Medeniyetler ittifakının ne olduğunu herkes biliyor diyemeyiz ancak hakkında çok şey duyduk. Bu konuda çok sayıda şüphe ve komplo teorileri mevcut. Aslında haksız da sayılamayacak bir şekilde medeniyetler birbirine güvenme konusunda o kadar da istekli değil. Ancak en azından söylemlere yansıyan amaçlar, dünya barışını sağlamaya yönelik olduğu için, bu ittifakı sağlamaya çabalayanların başka amaçaları var ise bile, bir şekilde medeniyetler ittifakı sağlanmalı. Sağlanmalı ki en azından etnosantrik bir düşünce yapısıyla, farklı medeniyetler daha fazla birbirini ötekileştirmesin, farklılıklar daha kolay kabul edilebilir olsun. Böylelikle farklı medeniyetler birbirine karşı düşmanca davranmaktan ve dünyayı kana boyamaktan kurtulabilir.
Şimdi gelelim heykele. Önce aşağıdaki videoyu seyredin, sonra yazıya devam edelim.
Heykeli gördünüz. Haberde sanki heykeltraşın amacı müslamanları aşağılamak olarak yansıltılıyor. Şimdi kendinizi heykeltraş yerine koyun ve böyle bir heykel yapmak istediğinizi düşünün. Secde eden bir müslümanın heykelin en altında bulunması oldukça akla uygun geliyor. Şekil itibari ile heykelin kaidesi oluyor da denilebilir. Ayrıca amaç eğer bir dini aşağılamak ise, diğer dinler de aşağılanmış oluyor. Heykelin en üstünde bulunan musevinin elinde Kuran var, ve musevi Kuran okuyarak dua ediyor. Ayrıca, hrıstiyanın elinde de tesbih var ve incil yerde duruyor. Yani Kuran yerde değil en yüksekte. Burada heykeltraşın amacı müslümanlara hakaret etmek değil, medeniyetler ittifakının nasıl olması gerektiği hakkındaki algılamasını sanatına yansıtmak.
Ancak musevinin en yüksekte durması nedeni ile, İsrail politikalarını da göz önünde bulundurarak yine çeşitli teoriler üretilebilir. Ancak heykelin yapılış amacı belli. Bir heykel bu kadar amacı çarpıtılarak haber yapılabilirdir. Bu heykel Danimarka'daki karikatürlerden çok farklıdır. Orada resmen diğer dinlerin değerlerine saygısızlık söz konusu iken, burada amaç dinlerin bir arada olabileceğini göstermektir.
Ayrıca secde eden müslümanın en altta oluşunu bir hakaret olarak algılamak yerine, islamın tüm semavi dinlerin temeli oluşunun timsali olarak görmek de mümkün. Ancak haberi yapan dar kafalı zihniyet bunu böyle algılayamaz, algılamayacaktır.
28 Şubat 2010 Pazar
İç Zaman-Dış Zaman
Ne olmalı? Ne zaman olmalı? Kim ya da kimle olmalı? Nerede olmalı? Nasıl olmalı? Bu sorular biraz haberciliğin 5n1k'sı gibi oldu, sadece niçin olmalıyı sormadım. Niçin olmalıyı şimdi açıklayayım.
Niçin olmalı? Çünkü olması sizi mutlu edecektir, olmasını istemektesinizdir. Olması hayalinizdir, umudunuzdur, sizi yaşama bağlayan en kuvvetli bağdır kimi zaman. Kimi zaman da son derecede basit bir şeydir.Niçin olmalıdır? Çünkü siz olunca mutlu olacaksınızdır. Bu nedenle niçin olmalı sorusuna cevap bulduktan sonrası ile ilgileniyorum.
Bazen bir şeyi istersiniz. Bu biri de olabilir, sevdiğiniz biri. Bir şey olsun istersiniz. Ancak olacak olan tam olarak nedir? Hayalinizdeki yer, ve şekil nedir? Ya da kimdir? Bu soruların her biri için bu yazının kareli katları kadar metin yazılabilir. Ancak bir şeyi istiyorsanız, ne olduğunu ya da kim olduğunu, nasıl bir mekanda olması gerektiğini ve nasıl olması gerektiğini tam olarak bilmelisiniz. Bu konularda eksik tanımlamalar tam olarak nasıl bir şey istediğinizi bilmediğiniz gösterir ve sonunda mutluluğunuz geçici olur. Bir süre sonra eksik tanımlama yaptığınız için görmediğiniz detaylarda saklanmış şeytanlar mutluluğunuzu gölgeleyecektir. Belki de yıllar boyu hayal ettiğiniz, peşinden koşup bin bir çileye göğüs gerdiğiniz ve sonunda elde ettiğiniz bir şeyin içinizde oluşturduğu huzur ve mutluluğun semalarına karanlık bulutlar salan Sauron kuleleridir, ayrıntılara saklanan şeytanlar. Bu nedenle dikkatli olunmalı ve isteğiniz her ne ise tam olarak tanımlanmalıdır.
Tanımlanması en zor olan konu zamandır. Ne zaman? İyi de hangi zamana göre? İnsanlar aynı anda iki zaman yaşar. Bunlardan biri evrensel zamandır, evrensel olan, diğerleri ile ortak paylaşılan zaman. Takvimlerdeki zaman. İkincisi iç zamandır. Her insanın iç dünyasının zamanı. O iç dünya ki, diğer insanlarla ortak yaşanılan her şeyi, diğerlerinden biraz farklı yaşatır herkese. Bir sinema salonu hayal edin.Seyirciler bir film seyreder, film bittiğinde ortak dünyada herkes aynı filmi seyrederken, iç dünyasında herkes farklı filmler seyretmiştir. Daha sezgisel, daha duygusal bir dünya. Gönül dünyası belki, belki ruhun dünyası, ama tam olarak etten ve bedenden, yani maddeden bağımsız bir dünya.
Bozuk saatler bile günde iki defa doğru zamanı gösterirken, iç zaman ile evrensel zamanın aynı zamanı göstermesi zordur. Hatta isteğinize göre zorluk derecesi artabilir. Kişiden kişiye zorluk
her konu için farklılaşabilir. Herkesin iç dünyası farklı olduğundan, etkileyen değişkenler de, değişkenlerin etki dereceleri de farklılık gösterir. Ancak bir kişi, diğer tüm sorulara doğru tanımlarla cevap bulduktan sonra, iç ve dış zamanı da çakıştırırsa kusursuz mutluluk için bir fırsat yakalamıştır. Bu nedenle bu iki zamanın çakışması çok önemlidir, ancak kimse farkında değildir.
Doğru dış zamana görece sıklıkla karşılaşılır. Doğru zaman, mekan, kişi ve şartlar sağlanmıştır, doğru dış zamandır, ancak belki iç zamanınız için erkendir ya da geç kalınmıştır. Ya hazır değildir iç dünyanız ya da artık iç dünyanız için bir şey ifade etmemektedir, ya da önemi azalmıştır. Mutluluk eksik olacaktır ki genelde olan budur. Ayaklarınız yerinden kesilmeyecektir. En iyi ihtimalle kısa bir süre diğer dertlerinizi unutturacak kadar mutluluğa kavuşursunuz.
Bu konu burada çok derin açıklanamayacak kadar uzun. Bu nedenle, iç ve dış zamanınızın bol bol çakışmasını dileyerek yazıyı bitiriyorum.
Niçin olmalı? Çünkü olması sizi mutlu edecektir, olmasını istemektesinizdir. Olması hayalinizdir, umudunuzdur, sizi yaşama bağlayan en kuvvetli bağdır kimi zaman. Kimi zaman da son derecede basit bir şeydir.Niçin olmalıdır? Çünkü siz olunca mutlu olacaksınızdır. Bu nedenle niçin olmalı sorusuna cevap bulduktan sonrası ile ilgileniyorum.
Bazen bir şeyi istersiniz. Bu biri de olabilir, sevdiğiniz biri. Bir şey olsun istersiniz. Ancak olacak olan tam olarak nedir? Hayalinizdeki yer, ve şekil nedir? Ya da kimdir? Bu soruların her biri için bu yazının kareli katları kadar metin yazılabilir. Ancak bir şeyi istiyorsanız, ne olduğunu ya da kim olduğunu, nasıl bir mekanda olması gerektiğini ve nasıl olması gerektiğini tam olarak bilmelisiniz. Bu konularda eksik tanımlamalar tam olarak nasıl bir şey istediğinizi bilmediğiniz gösterir ve sonunda mutluluğunuz geçici olur. Bir süre sonra eksik tanımlama yaptığınız için görmediğiniz detaylarda saklanmış şeytanlar mutluluğunuzu gölgeleyecektir. Belki de yıllar boyu hayal ettiğiniz, peşinden koşup bin bir çileye göğüs gerdiğiniz ve sonunda elde ettiğiniz bir şeyin içinizde oluşturduğu huzur ve mutluluğun semalarına karanlık bulutlar salan Sauron kuleleridir, ayrıntılara saklanan şeytanlar. Bu nedenle dikkatli olunmalı ve isteğiniz her ne ise tam olarak tanımlanmalıdır.
Tanımlanması en zor olan konu zamandır. Ne zaman? İyi de hangi zamana göre? İnsanlar aynı anda iki zaman yaşar. Bunlardan biri evrensel zamandır, evrensel olan, diğerleri ile ortak paylaşılan zaman. Takvimlerdeki zaman. İkincisi iç zamandır. Her insanın iç dünyasının zamanı. O iç dünya ki, diğer insanlarla ortak yaşanılan her şeyi, diğerlerinden biraz farklı yaşatır herkese. Bir sinema salonu hayal edin.Seyirciler bir film seyreder, film bittiğinde ortak dünyada herkes aynı filmi seyrederken, iç dünyasında herkes farklı filmler seyretmiştir. Daha sezgisel, daha duygusal bir dünya. Gönül dünyası belki, belki ruhun dünyası, ama tam olarak etten ve bedenden, yani maddeden bağımsız bir dünya.
Bozuk saatler bile günde iki defa doğru zamanı gösterirken, iç zaman ile evrensel zamanın aynı zamanı göstermesi zordur. Hatta isteğinize göre zorluk derecesi artabilir. Kişiden kişiye zorluk
her konu için farklılaşabilir. Herkesin iç dünyası farklı olduğundan, etkileyen değişkenler de, değişkenlerin etki dereceleri de farklılık gösterir. Ancak bir kişi, diğer tüm sorulara doğru tanımlarla cevap bulduktan sonra, iç ve dış zamanı da çakıştırırsa kusursuz mutluluk için bir fırsat yakalamıştır. Bu nedenle bu iki zamanın çakışması çok önemlidir, ancak kimse farkında değildir.
Doğru dış zamana görece sıklıkla karşılaşılır. Doğru zaman, mekan, kişi ve şartlar sağlanmıştır, doğru dış zamandır, ancak belki iç zamanınız için erkendir ya da geç kalınmıştır. Ya hazır değildir iç dünyanız ya da artık iç dünyanız için bir şey ifade etmemektedir, ya da önemi azalmıştır. Mutluluk eksik olacaktır ki genelde olan budur. Ayaklarınız yerinden kesilmeyecektir. En iyi ihtimalle kısa bir süre diğer dertlerinizi unutturacak kadar mutluluğa kavuşursunuz.
Bu konu burada çok derin açıklanamayacak kadar uzun. Bu nedenle, iç ve dış zamanınızın bol bol çakışmasını dileyerek yazıyı bitiriyorum.
27 Şubat 2010 Cumartesi
Cennet Nasıl Bir Yer?
Herkes Cennet'e gitmek ister. Tabi iki seçenek olmasının da bunda etkisi büyük, ve diğer seçenek cehennem olduğuna göre, tek istenilebilecek seçenek cennet oluyor. Peki gitmek için pek de çaba sarf etmediğimiz! bu cennet nasıl bir yer?
"Allah’a karşı gelmekten sakınanlara söz verilen cennetin durumu şöyledir: Orada bozulmayan su ırmakları, tadı değişmeyen süt ırmakları, içenlere zevk veren şarap ırmakları ve süzme bal ırmakları vardır. Orada onlar için meyvelerin her çeşidi vardır. Rablerinden de bağışlama vardır. Bu cennetliklerin durumu, ateşte temelli kalacak olan ve bağırsaklarını parça parça edecek kaynar su içirilen kimselerin durumu gibi olur mu?" (MUHAMMED SURESİ 15. AYET)
Yine Kuran'da pek çok ayette cennet, altından ya da içinde ırmaklar akan, yeşil, gölgeli, yemişlerin kolayca ulaşılabilir olduğu yer olarak tarif edilmekte. "Altından ırmaklar akan" ve "içinden ırmaklar akan" ifadesi pek çok yerde geçmekte.
Buradan anladığımız kadarıyla, cennette bol bol su var. Hatta o kadar çok ki, bataklık bir yer denilebilir. Sütten ırmak ve süzme bal ırmakları konusuna hiç değinmeyeceğim. Özellikle sütü sevmeyen biri olarak, sütten ırmak hiç ilgimi çekmedi. Ancak saf bir doğal ortamda sonsuz bir yaşam, biraz fazla rutin, ve bir süre sonra sıkıcı olmayacak mıdır? Cennet öyle tarif edilmiş ki, sanki gidenler yiyip içmekten başka bir şey yapmayacak sanırsınız. Cennetteki insanlar her halde obez olacak.
Insan merak etmeden duramıyor, cennette de uçaklar, arabalar, internet vs olacak mı diye. Cennette ırmak çoksa rafting için ideal bir yer olmalı.
Cennette bir de uşaklar olacak Kuran'a göre. Gılman adlı? bu uşaklar her daim genç kalacak, genç ve güzel yüzlü erkekler olarak açıklanmış.Huri'nin erkek hali de denilebilir belki. İşleri de, su, şarap vs dolu sürahiler, ibrikler ile dolaşmak ve isteyenin bardağını doldurmak olarak belirtilebilir. Yani susadığınızda en yakındaki gılmana seslenmeniz yeterli olacak. Tam bir tembellik hali, kalkıp alsana be adam, nasıl olsa her yer pınarlar ve ırmaklarla dolu.
Hurilere gelince. İri ve siyah gözlülermiş. Ayrıca rivayete göre tenleri o kadar şeffafmış ki kemiklerini görmek mümkünmüş. Siyah göz sevmiyorsanız, ve kemikleri görülen bir kadın ilginizi çekmez ise, huriler pek de cazip gelmeyebilir. Ayrıca ipek de sevmelisiniz, elbiseler genelde parlak renkli ve ipekten olacakmış. Yok ben pamuklu isterim derseniz, her halde vardır, ancak benim elbisem sentetik olsun isterseniz ne yaparsınız bilemiyorum. Görmeden bir şey demek zor.
Cennet hakkında Kuran'da verilen bilgilere bakarsak, Kuran'ın çöl ikliminde yaşayan arap erkeklerini cezbedebilecek bir cennet tanımladığını söyleyebiliriz. Bitmeyen gölgeler, bol bol su, her zaman taze ve her türlü yemişler... Yani Sibirya steplerinde ya da Alaska'da yaşayan ve sıcak güneşe hasret bir hayat süren insanlara pek de çekici geleceğini söyleyemeyiz bu cennetin.
Dünyanın farklı bölgerinde yaşayan insanlar faklı cennet ve cehennem inanışlarına sahip. İskandinav ülkelerinde yaşayan insanlar cehennemi buzlarla kaplı olarak tanımlarlarken, cenneti güneşin sürekli ısıttığı sıcak bir yer olarak tarif ediyorlar. İncilde cennet öldükten sonra gidilecek yerdir, orada insanlar ihtiyar, güçsüz ve hasta olmazlar. Tevratta cennet hiç yok, öldükten sonra herkes şeol adlı bir yere gidiyor. Budizmde cehennem sıcak ve soğuk iken, cennette üzüntü, keder, acı yok. Cennet yaşamı dünyadakinden farklı. Brahman inancında cehennemde pek çok farklı işkence mekanizması var. En başta ateş olmak üzere, kılıçlara saplanma, yanar fıçılar, dondurucu soğuk gibi. Zerdüştlükte Sırat köprüsüne benzer bir köprü var. Kötüler geçerken köprünün ortası daralıyor ve kötüler aşağıdaki cehenneme düşüyor, iyiler ise karşıdaki cennete ulaşıyor. Şaman Türklerde cennet uçmak, ve cennet hayatı bu dünyadakinin devamı. Ancak genel olarak cennette hastalık, yaşlılık, zayıflık, üzüntü, keder, acı, yaşlılık yok. İnsanlar yorucu işler görmüyorlar. Ha bire yiyip içiyorlar :D Cennette mutlak komünizm var diyebiliriz, en ütopik haliyle.
Gelelim hurilere. Huriler de erkeklere cennete çekmek için konulmuş bir ödül gibi. Bir kadın neden huri istesin ki? İşin açıkçası huri konusu biraz karışık. Ancak arap erkeklerin biraz fazla uçkuruna düşük olduğu sonucuna varabiliriz. O derecede ki, hem çok eşliliğe dünya hayatında da müsade ediliyor, hem de cennette huriler vaat ediliyor. Sadece araplar mı diyebilirsiniz, ancak Kuran'daki cennetin çöl hayatı süren araplara daha çekici gelecek şekilde tanımlandığını gördükten sonra, hurilerin de aynı nedenle vaat edildiğini söylemek çok da yanlış olmayacaktır.
"Onlara, “Dünya’da yapmakta olduklarınızın karşılığında, sıra sıra dizilmiş koltuklara dayanarak afiyetle yiyin için” denir. Biz, onlara, iri gözlü güzel hurileri eş olarak vermişizdir." (Tur suresi 19-20 ayetler)
Peki kadınlar ne verilecek. Sanırım erkekleri rahatsız etmemek için bu konuya değinilmemiş. Ancak biraz olsun eşitlik var ise! onlar için de kemikleri görülebilen nuriler olmalı. Tabi bu benim kişisel düşüncem, olmayabilir de. Tanrı erkeklerin iman ve ibadet etmeleri halinde huriler vereceğini söylemiştir. Yani imana karşılık içinde huriler olan cenneti teklif etmektedir. İman et, cenneti ve hurileri kazan. Olaya ticari olarak da bakabiliriz belki. İman karşılığı cennet ve huriler. Bu durumda huriler pazarlanmış olur ki, bu durumda Tanrı ne oluyor? Tövbe tövbe diyerek devam edelim.
Daha fazla sapıtmadan sonuca gelelim. Cennette bol ve güzel kadınlar, uşaklar, bol bol yiyecek, şarap, süzme bal, süt, ve su akan ırmaklar var. Yeşillik ve gölge bol. Yani saf bir doğal alan bulabilirseniz cennete benzeyen bir yerdesiniz diyebiliriz. Tropik ormanlar gibi biraz belki. ancak nem oranı insanı rahatsız edecek kadar yüksek değildir herhalde. Ancak, böyle bir cennet, sadece cinsel zevkler, ve türlü yiyeceklerle mutlu olamayacak insanlar için biraz yetersiz gelebilir. Cennetin yeşil bahçelerinde yollar olsa ve o yollarda motorsikletimiz ile yol alsak ne güzel olurdu diyorsanız mesela, bu konuda sizin merakınızı giderebilmek mümkün değil? En iyisi siz iyi işler yapın, gidince varsa buna imkan dört köşesiniz, yoksa da, en azından cehennemden yırttınız demektir.
"Allah’a karşı gelmekten sakınanlara söz verilen cennetin durumu şöyledir: Orada bozulmayan su ırmakları, tadı değişmeyen süt ırmakları, içenlere zevk veren şarap ırmakları ve süzme bal ırmakları vardır. Orada onlar için meyvelerin her çeşidi vardır. Rablerinden de bağışlama vardır. Bu cennetliklerin durumu, ateşte temelli kalacak olan ve bağırsaklarını parça parça edecek kaynar su içirilen kimselerin durumu gibi olur mu?" (MUHAMMED SURESİ 15. AYET)
Yine Kuran'da pek çok ayette cennet, altından ya da içinde ırmaklar akan, yeşil, gölgeli, yemişlerin kolayca ulaşılabilir olduğu yer olarak tarif edilmekte. "Altından ırmaklar akan" ve "içinden ırmaklar akan" ifadesi pek çok yerde geçmekte.
Buradan anladığımız kadarıyla, cennette bol bol su var. Hatta o kadar çok ki, bataklık bir yer denilebilir. Sütten ırmak ve süzme bal ırmakları konusuna hiç değinmeyeceğim. Özellikle sütü sevmeyen biri olarak, sütten ırmak hiç ilgimi çekmedi. Ancak saf bir doğal ortamda sonsuz bir yaşam, biraz fazla rutin, ve bir süre sonra sıkıcı olmayacak mıdır? Cennet öyle tarif edilmiş ki, sanki gidenler yiyip içmekten başka bir şey yapmayacak sanırsınız. Cennetteki insanlar her halde obez olacak.
Insan merak etmeden duramıyor, cennette de uçaklar, arabalar, internet vs olacak mı diye. Cennette ırmak çoksa rafting için ideal bir yer olmalı.
Cennette bir de uşaklar olacak Kuran'a göre. Gılman adlı? bu uşaklar her daim genç kalacak, genç ve güzel yüzlü erkekler olarak açıklanmış.Huri'nin erkek hali de denilebilir belki. İşleri de, su, şarap vs dolu sürahiler, ibrikler ile dolaşmak ve isteyenin bardağını doldurmak olarak belirtilebilir. Yani susadığınızda en yakındaki gılmana seslenmeniz yeterli olacak. Tam bir tembellik hali, kalkıp alsana be adam, nasıl olsa her yer pınarlar ve ırmaklarla dolu.
Hurilere gelince. İri ve siyah gözlülermiş. Ayrıca rivayete göre tenleri o kadar şeffafmış ki kemiklerini görmek mümkünmüş. Siyah göz sevmiyorsanız, ve kemikleri görülen bir kadın ilginizi çekmez ise, huriler pek de cazip gelmeyebilir. Ayrıca ipek de sevmelisiniz, elbiseler genelde parlak renkli ve ipekten olacakmış. Yok ben pamuklu isterim derseniz, her halde vardır, ancak benim elbisem sentetik olsun isterseniz ne yaparsınız bilemiyorum. Görmeden bir şey demek zor.
Cennet hakkında Kuran'da verilen bilgilere bakarsak, Kuran'ın çöl ikliminde yaşayan arap erkeklerini cezbedebilecek bir cennet tanımladığını söyleyebiliriz. Bitmeyen gölgeler, bol bol su, her zaman taze ve her türlü yemişler... Yani Sibirya steplerinde ya da Alaska'da yaşayan ve sıcak güneşe hasret bir hayat süren insanlara pek de çekici geleceğini söyleyemeyiz bu cennetin.
Dünyanın farklı bölgerinde yaşayan insanlar faklı cennet ve cehennem inanışlarına sahip. İskandinav ülkelerinde yaşayan insanlar cehennemi buzlarla kaplı olarak tanımlarlarken, cenneti güneşin sürekli ısıttığı sıcak bir yer olarak tarif ediyorlar. İncilde cennet öldükten sonra gidilecek yerdir, orada insanlar ihtiyar, güçsüz ve hasta olmazlar. Tevratta cennet hiç yok, öldükten sonra herkes şeol adlı bir yere gidiyor. Budizmde cehennem sıcak ve soğuk iken, cennette üzüntü, keder, acı yok. Cennet yaşamı dünyadakinden farklı. Brahman inancında cehennemde pek çok farklı işkence mekanizması var. En başta ateş olmak üzere, kılıçlara saplanma, yanar fıçılar, dondurucu soğuk gibi. Zerdüştlükte Sırat köprüsüne benzer bir köprü var. Kötüler geçerken köprünün ortası daralıyor ve kötüler aşağıdaki cehenneme düşüyor, iyiler ise karşıdaki cennete ulaşıyor. Şaman Türklerde cennet uçmak, ve cennet hayatı bu dünyadakinin devamı. Ancak genel olarak cennette hastalık, yaşlılık, zayıflık, üzüntü, keder, acı, yaşlılık yok. İnsanlar yorucu işler görmüyorlar. Ha bire yiyip içiyorlar :D Cennette mutlak komünizm var diyebiliriz, en ütopik haliyle.
Gelelim hurilere. Huriler de erkeklere cennete çekmek için konulmuş bir ödül gibi. Bir kadın neden huri istesin ki? İşin açıkçası huri konusu biraz karışık. Ancak arap erkeklerin biraz fazla uçkuruna düşük olduğu sonucuna varabiliriz. O derecede ki, hem çok eşliliğe dünya hayatında da müsade ediliyor, hem de cennette huriler vaat ediliyor. Sadece araplar mı diyebilirsiniz, ancak Kuran'daki cennetin çöl hayatı süren araplara daha çekici gelecek şekilde tanımlandığını gördükten sonra, hurilerin de aynı nedenle vaat edildiğini söylemek çok da yanlış olmayacaktır.
"Onlara, “Dünya’da yapmakta olduklarınızın karşılığında, sıra sıra dizilmiş koltuklara dayanarak afiyetle yiyin için” denir. Biz, onlara, iri gözlü güzel hurileri eş olarak vermişizdir." (Tur suresi 19-20 ayetler)
Peki kadınlar ne verilecek. Sanırım erkekleri rahatsız etmemek için bu konuya değinilmemiş. Ancak biraz olsun eşitlik var ise! onlar için de kemikleri görülebilen nuriler olmalı. Tabi bu benim kişisel düşüncem, olmayabilir de. Tanrı erkeklerin iman ve ibadet etmeleri halinde huriler vereceğini söylemiştir. Yani imana karşılık içinde huriler olan cenneti teklif etmektedir. İman et, cenneti ve hurileri kazan. Olaya ticari olarak da bakabiliriz belki. İman karşılığı cennet ve huriler. Bu durumda huriler pazarlanmış olur ki, bu durumda Tanrı ne oluyor? Tövbe tövbe diyerek devam edelim.
Daha fazla sapıtmadan sonuca gelelim. Cennette bol ve güzel kadınlar, uşaklar, bol bol yiyecek, şarap, süzme bal, süt, ve su akan ırmaklar var. Yeşillik ve gölge bol. Yani saf bir doğal alan bulabilirseniz cennete benzeyen bir yerdesiniz diyebiliriz. Tropik ormanlar gibi biraz belki. ancak nem oranı insanı rahatsız edecek kadar yüksek değildir herhalde. Ancak, böyle bir cennet, sadece cinsel zevkler, ve türlü yiyeceklerle mutlu olamayacak insanlar için biraz yetersiz gelebilir. Cennetin yeşil bahçelerinde yollar olsa ve o yollarda motorsikletimiz ile yol alsak ne güzel olurdu diyorsanız mesela, bu konuda sizin merakınızı giderebilmek mümkün değil? En iyisi siz iyi işler yapın, gidince varsa buna imkan dört köşesiniz, yoksa da, en azından cehennemden yırttınız demektir.
26 Şubat 2010 Cuma
Sözleşemeyen Toplum
Türkiye'de demokrasi tam sindirilemese de genel kabul görmüştür. Binyıllar boyu hakanlara, beylere boyun eğen bir ulusun, keskin bir şekilde demokrasiyi özümsemesinin zorluğu anlaşılabilir. Bununla birlikte itaat kültürünün olumsuz etkileri hala yerini korumaktadır. Toplum yaşamında, özellikle aile içi ilişkilerde varlığını korumuş, toplum yaşamını da etkilemiştir.
Binyıllarca yöneticilerin neyi neden yaptığını düşünmeyen, eleştirmeyen, sadece boyun eğen insanlara bir anda kendini yönet denilmiştir. Değişen yeni düzene ayak uydurmak o kadar da kolay olmadı, hatta hala daha ayak uydurulamadı.
Demokrasiye geçtikten sonra, insanlar kendilerini yönetecek olanları kendileri seçme sorumluluğunun ne kadar büyük bir yük olduğunu anlayamadılar. Hatta boyun eğme kültüründen gelen insanlar, yaşadıkları toplumdan yönetime aday çıkınca, içlerindeki boyun eğme, ya da boyun eğdirme güdülerinin etkisinden kurtulamadılar. Ortaya çıkan tablo devasa sosyolojik bir deney niteliğindeydi. Bu deneyde başarısız olduğumuz söylenemez, ancak çok parlak bir karnemiz olduğunu da söyleyemeyiz.
Yönetime gelen insanlar, daha önce hiç uğraşmadıkları sorunlarla acemice başa çıkmaya çalıştı. Darbeler oldu. Toplum, demokratik tartışmayı, silahlarla, döner bıçaklarıyla, kaldırım taşlarıyla yapmaya kalkıştı. Farklı düşünenlere tahammül neredeyse yoktu.
Partiler çoğaldığında muhalefet gerçek manada kendini olması gerektiği gibi gerçekleştirme fırsatı buldu. Ancak ortaya çıkan sonuç, eleştirmek için eleştirmenin ötesine pek geçemedi. İş bilmez hükümetlerin yönetiminde ülke defalarca bunalıma sürüklendi, sorunlar hem nitelik, hem de nicelik bakımından büyüdü. Muhalefette kalanlar ise sorunların reklamını yaptılar. Tüm sorunları bir çırpıda sıralayıp, hükümeti karalama konusunda uzman siyasetçilerimiz, sorunlara somut akıla uygun hiç bir çözüm üretmediler. Hükümetin çözümlerini haklı haksız eleştirdiler, oysa kendilerinde de çözüm yoktu. Hükümeti karalamak için sarf ettikleri çabanın küçücük bir kısmı kadar bile çözüm aramaya çabalamadılar. Oysa toplum çözüm beklemekteydi. Ancak boyun eğme kültürünün etkisiyle pek de seslerini çıkarmadılar. Yönetimdekiler ise, çözüm yerine laf salatası üretme konusunda uzmanlaşmaya devam ettiler.
"Hükümdar ya da yasacı olsaydım, ne demek gerektiğini söyleyip vaktimi boşuna harcamaz, ya yapacağımı yapar ya da susardım." (Jean-Jacques Rousseau-Toplum Sözleşmesi)
Yeni sistem ülkeye sağlıklı bir şekilde oturtulamayıp, bir de sorunlara etkin çözümler üretmekten başa gelen yöneticiler aciz kalınca, toplumu oluşturan tabakaları bir arada tutan güçler zayıflamaya başladı. Demokrasi kültürü geçmişine uymayan insanlar, kendi gibi düşünenlerle ittifak kurup, farklı olanları ötekileştirme, ya da zorla kendilerine benzetme çabasına girdiler. Sonuç olarak darbelere neden olan toplumsal olaylar, ve halen daha başımızı ağrıtan terör doğdu. Üzülerek söylemek gerek ki, hala daha farklılıkları hoşgöremeyen insanlar bolca bulunmakta.
Halk demokratik sistemlerde, başkasına devredilemez seçme hakkına sahiptir. Bu büyük bir sorumluluk. Sorunları çözecek en yetenekli istekli kişileri seçip sorumluluk vermek. Ancak Türk halkı bu konuda hiç de duyarlı olmadı. Basit kamplaşmalar, kutuplaşmalar sürdü gitti. Futbol takımı taraftarı olur gibi parti taraftarı oldular. Üstelik partilerin siyasi ideoloijileri hakkında da çok şey bilmemekteydiler. Laikliğin ne olduğunu bilmeyen laiklik savunucuları, Atatürkçülüğü bilmeyen Atatürçüler, milliyetçilik nedir sorusuna cevap veremeyecek milliyetçiler, sosyalizm hakkında hiç kitap okumamış sosyalistler birbirine çamur atıp durdular. Yetmedi taş attılar. Yetmedi kurşun sıktılar.
Bugün gelinen noktada, toplumu bir arada tutan yıpranmış güçler zorlanmaya devam etmekte. Ancak şanslıyız, yüzlerce yıl boyunca gelişen, kuvvetlenen bu güçler dayanıklı çıktı. Aksi halde parçalanmanın önüne geçme imkanı olmazdı.
Toplumu oluşturan, farklı inanış ve yaşayış sahibi kesimler, ayrıca dini ve etnik gruplar, bir arada yaşama iradesi göstermelidirler. Birbirlerinin farklılıklarını, haklarını, kabul etmeli, saygı duymalıdırlar. Ancak bizim için bunun pek de geçerli olduğunu söylemek mümkün değildir. "Üyelerinin her birinin canını, malını bütün ortak güçle savunup koruyan öyle bir toplum biçimi bulmalı ki, orada her insan hem herkesle birleştiği halde yine kendi buyruğunda kalsın, hem de eskisi kadar özgür olsun" der jean jacques Rousseau Toplum Sözleşmesinde ve ekler, "toplum sözleşmesinin çözüm yolunu bulduğu ana sorun budur." Gerçekten de insan yığınlarını toplum yapan, aralarındaki bir arada yaşama isteğidir. Bu isteği düzenli bir şekilde gerçekleştiren toplumlarda, toplumu oluşturan bireyler arasında adeta bir sözleşme vardır. Bu sözleşme bireylerin toplum içindeki sorumluluklarını belirler. Yazılı olmasına gerek yoktur, birlikteliği sürüdürülebilir kılması yeterlidir.
Ülkemize gelirsek, cumhuriyet tarihi boyunca bir arada yaşama konusunda sözleşemeyen bir toplum olduğumuzu söyleyebiliriz. Bir arada yaşayabilmek için sözleşemedik, sözleşemiyoruz. Bizimki sözleşmeden çok, kavga.
Binyıllarca yöneticilerin neyi neden yaptığını düşünmeyen, eleştirmeyen, sadece boyun eğen insanlara bir anda kendini yönet denilmiştir. Değişen yeni düzene ayak uydurmak o kadar da kolay olmadı, hatta hala daha ayak uydurulamadı.
Demokrasiye geçtikten sonra, insanlar kendilerini yönetecek olanları kendileri seçme sorumluluğunun ne kadar büyük bir yük olduğunu anlayamadılar. Hatta boyun eğme kültüründen gelen insanlar, yaşadıkları toplumdan yönetime aday çıkınca, içlerindeki boyun eğme, ya da boyun eğdirme güdülerinin etkisinden kurtulamadılar. Ortaya çıkan tablo devasa sosyolojik bir deney niteliğindeydi. Bu deneyde başarısız olduğumuz söylenemez, ancak çok parlak bir karnemiz olduğunu da söyleyemeyiz.
Yönetime gelen insanlar, daha önce hiç uğraşmadıkları sorunlarla acemice başa çıkmaya çalıştı. Darbeler oldu. Toplum, demokratik tartışmayı, silahlarla, döner bıçaklarıyla, kaldırım taşlarıyla yapmaya kalkıştı. Farklı düşünenlere tahammül neredeyse yoktu.
Partiler çoğaldığında muhalefet gerçek manada kendini olması gerektiği gibi gerçekleştirme fırsatı buldu. Ancak ortaya çıkan sonuç, eleştirmek için eleştirmenin ötesine pek geçemedi. İş bilmez hükümetlerin yönetiminde ülke defalarca bunalıma sürüklendi, sorunlar hem nitelik, hem de nicelik bakımından büyüdü. Muhalefette kalanlar ise sorunların reklamını yaptılar. Tüm sorunları bir çırpıda sıralayıp, hükümeti karalama konusunda uzman siyasetçilerimiz, sorunlara somut akıla uygun hiç bir çözüm üretmediler. Hükümetin çözümlerini haklı haksız eleştirdiler, oysa kendilerinde de çözüm yoktu. Hükümeti karalamak için sarf ettikleri çabanın küçücük bir kısmı kadar bile çözüm aramaya çabalamadılar. Oysa toplum çözüm beklemekteydi. Ancak boyun eğme kültürünün etkisiyle pek de seslerini çıkarmadılar. Yönetimdekiler ise, çözüm yerine laf salatası üretme konusunda uzmanlaşmaya devam ettiler.
"Hükümdar ya da yasacı olsaydım, ne demek gerektiğini söyleyip vaktimi boşuna harcamaz, ya yapacağımı yapar ya da susardım." (Jean-Jacques Rousseau-Toplum Sözleşmesi)
Yeni sistem ülkeye sağlıklı bir şekilde oturtulamayıp, bir de sorunlara etkin çözümler üretmekten başa gelen yöneticiler aciz kalınca, toplumu oluşturan tabakaları bir arada tutan güçler zayıflamaya başladı. Demokrasi kültürü geçmişine uymayan insanlar, kendi gibi düşünenlerle ittifak kurup, farklı olanları ötekileştirme, ya da zorla kendilerine benzetme çabasına girdiler. Sonuç olarak darbelere neden olan toplumsal olaylar, ve halen daha başımızı ağrıtan terör doğdu. Üzülerek söylemek gerek ki, hala daha farklılıkları hoşgöremeyen insanlar bolca bulunmakta.
Halk demokratik sistemlerde, başkasına devredilemez seçme hakkına sahiptir. Bu büyük bir sorumluluk. Sorunları çözecek en yetenekli istekli kişileri seçip sorumluluk vermek. Ancak Türk halkı bu konuda hiç de duyarlı olmadı. Basit kamplaşmalar, kutuplaşmalar sürdü gitti. Futbol takımı taraftarı olur gibi parti taraftarı oldular. Üstelik partilerin siyasi ideoloijileri hakkında da çok şey bilmemekteydiler. Laikliğin ne olduğunu bilmeyen laiklik savunucuları, Atatürkçülüğü bilmeyen Atatürçüler, milliyetçilik nedir sorusuna cevap veremeyecek milliyetçiler, sosyalizm hakkında hiç kitap okumamış sosyalistler birbirine çamur atıp durdular. Yetmedi taş attılar. Yetmedi kurşun sıktılar.
Bugün gelinen noktada, toplumu bir arada tutan yıpranmış güçler zorlanmaya devam etmekte. Ancak şanslıyız, yüzlerce yıl boyunca gelişen, kuvvetlenen bu güçler dayanıklı çıktı. Aksi halde parçalanmanın önüne geçme imkanı olmazdı.
Toplumu oluşturan, farklı inanış ve yaşayış sahibi kesimler, ayrıca dini ve etnik gruplar, bir arada yaşama iradesi göstermelidirler. Birbirlerinin farklılıklarını, haklarını, kabul etmeli, saygı duymalıdırlar. Ancak bizim için bunun pek de geçerli olduğunu söylemek mümkün değildir. "Üyelerinin her birinin canını, malını bütün ortak güçle savunup koruyan öyle bir toplum biçimi bulmalı ki, orada her insan hem herkesle birleştiği halde yine kendi buyruğunda kalsın, hem de eskisi kadar özgür olsun" der jean jacques Rousseau Toplum Sözleşmesinde ve ekler, "toplum sözleşmesinin çözüm yolunu bulduğu ana sorun budur." Gerçekten de insan yığınlarını toplum yapan, aralarındaki bir arada yaşama isteğidir. Bu isteği düzenli bir şekilde gerçekleştiren toplumlarda, toplumu oluşturan bireyler arasında adeta bir sözleşme vardır. Bu sözleşme bireylerin toplum içindeki sorumluluklarını belirler. Yazılı olmasına gerek yoktur, birlikteliği sürüdürülebilir kılması yeterlidir.
Ülkemize gelirsek, cumhuriyet tarihi boyunca bir arada yaşama konusunda sözleşemeyen bir toplum olduğumuzu söyleyebiliriz. Bir arada yaşayabilmek için sözleşemedik, sözleşemiyoruz. Bizimki sözleşmeden çok, kavga.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)