Felsefe'yi pek gereksiz görüyoruz. Oysa insanın hem kendini, hem diğer insanları, hem de evreni daha iyi anlaması ve kavraması için vazgeçilmez bir yoldur felsefe. Ancak felsefeyi felsefe kitaplarından öğrenmek de kolay değil. Sıkıcı biraz. Karşılıklı konuşmanın, tartışmanın, farklı düşünceleri çarpıştırmanın gerekli olduğu bir alan felsefe.
Sofie'nin Dünyası ise jostein Gaarder'in insanlığa armağan ettiği mükemmel bir felsefe tarihi romanı. Eksikleri yok mu? Elbette var. Ama daha çocuk yaşta bir gencin bile sıkılmadan okuyacağı bir kitap. Aynı zamanda Thales'ten günümüze pek çok filozofa yer veren, düşüncelerinden ve öğretilerinden söz eden bir kitap. Ne sıkıcı bir felsefe kitabı, ne de sulu bir gençlik romanı. Aksine insanı alıp filozofların dünyasında gezdiren, onlarla tanıştıran bir başyapıt. MEB 100 temel eseri arasında almamış sanırım. Oysa birinci sırada olması gereken bir kitap.
Kitapta Sofie 15. yaş günü yaklaşırken esrarengiz birinden esrarengiz mektuplar ve katpostallar almaya başlıyor. Bu esrarengiz kişi Sofie'ye ücretsiz felsefe dersleri veriyor. Sofie kısa sürede okulda öğrendiğinden çok daha fazle şeyi öğrenmiş oluyor. Ama kitabın sonlarına doğru Sofie ile aynı günde doğan Hilde'nin kim olduğu ortaya çıkıyor ancak daha çözülmesi gereken bir dolu gizem varlığını sürdürüyor.
Felsefenin gizemli dünyasında bir yolculuğa çıkıp, düşünce dünyanızı geliştirmek istiyorsanız Sofie'nin Dünyası'nı mutlaka okumalısınız.
felsefe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
felsefe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
11 Ekim 2015 Pazar
26 Şubat 2010 Cuma
Sözleşemeyen Toplum
Türkiye'de demokrasi tam sindirilemese de genel kabul görmüştür. Binyıllar boyu hakanlara, beylere boyun eğen bir ulusun, keskin bir şekilde demokrasiyi özümsemesinin zorluğu anlaşılabilir. Bununla birlikte itaat kültürünün olumsuz etkileri hala yerini korumaktadır. Toplum yaşamında, özellikle aile içi ilişkilerde varlığını korumuş, toplum yaşamını da etkilemiştir.
Binyıllarca yöneticilerin neyi neden yaptığını düşünmeyen, eleştirmeyen, sadece boyun eğen insanlara bir anda kendini yönet denilmiştir. Değişen yeni düzene ayak uydurmak o kadar da kolay olmadı, hatta hala daha ayak uydurulamadı.
Demokrasiye geçtikten sonra, insanlar kendilerini yönetecek olanları kendileri seçme sorumluluğunun ne kadar büyük bir yük olduğunu anlayamadılar. Hatta boyun eğme kültüründen gelen insanlar, yaşadıkları toplumdan yönetime aday çıkınca, içlerindeki boyun eğme, ya da boyun eğdirme güdülerinin etkisinden kurtulamadılar. Ortaya çıkan tablo devasa sosyolojik bir deney niteliğindeydi. Bu deneyde başarısız olduğumuz söylenemez, ancak çok parlak bir karnemiz olduğunu da söyleyemeyiz.
Yönetime gelen insanlar, daha önce hiç uğraşmadıkları sorunlarla acemice başa çıkmaya çalıştı. Darbeler oldu. Toplum, demokratik tartışmayı, silahlarla, döner bıçaklarıyla, kaldırım taşlarıyla yapmaya kalkıştı. Farklı düşünenlere tahammül neredeyse yoktu.
Partiler çoğaldığında muhalefet gerçek manada kendini olması gerektiği gibi gerçekleştirme fırsatı buldu. Ancak ortaya çıkan sonuç, eleştirmek için eleştirmenin ötesine pek geçemedi. İş bilmez hükümetlerin yönetiminde ülke defalarca bunalıma sürüklendi, sorunlar hem nitelik, hem de nicelik bakımından büyüdü. Muhalefette kalanlar ise sorunların reklamını yaptılar. Tüm sorunları bir çırpıda sıralayıp, hükümeti karalama konusunda uzman siyasetçilerimiz, sorunlara somut akıla uygun hiç bir çözüm üretmediler. Hükümetin çözümlerini haklı haksız eleştirdiler, oysa kendilerinde de çözüm yoktu. Hükümeti karalamak için sarf ettikleri çabanın küçücük bir kısmı kadar bile çözüm aramaya çabalamadılar. Oysa toplum çözüm beklemekteydi. Ancak boyun eğme kültürünün etkisiyle pek de seslerini çıkarmadılar. Yönetimdekiler ise, çözüm yerine laf salatası üretme konusunda uzmanlaşmaya devam ettiler.
"Hükümdar ya da yasacı olsaydım, ne demek gerektiğini söyleyip vaktimi boşuna harcamaz, ya yapacağımı yapar ya da susardım." (Jean-Jacques Rousseau-Toplum Sözleşmesi)
Yeni sistem ülkeye sağlıklı bir şekilde oturtulamayıp, bir de sorunlara etkin çözümler üretmekten başa gelen yöneticiler aciz kalınca, toplumu oluşturan tabakaları bir arada tutan güçler zayıflamaya başladı. Demokrasi kültürü geçmişine uymayan insanlar, kendi gibi düşünenlerle ittifak kurup, farklı olanları ötekileştirme, ya da zorla kendilerine benzetme çabasına girdiler. Sonuç olarak darbelere neden olan toplumsal olaylar, ve halen daha başımızı ağrıtan terör doğdu. Üzülerek söylemek gerek ki, hala daha farklılıkları hoşgöremeyen insanlar bolca bulunmakta.
Halk demokratik sistemlerde, başkasına devredilemez seçme hakkına sahiptir. Bu büyük bir sorumluluk. Sorunları çözecek en yetenekli istekli kişileri seçip sorumluluk vermek. Ancak Türk halkı bu konuda hiç de duyarlı olmadı. Basit kamplaşmalar, kutuplaşmalar sürdü gitti. Futbol takımı taraftarı olur gibi parti taraftarı oldular. Üstelik partilerin siyasi ideoloijileri hakkında da çok şey bilmemekteydiler. Laikliğin ne olduğunu bilmeyen laiklik savunucuları, Atatürkçülüğü bilmeyen Atatürçüler, milliyetçilik nedir sorusuna cevap veremeyecek milliyetçiler, sosyalizm hakkında hiç kitap okumamış sosyalistler birbirine çamur atıp durdular. Yetmedi taş attılar. Yetmedi kurşun sıktılar.
Bugün gelinen noktada, toplumu bir arada tutan yıpranmış güçler zorlanmaya devam etmekte. Ancak şanslıyız, yüzlerce yıl boyunca gelişen, kuvvetlenen bu güçler dayanıklı çıktı. Aksi halde parçalanmanın önüne geçme imkanı olmazdı.
Toplumu oluşturan, farklı inanış ve yaşayış sahibi kesimler, ayrıca dini ve etnik gruplar, bir arada yaşama iradesi göstermelidirler. Birbirlerinin farklılıklarını, haklarını, kabul etmeli, saygı duymalıdırlar. Ancak bizim için bunun pek de geçerli olduğunu söylemek mümkün değildir. "Üyelerinin her birinin canını, malını bütün ortak güçle savunup koruyan öyle bir toplum biçimi bulmalı ki, orada her insan hem herkesle birleştiği halde yine kendi buyruğunda kalsın, hem de eskisi kadar özgür olsun" der jean jacques Rousseau Toplum Sözleşmesinde ve ekler, "toplum sözleşmesinin çözüm yolunu bulduğu ana sorun budur." Gerçekten de insan yığınlarını toplum yapan, aralarındaki bir arada yaşama isteğidir. Bu isteği düzenli bir şekilde gerçekleştiren toplumlarda, toplumu oluşturan bireyler arasında adeta bir sözleşme vardır. Bu sözleşme bireylerin toplum içindeki sorumluluklarını belirler. Yazılı olmasına gerek yoktur, birlikteliği sürüdürülebilir kılması yeterlidir.
Ülkemize gelirsek, cumhuriyet tarihi boyunca bir arada yaşama konusunda sözleşemeyen bir toplum olduğumuzu söyleyebiliriz. Bir arada yaşayabilmek için sözleşemedik, sözleşemiyoruz. Bizimki sözleşmeden çok, kavga.
Binyıllarca yöneticilerin neyi neden yaptığını düşünmeyen, eleştirmeyen, sadece boyun eğen insanlara bir anda kendini yönet denilmiştir. Değişen yeni düzene ayak uydurmak o kadar da kolay olmadı, hatta hala daha ayak uydurulamadı.
Demokrasiye geçtikten sonra, insanlar kendilerini yönetecek olanları kendileri seçme sorumluluğunun ne kadar büyük bir yük olduğunu anlayamadılar. Hatta boyun eğme kültüründen gelen insanlar, yaşadıkları toplumdan yönetime aday çıkınca, içlerindeki boyun eğme, ya da boyun eğdirme güdülerinin etkisinden kurtulamadılar. Ortaya çıkan tablo devasa sosyolojik bir deney niteliğindeydi. Bu deneyde başarısız olduğumuz söylenemez, ancak çok parlak bir karnemiz olduğunu da söyleyemeyiz.
Yönetime gelen insanlar, daha önce hiç uğraşmadıkları sorunlarla acemice başa çıkmaya çalıştı. Darbeler oldu. Toplum, demokratik tartışmayı, silahlarla, döner bıçaklarıyla, kaldırım taşlarıyla yapmaya kalkıştı. Farklı düşünenlere tahammül neredeyse yoktu.
Partiler çoğaldığında muhalefet gerçek manada kendini olması gerektiği gibi gerçekleştirme fırsatı buldu. Ancak ortaya çıkan sonuç, eleştirmek için eleştirmenin ötesine pek geçemedi. İş bilmez hükümetlerin yönetiminde ülke defalarca bunalıma sürüklendi, sorunlar hem nitelik, hem de nicelik bakımından büyüdü. Muhalefette kalanlar ise sorunların reklamını yaptılar. Tüm sorunları bir çırpıda sıralayıp, hükümeti karalama konusunda uzman siyasetçilerimiz, sorunlara somut akıla uygun hiç bir çözüm üretmediler. Hükümetin çözümlerini haklı haksız eleştirdiler, oysa kendilerinde de çözüm yoktu. Hükümeti karalamak için sarf ettikleri çabanın küçücük bir kısmı kadar bile çözüm aramaya çabalamadılar. Oysa toplum çözüm beklemekteydi. Ancak boyun eğme kültürünün etkisiyle pek de seslerini çıkarmadılar. Yönetimdekiler ise, çözüm yerine laf salatası üretme konusunda uzmanlaşmaya devam ettiler.
"Hükümdar ya da yasacı olsaydım, ne demek gerektiğini söyleyip vaktimi boşuna harcamaz, ya yapacağımı yapar ya da susardım." (Jean-Jacques Rousseau-Toplum Sözleşmesi)
Yeni sistem ülkeye sağlıklı bir şekilde oturtulamayıp, bir de sorunlara etkin çözümler üretmekten başa gelen yöneticiler aciz kalınca, toplumu oluşturan tabakaları bir arada tutan güçler zayıflamaya başladı. Demokrasi kültürü geçmişine uymayan insanlar, kendi gibi düşünenlerle ittifak kurup, farklı olanları ötekileştirme, ya da zorla kendilerine benzetme çabasına girdiler. Sonuç olarak darbelere neden olan toplumsal olaylar, ve halen daha başımızı ağrıtan terör doğdu. Üzülerek söylemek gerek ki, hala daha farklılıkları hoşgöremeyen insanlar bolca bulunmakta.
Halk demokratik sistemlerde, başkasına devredilemez seçme hakkına sahiptir. Bu büyük bir sorumluluk. Sorunları çözecek en yetenekli istekli kişileri seçip sorumluluk vermek. Ancak Türk halkı bu konuda hiç de duyarlı olmadı. Basit kamplaşmalar, kutuplaşmalar sürdü gitti. Futbol takımı taraftarı olur gibi parti taraftarı oldular. Üstelik partilerin siyasi ideoloijileri hakkında da çok şey bilmemekteydiler. Laikliğin ne olduğunu bilmeyen laiklik savunucuları, Atatürkçülüğü bilmeyen Atatürçüler, milliyetçilik nedir sorusuna cevap veremeyecek milliyetçiler, sosyalizm hakkında hiç kitap okumamış sosyalistler birbirine çamur atıp durdular. Yetmedi taş attılar. Yetmedi kurşun sıktılar.
Bugün gelinen noktada, toplumu bir arada tutan yıpranmış güçler zorlanmaya devam etmekte. Ancak şanslıyız, yüzlerce yıl boyunca gelişen, kuvvetlenen bu güçler dayanıklı çıktı. Aksi halde parçalanmanın önüne geçme imkanı olmazdı.
Toplumu oluşturan, farklı inanış ve yaşayış sahibi kesimler, ayrıca dini ve etnik gruplar, bir arada yaşama iradesi göstermelidirler. Birbirlerinin farklılıklarını, haklarını, kabul etmeli, saygı duymalıdırlar. Ancak bizim için bunun pek de geçerli olduğunu söylemek mümkün değildir. "Üyelerinin her birinin canını, malını bütün ortak güçle savunup koruyan öyle bir toplum biçimi bulmalı ki, orada her insan hem herkesle birleştiği halde yine kendi buyruğunda kalsın, hem de eskisi kadar özgür olsun" der jean jacques Rousseau Toplum Sözleşmesinde ve ekler, "toplum sözleşmesinin çözüm yolunu bulduğu ana sorun budur." Gerçekten de insan yığınlarını toplum yapan, aralarındaki bir arada yaşama isteğidir. Bu isteği düzenli bir şekilde gerçekleştiren toplumlarda, toplumu oluşturan bireyler arasında adeta bir sözleşme vardır. Bu sözleşme bireylerin toplum içindeki sorumluluklarını belirler. Yazılı olmasına gerek yoktur, birlikteliği sürüdürülebilir kılması yeterlidir.
Ülkemize gelirsek, cumhuriyet tarihi boyunca bir arada yaşama konusunda sözleşemeyen bir toplum olduğumuzu söyleyebiliriz. Bir arada yaşayabilmek için sözleşemedik, sözleşemiyoruz. Bizimki sözleşmeden çok, kavga.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)