3 Ocak 2011 Pazartesi

Justin Bieber Felaketi

Justin Bieber, Kanada'lı ufaklık, youtube sayesinde bir müzik yapımcısının keşfettiği ve Usher'in yoğun desteği ile de her geçen gün her nasılsa popülaritesini artıran velet. Her gördüğümde aklıma küçük Emrah düşüren bir felaket.

Justin Bieber'in şarkılarına olanca objektifliğimde baktığımda bile, cık olmamış diyorum. Çok çocukça şarkılar ve klipler. Amerikalıların bu çocukça işleri bu kadar tutmasına hayretle bakıyorum. Justin hakkında bugün gördüğüm bir haber ise beni iyice şaşırttı diyebilirim. Justin Bieber twitter'den tweetlediği herşey tam 5 milyon defa hayranları tarafından retweetleniyormuş. Yani tekrar paylaşılıyormuş. Ortalama 5 milyon paylaşım. Üstelik bu kadar çocukça işler yapan biri...

Amerikalılar ve dünyanın dört bir yanındaki Justin Bieber hayranları bana kızabilirler aslında belki ama, Justin'i her gördüğümde mideme bir kramp yerleşiyor. İnsanlık ilerleyeceğine geriliyor diyorum ve aklıma Korn'un evolution klibi geliyor. Küçük Emrah bile daha iyiydi.

Nasıl olur da bu kadar bayağı şarkı sözleri ile dolu bir müzik tutulur. Kimse yanlış anlamasın Justin Bieber ile bir sorunum yok. Ancak yaptığı müzik ve çektiği klipler çok çocukça, çok bayağı. Ancak insanlar gün be gün bayağılığa prim vermeye başladı. Beni asıl düşündüren bu.

Dünya nereye gidiyor diyorum kendi kendime.

1 Kasım 2010 Pazartesi

Dert Diyemem

Dert diyemem buna.
Dert olan gün olur geçer.
Oysa bu geçmeyecek,
Biliyorum.

Yavrusunu kanatlarıyla saran,
Kuş gibi,
Gönlümü örteceğim üstüne

Zaman bir parçasını yıpratır diye,
Bedenimi yıprattığı gibi,
Ödüm kopacak her gün.

Değerli bir mücevher gibi,
Çıkaracağım bazen,
Titrek ellerimle...

Yüreğimde tarifsiz bir burukluk,
-Yaşam ağrısı-

Gözlerim sulanacak,
Genzim yanacak,
Burnumun direği sızlayacak.

Ama ağlamayacağım.
(Nedenini şair bilir).

Dert diyemem buna.
Dert dediğin gün gelir geçer.
Ama bu hiç geçmeyecek.
Çünkü ben,
Hiç unutmayacağım...

26 Ekim 2010 Salı

Zaman Üzerine

Boş bir duvara bakakalan göz yorulunca kapanır. İnsan yorulunca yürümeyi bırakır. Yürümek zaman zaman zor olabilir, zaman zaman ise kolaydır. Peki yürümeyi zorlaştıran ya da kolaylaştıran nedir? Yolun şekli, engebeli olum olmaması, taşlı olup olmaması... Daha bir sürü şey sıralayabilirim buraya. Ama yolun fiziki yapısı her zaman zorlamaz insanı. Bazen insanı zorlayan yolun kendisidir, varlığıdır.

Her insan için geçerli üç zamandan bahsedeceğim. İşte bu üç zamanın mükemmel uyumunda ne kadar yakınsa bir insan, yol o kadar kolaydır. Benzer şekilde ne kadar uzaklaşmışsa mükemmel uyumdan, yol o derecede zorlaşmıştır. Bu üç zamanın birincisi evrensel zamandır. Bu evrensel zaman kişiden kişiye değişmeyen, herkes için her yerde aynı olan zamandır. Bu evrensel zaman, insanlardan bağımsız bir şekilde akan bir nehre benzer. Siz o zamanın içinde sürüklenen bir kayıksınız, belki bir odun parçası, belki bir yaprak. Ama evrensel zamanı değiştiremezsiniz. Üstelik bu nehir sürekli sabit bir hızla akar, ancak bazı anlarda size daha yavaş ya da daha hızlı akıyor hissi verebilir. Oysa gerçekte yavaşlayan ya da hızlanan bir başka zamandır.

İkinci zaman, evrensel zamandan ayrı olarak, insanın biyolojik zamanıdır. Evrensel zaman nehrinde aldığınız her yol, biyolojik zamanınızın geri saymasına neden olur. Evet, biyolojik zaman, geri sayar sadece. İnsanın büyümesine, yürümesine, konuşmasına, yaşlanıp ölmesine neden olur. Yaşamınızın çağlarını belirler. Çocukluk, gençlik, delikanlılık, ihtiyarlık gibi. İnsan yaşamında biyolojik zamana uymak çok önemlidir. Bu zaman insan bedeni üzerinde oldukça etkilidir. Vücuttaki hormonların seviyesini değiştirir. Bazen kemik erimesi gibi bir hastalığa neden olur, doğurganlığı başlatır ve bitirir. Hormonal denge insan psikolojisi üzerinde çok etkilidir. Bu nedenle yaşamın her çağında insan, biraz daha farklı bir insandır. Asla aynı kişi olamaz. İnsanı değiştiren ise biyolojik zamandır.

Üçüncü zaman oldukça derindir. Her zaman hissetmek mümkün olmaz. Zaten pek fazla hissedebilenin oldunu da sanmıyorum. Bu üçüncü zaman, kişinin iç dünyasının zamanıdır. Evrensel ve biyolojik zamanla oldukça sıkı ilişki içinde olsa da, tam anlamıyla onlara bağlı bir zaman değildir.

Üçüncü zaman, yani iç zaman, takvimde hangi gün olduğu ile ilgilenmez, bunun en büyük ispatı olarak, diğer insanlardan kopuk bir süre yaşadıktan sonra, hangi gün olduğunu insanın unutmasını gösterebilirim. Biyolojik zamanla da sıkı bir ilişkide olmasına rağmen, tam anlamıyla ona bağlı değildir. Bazı insanlar yaşlanan vücutlarına rağmen kendilerini genç hissederler. Büyümeyi reddedenler bile vardır.

İnsan ancak bu üç zamanın mükemmele yakın bir uyumunda mutluluğu bulabilir. Yani, olması gereken şeyler, olması gereken evrensel, biyolojik ve içsel zamanda olursa, en üst seviyede mutluluk verir. Aksi halde, zaman uyumsuzluklarının doğuracağı sıkıntılar ortaya çıkar. Örnek vermek gerekirse, çok genç yaşta evlenip çocuk sahibi olan biri için bu durumu kaldırmak zor olacaktır.

İnsan hayatında bu üç zaman, mutluluğun anahtarlarıdır ve bir kapıyı aynı anda açmalıdır. Bununla birlikte açılacak kapı da önemlidir. Doğru kapı açılmadığı takdirde, üç zamanın mükemmel uyumu ziyan edilmiş olur. Bazen insanlar kapıyı açmaya çalışmayabilir de. Kaçan ise fırsattır. Örnek olarak hayatının fırsatı olan bir iş başvurusunda bulunmamak olabilir bazen, bazense hayatının aşkını kaçırabilir insan. Ancak, bazen fırsatlar önünüze bu üç zamanın oldukça uygunsuz olduğu bir durumda çıkar. Bu durumda yapacak bir şey yoktur. Göz göre göre treni kaçırır insan. Sokağa çıkıp da bitkin, hayattan bıkkın yüzlere bir bakın. İşte onlar, mutlaka geçmişte bir gün treni kaçırmış olanlardır.

Umarım sizler, hiçbir treni kaçırmazsınız.

16 Ekim 2010 Cumartesi

Yalnızlık

Açık bir pencereden içeri giren rüzgarın dalgalandırdığı perde, pencerenin hemen önündeki masanın üzerinde duran, ne olduğu önemsiz bir kağıdı hareket ettirince çıkan ses, o anda odayı dolduran en önemli ve de içi dolu ses oluyorsa ve bu odada biri var ise, işte o kişi kesin olarak derin ve de sakin, tam anlamıyla dingin bir denizin ortasındaki küçücük ama küçücük bir kayığın içinde bulunan ve gözleriyle afakı taradığında ne bir başka gemi ya da kayık, ne de bir kara parçası görebilen, hatta kulaklarına yakında bir kara parçası olduğunun işareti olabilecek en zayıf bir martı sesi bile gelmeyen biridir. Bu öyle derin bir kendi başına kalmışlıktır ki, insan hem dışarıdan bakıldığında aksi iddia edilemeyecek kadar yalnızdır, hem de kendini büyük şehirlerin ünlü, çoğu zaman araç trafiğine kapalı, her tarafında dünyaca ünlü markaların isimlerinin yazıldığı devasa tabelalar bulunan ve bu tabelaların altında albenisi son derecede yüksek şekilde düzenlenmiş ve de sabah tüm camları özenle silinmiş camekanlarla ve de her birinden başka başka türlerde ama illa ki yüksek perdelerde sokağa taşan müzik ile müşteri avlamaya çalışan dükkanları olan bir caddenin mahşeri kalabalığının curcunasında hissetmektedir. Bu yalnızlık içindeki kalabalık hissi bazen öyle şiddetlenebilir ki insan kendini bir çırpıda sokakta, gündelik yaşamanın gürültülü ve de düzensiz görünen ama o görüntüdeki düzensizliğin aslında evrensel bir düzene sahip curcunasında bulabilir.

Bu bir kaçıştır. İçsel kalabalığın katlanılmazlığından dışsal kalabalığın katlanılabilir karmaşıklığına bir kaçış. Öyle ki, evinin ya da apartmanın sokağa açılan son kapısından kendini dışarı attığında, onlarca yıl hapiste kaldıktan sonra kaçmayı başaran bir mahkum gibi, hem mutlu, hem de garip bir şekilde, suçlu hisseder. Mutludur çünkü artık kurtulmuştur içsel kalabalığın katlanılamazlığından. Suçlu hisseder kendini ama bunu tam kavrayamaz. Belki bu suçluluk değildir de bir utançtır. Çünkü kaçtığı şey aslında kendisidir. Bir odada yalnızken evrenin en mutlak ve de büyük gerçeği olan kendi varlığı, sokağa çıktığında küçülmüş, küçülmüş, artık denizde bir katre kadar önemsizleşmiştir. İnsan belki de kendi evreninin en mutlak gerçeği olmaya katlanamıyordur. İşte belki de yalnızlık dediğimiz şey de, insanın kendi evreninin en mutlak gerçeğinin kendisi olması halidir. Bu nedenle insanlar yalnızlıktan kaçarken kendilerini kalabalıklara atıyorlar. Çünkü kalabalık içinde kendi varlıkları, kendi evrenlerindeki mutlak gerçek olmaktan çıkıp küçülüyor, önemsizleşiyor.

Sokağa çıktıktan sonra tanıdık yüzlerle karşılaşır insan. Her zaman alışveriş yaptığı mahalle bakkalı olabileceği gibi bu tanıdık yüzler, komşuları, sokakta oynayan komşu çocukları, okuldan eve dönen ya da okula giden öğrenciler, işe giden ve işten eve dönen ancak ister işe gidiyor olsun ister işten eve dönüyor olsun aynı derecede yorgun görünen insanlar, kısacası sokakta her kim varsa tanıdıktır. Herkesin yüzünde mutlaka daha önce karşılaşılmış bir başkasının yüzü durur, herkes herkese benzer. Bu herkesin herkese benzediği sokakta, insan bir gerçeğin ayırdına varabilir. O da kendisinin de aslında herkese benzediği gerçeğidir. İşte bu noktada yalnızlık ortadan kalkmaya başlar. Artık kendi evreninin mutlak gerçeği, mutlak varlığı olan kendi varlığı ile tüm sokaktaki insanlar ve bir tümevarımla tüm insanlık yer değiştirir. Artık kendi evrenini tüm insanlık doldurmaktadır ve yalnız değildir.

İnsan, kesin olarak yalnız olan insan, kendi iç evreninde, diğer insanlardan ayrık yaşadığı hayatına ait tüm sorunların altından bir başına kalkabilecek kadar güçlü değildir. Yüzlerce hatta belki binlerce soru ile boğuşmak zorunda kalır. Üstelik bu soruların birine bile cevap bulabilmek halihazırda çok zor iken, bulunan cevapların da hiçbiri mutlak bir cevap olamamakta, bununla da kalmayıp onlarca yeni soruyu tetiklemektedir. Adeta bir nötron tarafından tetiklenmiş bir çekirdek tepkimesi gibi, kontrol etmenin insan aklının sınırlarının çok ötesinde olduğu sonsuz bir soru cevap sarmalı meydana gelir. Sarmal çok uzakta da olsa bir noktaya ulaşıyor gibi görünebilir. Ancak her kat edilen aşamada, aslında bunun optik bir yanılsama olduğu gerçeği acı bir gerçek olarak insanın yüzüne vurur. İşte kaçış bundandır. Sokakta bu sarmaldan insan kurtulmakta, bir anda soruların ağır yükünü tüm insanlık ile paylaşmaktadır. İnsanın yalnızlığı, aslında kendi varlığının kendisidir. Yani insan kendi varlığının varlığında yalnızdır. Kendi varlığının yokluğunda ise yalnız olmaktan kurtulur. Bunula birlikte kendi varlığını yok edemez. Aslında kaçmakta olduğu kendi, zaten sokaktadır ve çok sayıdadır. Kendinden kaçtıkça kendini bulan insan, kendinden kurtulmuş olsa bile bir süreliğine, ne kadar kendinden uzaklaşmış ve ne kadar kendi olmaktan çıkabilmiştir ki? Yaptığı sadece kendi bilincini kendine dönük düşüncelerle boğuşturmaktan sokakta kaldığı süre kadar kurtarmaktır. Zaten elinden de bundan fazlası gelemez.

Yalnızlık, tam anlamıyla yalnızlık. İnsanın içini buran, uzun süre suda kalmış el ya da ayak derisi gibi buruşuk, ama yalın, sessiz ama kafa patlatacak kadar gürültülü bir yalnızlık. İnsanın hem bir başına olduğu hem de binlerce kendinin sorduğu onlarca soru ile boğuştuğu hal. Bu hal hiçbir zaman bitmeyecektir. Sonuç olarak insan, kendi varlığından kesin olarak kurtulana dek yalnızdır.