kısmı çalışmaz - Kadın kısmı tiyatrocu olmaz - Kadın kısmı oy kullanmaz - Kadın kısmı bekaretini evlenen kadar korur - Kot pantolon giyilmez vb.). Burada bir tür kültürel savunma mekanizmasının varlığından söz etmek mümkündür.

Bazı durumlarda ana kültür alt kültürlere karşı hoşgörülü davranır. Bu durumda alt kültürler gelişip güçlenir. Bu durm çatı kültürde korumacı kesimlerin ortaya çıkıp ve seslerini yükseltmeye başlamasına yol açar. İşte en tehlikeli durum o zaman ortaya çıkar. Çünkü alt kültürler de güçlenmiştir. İki taraf arasında ciddi bir mücadele başlar. Çatı kültür kazanırsa bu zafer çoğu zaman kanlı bir baskı ve temizlik dönemi gelir. Alt kültürler kazanır ise de bir kültürel reform gerçekleşir.

İçinde bulunduğumuz çağda ilericiler ve gericiler arasında yaşanan kanlı olayların da temelinde kültürel metamorfoz vardır. Herkes kültürel reformun sancılarını hissetmektedir. Bu reform kanlı canlı bir şekilde mi yoksa ölü olarak mı doğacak bunu zaman gösterecektir.

11 Haziran 2015 Perşembe

Uykuya Farklı Bir Bakış

Bu yazıya başladığım saat geceyarısından sonra 02,27. Önce bunu belirtmek istedim ki, normal bir yaşam süren insanların uyuduğu bir saatte ayakta olan, üstelik bunu sabah normal insanlarla aynı saatte kalkıp işe gidecek ve onlarla aynı saatte işten çıkıp eve dönecek biri olarak yapıyor olmam, uyuma konusunda ne kadar isteksiz olduğumu da göstermiş oluyor. Ayrıca herhangi bir nedenle uyku problemi yaşamadığımı da belirtmek gerek. Yani başımı yastığa koyunca normal insanlar gibi uyuyabilen bir insanım. Pek çok gece olduğu gibi bu gece de bu saatlerde ayakta olmamın nedeni yaşadığım bir uyku problemi olmaktan öte, uyumayı ömürden boşa harcanan, heba edilen bir zaman olarak kabul ediyor oluşum. Hatta belki de dahasının olduğuna dair içimdeki kanıtlanamayacak şüpheler.

İnsan vücudu uyku halinde oldukça hareketsizleşir. Dakikadaki kalp atış sayısı ve nefes almak sıklığı azalır, metabolizma yavaşlar, hareketler kısıtlanır. Rüya görürken aşırı hareketlerde bulunmamanız için merkezi sinir sisteminiz motor nöronları bloke eder. Yani rüyanızda maratona katılıp koşsanız dahi yatağınızda vücudunuz hareketsiz kalır. Bu sistemde bir kusur olursa uyurgezer olursunuz. Uyanırken beyin kaslarınızı kontrol eden sinirlere olan kontrolünüzü tekrar aktive eder. Eğer beyniniz kaslarınızı kontrol eden sinirleri tam aktive etmeden bilinciniz açılırsa karabasan yaşarsınız. Bir bakıma geçici koma veya felç durumu yaşarsınız. Kalkamaz, konuşamaz hatta kıpırdayamazsınız. Üzerinizde müthiş bir ağırlık varmış da sizi yatağınıza çivilemiş gibi hissedersiniz. Ta ki kaslarınızın kontrolünü tekrar ele alana dek. Hoş bir durum değildir, endişe verici, paniğe yol açıcı bir durumdur ve genellikle insanları korkutur. Ama uyumama nedenlerim bunlar da değil.

Uyumama nedenlerim arasında gördüğüm rüyaların küçük de olsa bir payı var. Genellikle gerilim filmlerini komedi filmi olarak seyretmeme yarayacak türde, kabus olarak tabir edilen rüyalar görürüm. Muhtemelen normal rüyalar da görüyorumdur ama hatırlamıyorum. Zaman zaman rüyalarım o kadar bol aksiyon dolu olur ki, uyandığımda kendimi çok daha yorgun hissetmeme neden olur. Ama bu yorgunluk hissine rüya halinde kalp ve solunum sisteminin yavaşlamasının da etkisiyle bol sigara içmekten kapasitesi düşmüş akciğerlerimin bazal metabolizma halinde dahi vücuduma yeterli oksijeni sağlayamaması nedeniyle uyku halinde bile vücut dokularımın aşırı efor sarf ettiğim anlarda yaptığı gibi oksijensiz solunumla ihtiyaç duyduğu enerjiyi sağlaması da neden olabilir. Çünkü böyle zamanlarda vücutta laktik asit birikir ve laktik asit yorgunluk hissine neden olur. Laktik asit yoğurtta da vardır ve yoğurt ile ayranın uyku yapması da içindeki laktik asitten kaynaklanır. Tıbbi bir analiz veya tahlil sonucu olmasa ve kesinliğini bilemesem de mantıklı bir açıklama. Ancak uykuya karşı oluşumun asıl bir başka nedeni var.

Uyku halinde ne oluyor tam olarak. Vücudun neredeyse hareketsizleştiğini, metabolizmanın yavaşladığını söyledik. Uyku tam bir dinlenme gibi görünse de, beyin için bu geçerli değil. Bilim insanlarının söylediğine göre insan beyni uyku halindeyken uyanık halde olduğundan daha aktif. Peki ama neden? Bu neyi gösteriyor?

Asıl merak ettiğim konu da budur. İnsan beyni uyku halindeyken uyanık halde olduğundan daha aktif oluyorsa bunun mantıklı bir açıklaması olmalı. Ama bu konuda bir tıp alimi olmadan akıl yürütebilmek için beyni biraz tanımak gerek.

Beyin aslında bir hafıza ve işlem istasyonudur. Temel görevi bilgi depolamak ve işlemek ve hareketleri kontrol etmektir. Yani bir bilgisayar işlemcisi gibi. Uyku halindeyken beyin çok daha aktifse, beyinde çeşitli veriler yoğun şekilde işleniyor demektir. Peki ne için? Ya da kim için?

Bu soruların olası cevapları arasında Tanrı da bulunuyor bana göre. Belki de insanlar ve belki de diğer canlılar uyuduklarında beyin gücü kullanılan makinelerden başka birşey değildir. Belki de Tanrı insanları uyuduklarında beyin güçlerini kullanmak için yaratmış ve uyku ihtiyacını da bu nedenle vermiştir. Bunun nedenleri ve olası ihtimaller ve açıklamaları düşünmeyi size bırakıyorum. Çünkü artık uyumam gerek, birkaç saat için olsa bile.

21 Nisan 2015 Salı

Narsistik Kişilik Bozukluğu Nedir?

Narsistik kişilik bozukluğu konusunda bir miktar araştırma yaptıktan sonra pek çok narsistik kişilik bozukluğuna sahip kişiyi tanıdığımı fark ettim. Belki bu konuda teşhis koymak için gerekli olan tıp eğitimini almış değilim ancak grip birinin grip olduğunu anlamak için nasıl doktor olmaya gerek yoksa, narsistik kişilik bozukluğuna sahip olduğunu anlamak için de doktor olmaya gerek olmadığı kanaatine vardım. Narsistik kişişilik bozukluğunun belirtilerini bilen birinin bir kişinin bu psikolojik soruna sahip olup olmadığını kolayca anlayabileceği kanısındayım.

Peki neymiş efendim bu narsistik kişilik bozukluğunun belirtileri.

Yaptığım okumalardan ve araştırmalardan anladığım kadarıyla bu hastalığa sahip olan kişiler kendilerini dev aynasında görüyor. En akıllı benim, en bilge benim, herşeyi ben bilirim, en önemi benim modunda oluyorlar. En güçlü olma, benzersiz olma, sevilme, beğenilme, takdir edilme, saygı görme ihtiyacı bu kişilerde çok yüksektir. Bunlar her insanın hoşuna gider elbette ancak narsistik kişilik bozukluğuna sahiplerde takıntı seviyesindedir. Üstelik bu kişiler tüm bunları gerçekten hak ettiklerini düşünürler. Bu nedenle onlara karşı gelen, söylediklerinin tersini söyleyen kişilerden nefret ederler.

Narsistik kişilik bozukluğuna sahip kişilerin bir diğer özelliği de başkalarına karşı sevgisiz, saygısız, anlayışsız oluşlarıdır. Bencillik adeta göbek adlarıdır bunların. Başkalarını hiç düşünmezler. Empati diye bir kelime lügatlarında yoktur. Küstah ve ukaladırlar. Burunları bir karış havadadır.

Narsistik kişilik bozukluğuna sahip kişilere göre sanki dünya onlar sayesinde dönüyordur. Hatta sanki dünya onlar için yaratılmıştır. Her istediklerini yapma hakkını kendilerinde görürler.

Nasılmış...Kendinizi aynaya bakıyor gibi mi hissettiniz. Eğer öyleyse endişelenmeyin. Çünkü narsistik kişiler bu şekilde hissetmez. Ama eminim çevrenizde bu özelliklere sahip çok kişi olduğunu fark etmiştirsiniz.

7 Nisan 2015 Salı

Dört Hak Mezhep - Pardon?

Yandaki kitabı biri dağıtmış bedava çalıştığım kurumda. Daha kapağını bile açmadım, hatta elime dahi almadım. Zaten "Dört Hak Mezhep" diyen bir kitabın kapağını açmaya gerek dahi yoktur.

MEZHEP TDK'ya göre bir dinin görüş, yorum ve anlayış ayrılıkları sebebiyle ortaya çıkan kollarından her biri. Anlayış, görüş, öğreti demek.

Peki bir dinde görüş, yorum ve anlayış ayrılığı olabilir mi? Normları olmayan din için geçerli. Örneğin matematik normatif bir bilimdir ve doğruları tartışmasız doğru, yanlışları tartışmasız yanlıştır. Ancak teolojide doğrular ve yanlışlar her zaman puslu bir sınırla ayrılır. Doğru nerede biter yanlış nerede  başlar, çoğu zaman kesinliği yoktur.

İstisasız tüm dinler dünyada toplum hayatını düzenleyen kurallarla doludur.Yalan söylemeyeceksin, cinayet işlemeyeceksin, çalmayacaksın vb. Bunların doğruluğunu ve yanlışlığını tespit etmek için din kitabına bakmaya gerek yoktur.

Peki mezhepler gerçek bir yorum farkından mı kaynaklanıyor? Bu konuda çok şey söyleyecek, olayın derinine inecek kadar konuya vakıf değilim. Ancak bu aklımı kullanıp mantık yürütmeme de mani değil.

Hak'kın yolu bir ise, ortada yorumlanacak, farklı düşünülecek ve değerlendirilecek bir hususun olmaması gerekir. Eğer ki böyle bir husus varsa, Hak'ın yolunda olmaması gerekir. Yani dine sonradan eklenmiş olmalıdır. Çünkü bir olan, tek olan, farklı şekilde yorumlanamaz.

Bugün ise çok sayıda mezhep var. Peki bunun neden sadece dördü hak? Diğerleri neden hak değil? Kim, neye göre bir mezhebi hak veya hak olmayan olarak değerlendirebilir? Böyle bir değerlendirmede bulunabilecek yeterliliğin ölçütü nedir? Herhalde dinin kaynağı Tanrı, elçisi peygamber ise, bir mezhebin hak olup olmadığına karar verebilmek için en azından peygamber olunması gerekmez mi? Ola ki biri böyle bir değerlendirmede bulunup bazı mezhepleri hak diğerlerini de hak olmayan olarak ilan etmiş olsun (ki olan bu), ya hak dediği yol mezhep yanlış, hak saymadığı doğru ise? Neye göre kime göre?

Biraz önce dedik, Hak'kın yolu bir. O halde dört mezhep nasıl olabiliyor? Eğer ki bu dört mezhep hak ise, bazıları diğererine göre daha fazla hak olabilir. Ya da en azından böyle bir iddiada bulunulabilir. Benim mezhep en Hak olan diyen çıkabilir. Aynı anda bu dört mezhep de hak ise, zaten ortada dört farklı mezhep değil, bir mezhep vardır, dördü de birdir. Peki o zaman dörde ayırmak niye?

Mezhep farklı yorumlama ise, dünyada ne kadar insan varsa, o kada mezhep var demek olmaz mı? Hangi dine mensup olursa olsun, insanlar dini farklı farklı yorumlamaz mı? Bire bir aynı algılamak ve yorumlamak mümkün mü?

Dört hak mezhep olması saçma değil mi? Bunlardan biri doğru olabilir ancak. Hakkın yolu bir ise ya bu dördü de aynı şeyi söyleyip aynı mezhep olur, veya dördü de yanlıştır. Kaldı ki, bir olan yol kasıt olmadan farklı yorumlanamayacağından, ortada farklı yorumlar varsa sonradan eklenmiş şeyler var demektir ki, dine sonradan birşey eklemek doğru olmaz. Ola ki ekleyenler olmuştur, bir yerde, "Allah yarım bıraktı biz tam ediyoruz" deme cüreti göstermişlerdir. Allah dini olması gerketiği gibi indirdi, eksiksiz ve tam olarak. Eğer bu böyle ise ondan birşey çıkarmanın yanlış olacağı kadar, ekleme yapmak da yanlış olur.

Durum buysa günümüzde mezheplerin tamamı yanlış olmalıdır. En azından kısmen. Tek ve doğru olan mezhep ise kitabın kendindedir. Müslüman olan okumalı, ne anladıysa ona göre davranmalıdır -ki kitap bunun için indirilmiştir. Müslümanın kafası karıştıysa başkalarına sorabilir, ama gelen görüşleri kendi akıl terazisinde tartıp mantık süzgecinden geçirip uygun bulmadan doğru kabul edemez.

Dört hak mezhep demek Hakkın yolu bir değildir demektir. Mezheplerin ne kadar doğru ne kadar yanlış olduğunu ancak Hakkın kendisi veya izni ile elçisi bilebilir. Böyle kitaplar ise olsa olsa iblisin işidir. 


6 Nisan 2015 Pazartesi

İlber Ortaylı'yı Eleştirmek İçin En Azından Doçent Olmak Lazım

Prof. Dr. İlber Ortaylı medyada sık sık gördüğümüz bir isim. Capsçiler "Çok cahilsin, keşke ölsen" diye sosyal medyada bir akım başlatmıştı bir ara. Bu capslerdeki espri İlber Ortaylı'nın adeta ayaklı kütüphane olmasından kaynaklanıyor. Ayaklı kütüphane olmanın yanında, bizzat yaşadıkları ile kültür abidesidir ve çağımız Türkiye'sinin yetiştirdiği en kıymetli şahsiyetlerdendir. Hal  böyle olunca İlber Ortaylı konuşurken insan kendini cahil hissediyor. Hele hele yine entelektüel birikimi ile saygı duyulan ve kendini amatör tarihçi olarak tanımlayan Murat Bardakçı'nun sunduğu Tarihin Arka Odası programında, Murat Bardakçı kiril alfabesi ile yazılmış bir metni okurken telafuzunu düzeltişine ekran başında şahit olan biri olarak...Kesinlikle insana kendini çok cahil hissettirdiğini söyleyebilirim.

Bu kadar çok şey bilince ve öyle bir kariyer sahip olunca insan korkmadan bildiğini söyleme gücünü kendinde görür. İlber Ortaylı'da da aynı özgüven var kuşkusuz. Doğru bildiği ne ise onu söylüyor. Lafını esirgemeden. Üstelik kimseden. İlber Ortaylı o kadar çok şey biliyor dedik ama, kabul etmek gerekir ki, bu herşeyi bildiği veya doğru bildiği anlamına gelmez. Muhakkak ki kendinin de böyle bir iddiası yoktur. Ancak onun kadar entelektüel birikim sahibi birinin görüşleri, düşünceleri her zaman kıymetlidir. Böyle kimselerin görüş ve düşünceleri, karşıt görüş ve düşüncelere sahip kimseler tarafından bile saygı ile karşılanmalıdır. Çünkü böyle kimseler, içi boş beylik laflar etmezler. Söyledikleri her sözün altında belli bir altyapı vardır. Yaş tahtaya basmazlar.

İlber Ortaylı gündemde katıldığı bir televizyon programında başkanlık sistemini sert bir şekilde eleştirdi ve başkanlık sistemini doğru bulmadığını açıkça belli etti. Hatta bununla da yetinmeyip, Aziz Nesin'i hatırlatan bir üslupla, Türk halkının darbe anayasasına %92 ile evet dediğini belirterek, bu halkın doğru olanı seçmeyebileceğini ima etti. Hatta ve hatta çoğunluğun doğru ile yanlış ayırt etme kabiliyetinde olmadığını ima ettiğini bile söylemek mümkün.İmaları bir kenara bırakı isek, bugün moda olan darbe karşıtlığına rağmen, Türk halkının darbe anayasasını böylesine büyük bir oranla evet diyerek onayladığı da bir gerçek. Gerisine katılıp katılmamakta ise herkes özgür.

İlber Ortaylı'nın açıklamaları neredeyse tüm medyada olay haline geldi. Haberlerin altına yapılan yorumlarda ise, başkanlık sistemini savunanlar İlber Ortaylı'ya demediklerini  bırakmadılar.

Bu yazının amacı İlber Ortaylı'yı savunmak değil. Ancak İlber Ortaylı gibi birini eleştirenlerin kullandığı Türkçe'den doğru düzgün bir eğitim almadıklarını görmek insanı düşündürüyor. Çünkü böylesine kültür abidesi bir şahsı eleştirmeye cüret edebilmek için en azından ona yakın seviyede bir bilgi birikimine sahip olmak gerek. Ama tabi, klavye efeliği toplumumuzda meşhur. Özellikle de okumadan alim kesilmeye bu kadar meyilli olanların bu kadar çok olduğu bir ülkede, İlber Ortaylı'yı eleştirmek için İlkokul mezunu olmaya bile gerek yoktur.

Peki İlber Ortaylı eleştirilmesin mi? Herkes gibi o da eleştirilebilir. Ancak onun gibi bir şahsı eleştirmek belli bir entelektüel birikim gerektirdiğinden, ancak ve ancak böyle bir birikime sahip kimselerin buna cüret etmesi gerekir. Aksi halde yapılan eleştiriler komediden öte bir anlam ifade etmez. İlber Ortaylı'nın muhatabı bile olamayacak kimselerin ona laf atmasına ancak ve ancak gülünür. İnternette yer alan haberlerin altında İlber Ortaylı'ya eleştiriler döşeyen klavye efeleri, karşısına çıksalar iki lafı bir araya getirmekten aciz kalırlar. O yüzden en azından doçent olmak gerekir diyorum. Öyle dört yıllık lisans bitirmek bile yetmez. 

Hatırlamak isteyenler videoyu aşağıda izleyebilir.

2 Nisan 2015 Perşembe

Elektriksiz Olmuyormuş

Malum elektriksiz kaldık...Uzun saatler boyunca memleketin çoğu elektriğin insan hayatı için ne kadar önemli hale geldiğini bir kez deha acı bir şekilde deneyimledi.

Elektrik kesilince internete giremedik. Sizi bilmem ama benim mobil internetim de kesilmişti. Hatta telefon görüşmelerinde dahi kesintiler yaşandı. Adeta kör ve sağır olduk. Gün ortasında üstelik.

Durumu eleştirenler de vardı. Biraz bırakın şu teknolojiyi, uzaklaşın, insanlarla yüzyüze iletişim kurun diyenler. Ancak onlar bile fazla dayanamazdı elektriksizliğe. Akşam televizyonları da çalışmıyordu çünkü. Eşi ve çocukları ile ilgilenmek yerine haberleri ve saçma sapan dizileri de izleyemeyeceklerdi.

Çocukken elektrik kesintisini özellikle kış aylarında çok yaşardım. O karanlık akşamlarda lüks lambası veya mum ile aydınlanırdık ama ben en çok yanan sobanın ateşini severdim. En oynak ışık oydu. Herkesin yüzünün bir yanı kızıl bir aydınlığa bürünmüş, diğer yanı karanlık. Ama bu görselliği çok sevdiğimden değil, babamın anlattığı hikayelerden keyif alırdım. Elektrik olduğunda hiç sözü edilmeyen konular gündeme gelirdi. Andersen'de bile bulamazsınız böyle güzel masal.

Elektrik insan hayatına yeni girmiş bir enerji. İnsanlık tarihinde elektrik kullanıma başlanmadan önce sadece şimşekler, yıldırımlar ve belki statik elektrik atlamaları ile bilinen bir şeydi ve yaşam için bir önemi yoktu. Oysa şimdi...

Fabrikalar duruyor, soğutuculardaki yiyecekler bozuluyor, insanlar yolda kalıyor, asansörler çalışmıyor ve onlarca katı karanlık merdivenlerden inip çıkmak gerekiyor...Bankacılık işlemleri duruyor, ödemeler yapılamıyor...Tam bir kaos ortamı.

Hal böyle olunca batı dünyasında elektrik kesintisi doğal afetle bir kabul ediliyor. Yani ha elektrikler kesilmiş, ha deprem olmuş, ha memleketi tsunami kaplamış... Yine de elektrik kesintisi nedeniyle yaşamını yitiren pek olmuyor.

Peki elektrikler neden kesildi?

Ben nedenini öğrenemedim. Teknik bir arıza dediler, terör dahil her olasılık değerlendiriliyor dediler. Enerji nakil hatlarından kaynaklanıyor olabilir dediler. Ama kesintinin 31 Mart'a denk gelmiş olması, Mart ayını icraatsiz geçiren bir veya bir grup kedinin galeyana gark edip yapmış oldukları bir eylemin neticesi de olabileceğini akla getiriyor.


28 Kasım 2012 Çarşamba

Para Her Şey Mi?

Malesef evet, para her şey! Özellikle de çoğunluk için. Bunun kimse kolay kolay kabul etmeyecektir ancak, en sert şekilde buna karşı çıkanlar dahi bir konuda karar verirken parayı belki bilerek belki de bilmeden önemli bir kriter olarak değerlendirmeye dahil etmektedir.

Paranın işe yaramadığı ve umursanmadığı çok az zaman vardır. Günümüzde para ile saadet olmaz sözü çürümüştür. Çünkü günümüzde açık bir gerçek vardır ki parasız saadet hiç olmuyor.

Para halen pek çok yerde sağlığı satın alamıyor ancak pek çok hastalığın tedavisi için önemli miktarda para gerekebilir. Ancak bu gibi klişe örneklerin ötesine geçmek gerek.

Paradan kasıt maddi kazanç, kazanım, refah demektir. Daha bol kazanç, daha yüksek bir yaşam standardı, daha zengin sofralar, daha lüks bir ev ve araba, daha kaliteli eşyalar, kıyafetler, daha iyi yerlerde tatiller, daha çok gezmeler..... Bu liste uzayıp gider. Ancak tüm bunlar insanı insan yapan bazı temel değerlere rağmen olmalı mıdır? İşte günümüzde asıl sorulması, sorgulanması gereken tam da bu noktada insanların nasıl kararlar verdiği ve hangi yolu seçtiğidir. Bu yol ikiye ayrılır, ya ekonomik olarak yüksek bir refah, yüksek ve rahat bir yaşam ( en azından mevcudun korunması ), ya da bunları ve hatta elindekileri riske atarak daha insanca yaşamak...

Şimdi diyebilirsiniz ki ilk durumda yüksek refah, bol kazanç, bolluk ve bereket içinde yaşamak insanca değil de, parasızlıktan sürünerek yaşamak mı daha insanca? Eğer insanlığınıza para ile değer biçiyorsanız ve lükse karşı insanlığınızdan ödün veriyorsanız hayır, ancak insanlığınıza katı bir şekilde bağlı iseniz kesinlikle evet.

İnsanlar zaman zaman gelirlerinin ve refahlarının devamı ve iyileşmesi için özgürlüklerinden, insan olmaktan doğan haklarından ödün verebilmektedirler. Güvende olma ihtiyacından doğan bir güdü ile hareket ederler. Bu sayede yuvalarına ekmek götürdükleri işlerinden olma korkusu yaşamazlar. Gelirlerinin artışı, refahlarının yükselişi ve geleceklerinden emin olmak her insanın arzu edeceği şeylerdir. Ama insanlığa rağmen mümkün mü?

Malesef mümkün! Örneklerini çokça görmekteyiz. Üç kuruşluk çıkar uğruna insanlar kendilerini küçültecek pek çok şeyi yapabilmektedirler. Üç kuruşluk menfaat uğruna beş para etmez insanların önünde el pençe divan durabilmektedirler. Yağ yakabilmekte, yalakalıkta Guiness rekorlar kitabına girmeye hak kazancak performans sergileyebilmektedirler. Öyle ki bu tür insanlara nefes almayacaksın denilse, ölene kadar olmasa da, en azından bilinçlerini kaybedene kadar tutarlar nefeslerini. Ne aşağılık insanlardır onlar, ne aşağılık insanlardır ki, insanlıkları insan denilemeyecek seviyeye inmiştir. Bu insanlara bu nedenle insan değil İnsansı demek makbuldür. İnsan denilirse bu tiplere çünkü, Homo Erectuslara dahi hakaret edilmiş olur. Çünkü insanlığından maddi menfaatleri uğruna ödün vererek insanlığını kirletenler, seviyesizleştirenler, yaratılmışları en yücesi olan insanı aşağıladıkları anda, yaratılmışların en aşağılığı olandan dahi daha aşağılık bir hale gelirler.

Bu insanlar çıkarları uğruna öyle alçalabilirler öyle alçalabilirler ki, insanlığından vazgeçmeyenlerin midesi kaldırmaz. Üstelik bu kişiler insanlığından vazgeçmeyenleri aşağılamakta, onları ötekileştirmektedirler. Adeta insanlığı kemiren bir virütik hastalık gibi çoğalmakta ve pek çok insanı kendilerinden olmak için zorlamaktadırlar. Onlara bir cennet vaat etmekte ve karşılığında üç maymunu oynamasını istemektedirler. Bir insan kendi karakterinden başkaları için maddi çıkarlar uğruna fedakarlıkta bulunduğu anda, sözkonusu tuzağa düşmüş olur. Üstelik bu tuzağa bir defa düşüldüğünde, çoğu zaman geri dönüşü yoktur.

Ve malesef bu insanlar çokça bulunuyor. Hatta o kadar çokça bulunuyor ki, aralarında bozulmamış insanlar geceleri çıkan yıldızlar gibi ışıldıyor.

İnsanlığınızdan vazgeçmeyin ve öz karakterinizden sakın ama sakın ödün vermeyin.

12 Haziran 2012 Salı

Evrensel İnsanlar


İnsan ikiyüzlüdür. Doğasında var belki bu ikiyüzlülük, ta yaratılışından gelen belki de geçen zaman içinde yerleşti insana. Bir tür evrim sonucu oluşan yan etkide denilebilir belki. Ancak kesin olan bir şey var o da insan ikiyüzlü bir varlıktır ve kendi çıkarlarını gözetmek uğruna olmadık aşağılıkları yapar ve bunları yaparken de kendini dürüstlük timsali bir insan olarak gösterebilir.  Üstelik bundan kesinlikle gocunmaz, bunu bir olağandışılık olarak algılamaz, son derecede normal bir davranıştır bu onun için. Ancak aynı durumda karşısındaki benzer bir davranış sergilediğinde onu suçlamak, aşağılamak, yerin dibine sokmak ve bunu yaparken de kendini daha da yüceymiş gibi göstermek için elinden gelen çabayı göstermekten geri durmaz.Denilebilir ki şeytana ilk taş atan şeytanın kendisidir. 

Peki insan neden böyledir. Ying-Yeng ikilemi vardır insanın özünde. Uzakdoğulu insanlar belki antik Yunan filozoflarından da öteydiler insanı anlama ve yaradılışını kavrama konularında. Ancak  o kadar da özgürlükçü bir toplumda, özgürlükçü bir kültürde yetişmemiş olan bu kişiler genellikle bir hükümdara ya da doğanın karşı konulamaz güçlerine karşı kendilerini sorumlu hissetmişler ve boyun eğmişlerdir. Doğu felsefesinde doğaya karşı koyma yoktur, ona boyun eğme ve ona uyum sağlama vardır.
İnsanın iki yüzlülüğünün özündeki ikilem, evrensel doğru ile kişisel doğrunun çatışmasından kaynaklanır. Evrensel doğrular tüm insanlar için ortak olan doğrular iken, kişisel doğrular bir kişi ya da belli bir sosyal grubun doğru bulduğu şeylerdir. İnsan kendi kişisel doğruları ya da ait olduğu sosyal gurubun doğruları ile evrensel doğrular çakıştığında, insan olmaktan kaynaklanan evrensel doğruya uyma gereğini ihlal ederek kendi kişisel ya da grupsal doğrusu yönünde hareket etmekte, yani kendi çıkarlarını evrensel doğrulardan üstün saymaktadır. Bu tüm dünyada, tüm toplumlarda ve topluluklarda böyledir. Nadiren de olsa zaman zaman toplumların içinde evrensel doğrulara kendini adamışlar çıkabilir. Ancak bu kişiler ait oldukları sosyal grupların çıkarlarını zaman zaman da olsa savunmadığı için dışlanmaya, ötekileştirilmeye, itilip kakılmaya ve kimsenin arzu etmeyeceği bir şekilde yaşamaya adeta mahkum edilmektedirler. Neticede ise evrensel doğrular çökmekte, yenilmekte, çıkarlar öne çıkmaktadır. 

Bir insan kendi çıkarı için pek çok aşağılık şeyi yapabilir. Hiç utanmadan, insanlığından ar duymadan büyük yanlışlar yapabilir ama bunları yaparken kendini yaptıklarının doğru olduğuna kandırmıştır. Bu kişiler için asıl önemli olan gerçekte doğru olan değil, yani evrensel doğrular değil, kendi kişisel doğruları ya da ait olduğu sosyal grubun doğrularıdır. Evrensel doğruları bir yana itip, bireysel ya da grupsal doğruları kabullenen, özümseyen insanlar ise kamplaşmak, gruplaşmaya ve kutuplaşmaya mahkum olmaktadırlar. Bu kamplaşmaların ve kutuplaşmaların neticesinde ise tarih boyunca pek çok insanlık dramı yaşanmıştır, yaşanmaya devam etmektedir ve üzülerek belirtmek gerek ki daha devamda edecektir. 

Netice olarak, evrenselin yolundan sapan insanlar, evrensele yüzlerini dönmedikçe bu dünyaya barışın, huzurun, mutluluğun ve kardeşliğin gelmesi mümkün değildir. 

İnsanların öncelikle evrensel insan olmayı ilke edinmeleri gerekmekte ve dünyanın her neresinde olursa olsun, hangi kültüre ait, hangi dine bağlı, hangi dili konuşan, hangi etnik kökenden gelen insanlar olursa olsun, dünyadaki tüm insanların insan evrensel kümesinin içinde birer eleman olduklarını özümsemeleri ve bu bilinçle hareket etmeleri halinde dünya çok daha yaşanılası bir yer olacaktır kuşkusuz…. 

Ne mutlu evrensel insanlara…