10 Eylül 2018 Pazartesi

Bir Ödeme Birimi Olarak EMEK!

Green Card ile veya Work and Travel ile Amerika'ya gidenler, bir şekilde Almanya'ya veya bir başka Avrupa ülkesine gidenler oradaki yaşam şartlarını ve de özellikle pek çok mal ve hizmetin fiyatlarını anlatan videolarla dolu YouTube kanalları açmışlar. Yurdum insanı en çok bu ülkelerdeki araba fiyatlarını görünce derin derin iç çekse de, mesele o ülkelerde asgari ücretle neler alınabiliyor, Türkiye'de neler alınabiliyor kıyaslamasına gelince film biraz kopuyor. Video yayınlayan arkadaşlar her ne kadar azıcık ekonomi bilenlerin çok net anlayabileceği şekilde konuyu izah etseler de, işin ucunda ekonomisi pek de iyi görünmeyen ülkemize kara çalınıyor algısı olunca, bu arkadaşlara verilen tepkiler biraz amacının dışına çıkıyor. Ancak sürekli hemen her kesimden -ki her etnik kimlik, sosyal statü, gelir düzeyi vb. alt sosyal sınıfların tamamını kast ediyorum- sürekli muhatap olmak durumunda olan ben, kendi kişisel gözlemlerime dayanarak, yurdum insanının en azından bir bölümünün gerçekten de böyle bir kıyaslamayı net olarak anlayamayacağını düşünüyorum. Bu nedenle de diyorum ki "Tüm dünyada tüm mal ve hizmetler için ortak bir ödeme birimi vardır, o da emektir". Ve bu tür kıyaslamalar için farklı farklı ülkelerin farklı para birimleri ile kıyaslama yapmaktansa, bir ödeme birimi olarak emeği kullanmak kati bir eşitlik sağlayabilir.

Bir ödeme birimi olarak emeği baz alırken farklı işlerde ve farklı statülerde emeğin değerinin de hem ülkeden ülkeye hem de her ülke içinde farklılıklar göstereceğini da kabul etmek gerek. Örneğin ülkemizde asgari ücretle çalışan birinin bir saatlik emeğinin karşılığı olan kazanç ile görevine yeni başlamış bir doktorun bir saatlik emeği bir olamayacağı gibi, bu iki kazanç arasındaki oran Türkiye ile diğer ülkeler arasında da farklılık gösterebilir. Bu nedenle ülkeler arasındaki refah düzeyinin kıyaslanmasında vasıfsız işçi emeği olarak kabul edebileceğimiz asgari ücreti baz almak en doğru sonucu verecektir. Aksi halde farklı mesleklerde ve farklı statülerde çalışanların farklı ülkelerdeki refah düzeyi kıyaslanmış olunur. Bu da kıyasa konu ülkeler arasındaki refah seviyesini genel olarak gösteren bir veri olsa da, kıyasa konu ülke halklarının genel refah düzeyini gösterme bakımından yetersizlik arz edeceğinden, asgari ücretli çalışanın emeğinin ölçü alınması en doğru sonucu verecektir.

Ülkeler arasındaki refah seviyesinin kıyaslanmasında emeği baz alırken dünyanın her neresinde bulunursa bulunsun vasıfsız bir işçinin bir saatlik emeğinin aynı değerde olduğu kabul edilmelidir. Yani vasıfsız bir işçi ister Japon, ister Rus, ister Amerikalı, İngiliz veya Türk olsun, bir saatlik emeği bir saatlik vasıfsız işçi emeğidir. Bu emeği ile alabileceği mal ve hizmet miktarı ise refah seviyesini gösterecektir.

Örnek olarak Amerika'da asgari ücret eyaletler arasında farklılık göstermektedir. Ancak asgari ücretin saatlik $10 olduğu (vergi sonrası net tutar) bir eyalet ile asgari ücretin şu anda 9,10 TL kadar olduğu (günde 8 saat çalışan -genellikle kamu-) ülkemizde çalışan iki kişiyi kıyaslayacak olursak, Amerika'daki ve Türkiye'deki asgari ücretle çalışanların birer saatlik asgari ücretleri ile tam olarak aynı niteliklerdeki çeşitli mal ve hizmetlerden ne kadar alabildiklerine bakmak gerekir. Eğer bir Amerikalı asgari ücretli bir saatlik emeği ile ülkemizdeki bir asgari ücretliden aynı mal ve hizmetlerden daha çok miktarda alabiliyorsa, daha yüksek bir hayat standardına sahip demektir. Bu durumda ödeme birimi olarak kabul ettiğimiz emeğin değerinin aynı olduğu kabulünde bulunduğunuza göre, Amerika Türkiyeden çok daha ucuz bir ülke kabul edilmelidir. Aksi doğru ise Türkiye'deki asgari ücretli çalışan daha yüksek bir refah seviyesine sahip olur ve Türkiye çok daha ucuz bir ülke sayılır.

Burada kıyaslama yaparken çeşitli mal ve hizmetlerin farklı ülkelerde çeşitli nedenlerle farklı fiyatlara  sahip olduğunu da göz önünde bulundurmak gerekir. Örneğin çok az miktarda domates üreten Rusya'da domates fiyatlarının, domates ithal ettiği Türkiye'den yüksek olması beklenir. Ancak petrol, doğalgaz ve kömür kaynağı bol olan Rusya'da bu enerji kaynaklarının fiyatları benzer şekilde Türkiye'den ucuz olması beklenir. Ülkelerin dış ticaret ve vergi politikaları da ülkeden ülkeye çeşitli mal ve hizmetlerin fiyatlarının farklılıklar göstermesine neden olabilir. Örneğin pek çok ülkede yetişkinleri sigara içmekten caydırmak ve çocukların harçlıkları ile sigara almalarını ve bağımlı hale gelmelerini önlemek için vergi vb. yöntemlerle sigara fiyatları yüksek tutulmaktadır. Böyle bir politika izlemeyen bir ülkede sigara fiyatları çok daha ucuz olabilir. Bu gibi durumlar kıyaslamanın doğruluğunu bozucu etkiye sahip olduğundan, enflasyon hesabında olduğu gibi, insanlar tarafından temel ihtiyaç olarak kullanılan çeşitli mal ve hizmetleri içeren bir sepet oluşturulması ve enflason hesaplar gibi kıyaslama yapılması daha da sağlıklı bir sonuç verecektir.


20 Aralık 2017 Çarşamba

Kronik Depresif Olma Nedenim

Kronik depresif bir kişi olmam nedeniyle ( ki bu konuda herhangi bir hekim teşhisi olmamakla birlikte kendi kanaatimdir) sık sık kendime neden depresyona girdiğimi sorup bir cevap arıyorum. Gel gelelim cevap bulmak o kadar da kolay değil. Bu tür konulara kafa yorarken insan duygularını tamamen bir kenara bırakıp olabildiğince nesnel değerlendirmelerde bulunmaya çalışmalı. Kişinin kendini tarafsız bir gözle analiz etmesi ise oldukça zor. Yine de yüzde yüz başarılı olamasa da insan, bu konuda dikkate değer ölçüde iyiyim sanırım.

İşe en baştan, neden kendimi depresif hatta kronik depresif olarak tanımladığımı açıklayarak başlayalım. Öncelikle depresyon belirtilerinin tamamına yakınına sahip olmam kendimi depresif olarak tanımlamamı sağlamıştır. Peki ne midir bu belirtiler. Sıralayalım:

  • Mutsuzluk
  • Boşluk hissi
  • Endişe
  • Huzursuzluk
  • Umutsuzluk
  • Kendini değersiz hissetme
  • Kendini suçlu hissetme
  • Yorgunluk
  • Enerji eksikliği
  • İlgisizlik
  • Konsantrasyon kaybı
  • Uyku düzeni bozukluğu
  • Baş ağrısı, kramp, mide ve sindirim sistemi sorunları
Bu sıralama genel belirtilerdir. Endişe, huzursuzluk ve suçluluk hissi dışındaki tüm belirtilere sahip olmam bu tanıyı kendime bir psikolog veya psikiatrist olmasam da koymama yol açmıştır ki hatalı bir tanı olmadığı kanaatindeyim. 

Peki neden kronik depresif bir kişiyim. Öncelikle geçici, kısa süreli sorunlar için akut, uzun süreli ve hatta kalıcı sorunlar için kronik ifadelerinin tıp dilinde kullanıldığını bilmeyenler için hatırlatalım. Çünkü kronik depresyon denilince distimi anlaşılıyor. Ancak ben kronik depresif halimin distimi ile pek örtüşmediği kanaatindeyim. Zaman zaman daha ağırlaşarak major depresyon haline ulaşan, genellikle depresyon belirtilerine sahip biri olmam ve bu durumun çok uzun yıllardır süregeliyor olması nedeniyle durumumu kronik olarak tanımlamaktayım. Yani distimi demenin çok da doğru olmayabileceği kanaatindeyim. 

Neden Depresyondayım?


Peki neden bu depresif hallerim? İşte bu sorunun cevabı karmaşık. Belirtilerin tek tek nedenine bakmak durumu anlamaya yardımcı olabilir. Ancak bazı belirtilerin diğerlerinin sonucu olarak ortaya çıktığını düşünüyorum. Yani önemli olan en temel sorunu tespit etmek. Diğerleri bir ağacın dalları gibi bu sorundan dallanıp budaklanmaktadır. Konu ben olunca temel sorunu bulmak için derin bir şekilde felsefeye bulaşmak gerekiyor. Özellikle de hümanizm ve ontoloji ile yakından ilgili konularda çok takıldığım birkaç nokta bulunmaktadır. 

Hümanizme göre her şeyin merkezinde, yani evrenin merkezinde insan bulunur. Var olan her şeye değer biçen ve anlam yükleyen insandır. Bu durumda insan kendi kendine de değer biçer ve anlam yükler. İşte benim sorunum burada başlıyor. İnsan kendi varlığını değersiz ve anlamsız bulursa ne olur? Geri kalan her şey değerini ve anlamını yitirmez mi? 

Şimdi sorunumu "ontolojik olarak kendi varlığımı hümanistik bakışla değerlendirişim" şeklinde tanılamak mümkün sanırım. Ontoloji derken "var mıyım, yok muyum" soruları ile boğuşmuyorum. Bu soruyu Descartes "Cogito ergo sum" yani "düşünüyorum öyleyse varım" dediğinden beri sormak gereksiz değil midir? 

İşin özü kendini tatmin edici düzeyde değerli görebilecek bir konumda göremeyen ve bu durumun değişebileceğine dair umutlandırıcı bir ihtimalin bulunmadığının farkında olan biri olarak tüm hücreleri depresyona batmış bir şekilde yıllardır yaşayıp gidiyorum. Ancak kendi varlığımı neden bu kadar değersiz ve anlamsız bulduğum hususunu bu yazıda anlatmam mümkün değil. Hem oldukça karmaşık, girift konulara dalmayı gerektiriyor hem de bu yazının okunamaz şekilde uzamasına yol açacaktır. 


24 Kasım 2017 Cuma

Analitik Düzlemde Yaşamsal Sorunlar ve Cebr-i Hayat

Başlığı atınca sahici bir "Aman Tanrım!" dedim. Bu başlığın altını nasıl dolduracağız. Neyse, bir yerlerden başlamalı. Ne de olsa başlamak değil mi bitirmenin yarısı?

Öncelikle başlığı biraz açmak gerek kanımca. Yaşamsal sorunlardan kasıt öyle ciddi, ölüm kalım meselesi olan sorunlar değildir. İnsan yaşamının özellikle toplumsal bağları ve bu toplumsal bağların örüldüğü kültürel dokudan kaynaklı, her ademînin sık sık karşı karşıya kaldığı çeşitli sorunlar kast edilmektedir. Bunların bir kısmı gündelik sorunlar olarak görüp hafife alabileceğimiz sorunlarken bazıları çok sık karşılaşılmayan bu nedenle karşı karşıya kalındığında en çok zorlanılan sorunlardır.

Yaşamsal sorunlar ile insan arasındaki ilişkiyi bir bakıma bağışıklık sistemi ve patojen etkenler arasındaki ilişkiye benzetmek mümkündür. Grip ve nezle gibi sık sık karşılaştığımız bazı hastalıkların doktora gitmeden dahi üstesinden gelebilecek kadar bağışıklık sistemimiz hazırlıklıdır çoğu kez. Ancak nadiren görülen hastalıklarla bağışıklık sistemi ilk karşılaştığında tamamen savunmasız yakalanır. Zor yoldan düşmanını tanır ve onu keşfederek nasıl başa çıkacağını öğrenir. Bu sırada ilaçla ona destek olmak gerekebilir.

Aşı dediğimiz şey ise hayatın risklerine karşı bağışıklık sistemini hazırlar. Bir tür eğitim gibidir. Amaç su testisi su yolunda kırılmasındır. Bağışıklık sistemi aldığı dersi unutmaz genellikle. Kızamık aşısı olan biri hastalığa yakalansa dahi bu sayede çok hafif atlatacaktır. İnsanda aşıya karşılık olarak deneyimli büyüklerin öğütleri vardır. Ancak insan bağışıklık sistemi kadar akıllı bir varlık değildir. Burnunu sürtmeden, kendi düşmeden, testiyi kırmadan çoğu kez akıllanmaz.

Analitik Düzlemde Yaşamsal Sorunların Analizi

Sık karşılaşılan ve artık olağan haline gelmiş sorunların pratik ve standart çözümleri artık ezberlenmiştir. Bu sorunlara karşı refleks çözümler geliştirilmiştir. Sorunla karşılaşılır karşılaşılmaz daha önceki tecrübelerle işe yaradığından emin olunan bir çözüm hemen devreye sokulur. Karnı acıkan veya susayan bir bebeğin ağlaması gibidir bu. Bir yandan da aklıma Pavlov'un köpeği geldi. Tamam belki aynı şey değil ama çok benzer bir yapı. Eğer her iki davranışı da algoritmik veya bir başka yöntemle formüle etmeye kalksaydık birbirine çok benzer yapılarla karşılaşırdık. 

Peki sık sık karşılaşılmayan ve bu nedenle refleks çözümü edinilmemiş olan sorunlara karşı akıllı bir insan nasıl bir yöntemi takip eder. İlk olarak sorunun analizini yapması gerektiği oldukça rasyonel bir davranış olarak öne sürülebilir. Nasıl ki bir savaş sırasında komutanlar üzerinde gerekli ve mümkün olan her detayın yer aldığı haritaları açıp savaşın seyrini görmeye çalışırsa, karşılaşılan sorunlarda da neyin ne olduğunu analiz etmek, doğru tanımlamak ve hayali bir analitik düzlemde doğru yerde konumlandırmak gerekir. Böylece sorun, sorunun ortaya çıkmasına yol açan etkenler, sorunun olası çözümleri, bu çözümleri kolaylaştıran ve zorlaştıran etkenler tek tek tespit edilebilir. Rasyonel düşünen bir insan böyle bir analizi sağlıklı bir şekilde yaparsa hatalı karar verme olasılığını büyük ölçüde düşürmüş olur. En doğru kararı vermese de  verdiği karar, bulduğu çözüm zararı azaltan ve/veya karı artıran bir çözüm olur. Ancak burada mantıklı davranmaktan uzaklaşıp duygusal hareket etmek hata riskini ciddi ölçüde artıracaktır. Paradoksal bir şekilde mantıklı hareket etmek hata payını azaltıyor oluşu nedeniyle rasyonel bir insanın salt mantığıyla hareket edeceğini beklemek her zaman doğru değildir. Şimdi bu paradokstan söz etmek gerekir. 

Paradoksun temelinde insanın yaşama amacı yatar. Bu amaç tatmin olmaktır. Aksi halde insan mutsuz olur. Zaman zaman mantığa uygun rasyonel çözümler insanı mutlu eden çözümler olmaktan uzaktır. Tatmin ve mutlu olma temel amacı ile güdülenen insan genellikle "kalbinin sesini dinle" mottosu ile hareket edecektir. Eğer mutlu olmak hayatın temel amacı ise mutsuzluğa yol açan sorunlara karşı bulunacak çözümlerin mutsuzluğu azaltan, mutluluğu artıran çözümler olması gerekir. Ancak her zaman analitik yaklaşımla öngörülen mantığa uygun, rasyonel çözümler tatmin ve mutlu edici çözümler olmayabilir. Bu durumda insan gerçekçi olup mantığının sesini mi dinleyecektir yoksa kalbinin sesini mi dinleyecektir? İşte büyük paradoks budur. 

Mantığın sesini dinlemek sorunlardan uzak, huzurlu bir çözümü ve sürekli mantığın sesini dinlemek böyle çözümlerle dolu dingin ve huzurlu bir hayatı mümkün kılar. Ancak bu hayat renksiz, heyecansız, tatsız tuzsuz bir hayattır. Kalbinin sesini dinleyen insanlar ise kendilerini hiç istemedikleri durumlarda bulabilirler. Burada basit bir örnekle açıklamak durumu daha da netleştirecektir. Mantıklı bir insan ödemekte güçlük çekeceği bir parayı borç harç edinip hayalini kurduğu arabayı veya evi almaz. Ancak kalbinin sesini dinleyen insan "Bu dünyaya bir daha mı geleceğim!" düşüncesi ile hayalini gerçekleştirir. Sevmediğiniz ancak kesenize uygun bir araçla mı idare edeceksiniz yoksa hayalinizi kurduğunuz arabanın sefasını tüm zorluklara rağmen mi süreceksiniz. Karar sizin...

Analitik düzlemde sorunları ele almak, adeta hayatta karşılaşılan her sorunu matematiksel denklemlere dökerek çözümler üretmek, salt mantıkla hareket etmek, tatmin ve mutlu edici olanı değil hep rahat ettirici ve huzuru artırıcı çözümler peşinde koşmak sanıldığı kadar kolay değildir. En başta böyle bir tutum insanın yaşamdaki temel amacı ile çelişmektedir. Bu tür bir tutumu ilkesel olarak benimseyen kişilerin mutlu olması pek zordur. Sürekli karşılaştıkları her sorunun detaylı analizini yapmakta ve olması gereken ideal çözümü aramakta ve buldukları olması gereken, ideal çözüm, arzu ettikleri çözüm olmasa da, onları mutlu eden bir çözüm olmasa da benimsemektedirler. Seçim sizin.

Mantığı ile hareket edenler ile kalbinin sesini dinleyenlerin arasındaki en belirgin farklardan biri "keşke" ile başlayan yakınmalarında görünür. Kalbinin sesini dinleyenler "Keşke şunu yapsaydım", "Keşke bunu deseydim", "Keşke oraya gitmeseydim" gibi yaptıkları veya yapmadıkları şeylerden dolayı pişmanlıklarını ifade ederler. Mantığının sesini dinleyenler ise "Keşke şu şöyle olmasaydı da böyle yapabilseydim" benzeri, aldıkları kararlar ve yaptıkları veya yapmadıklarından değil, o kararı almalarına, yaptıklarını yapmalarına veya yapmadıklarını yapmamalarına yol açan koşullardan şikayetçi olurlar. Sonuçta bilirler ki koşullar farklı olsaydı, karar verirken kurdukları denklemde yer alan parametreler daha ideal bir şekilde dağılsaydı pekala kendilerinin de arzu ettiği, kalplerinin de söylediği çözümü benimseyebilirlerdi. Oysa ki şartlar onları kendi arzu ve isteklerine, kendi duygularına rağmen bir karar vermeye zorlamıştır. 

Son olarak söylemek gerekir ki rasyonel analitik düzlemde sorunlarını ele alan, mantığının sesine güvenip genellikle rasyonel kararlar veren ve yaşamında karşılaştığı sorunlara bu yöntemle çözüm üreten insanlar mutsuz olduğunda bundan dışsal faktörleri sorumlu tutarlar. Çoğu kez bu dışsal faktörleri belirleyen temel etken olan kader ve bu kaderi belirleyen yaratıcı rasyonel kişilerin mutsuzluğunun temelinde yer alan ana unsuz olarak görülür. Bu nedenle rasyonel kimselerin önemli bir kısmı kendisini mutsuz eden dışsal etkenleri kader yolu ile dayatan tanrıyla aralarına mesafe koyabilirler. 

Şimdilik bu kadar... 

10 Kasım 2017 Cuma

Nerede O Eski Filmler?

Sinema sektöründe uzunca süredir bir atalet gözlemekteyim. Daha vizyona girmeden çekimleri devam eden filmler hakkında dahi detaylı bilgi sahibi olacak kadar yakından takip ettiğim bir sektör olmamakla beraber vizyona giren filmler eski filmlerin seviyesini yakalayamıyor diyecek kadar film izlerim. En azından çoğu böyle. Üstelik Hollywood filmlerinden söz ediyorum. Zira yerli sinema sektörümüzde kaliteden söz etmek bir kaç istisna dışında mümkün değil.

2000'li yıllarda, yani 2010 öncesinde hemen her yıl vizyona giren  bir kaç başarılı film vardı. 2010 sonrasında bu durum değişti. Yeni çıkan filmler bir türlü o eski filmlerin tadını vermedi. Arada Fransız sinemasından ve özellikle ilgimi çeken Güney Kore ve Çin sinemalarından güzel filmler çıkabiliyor. Ancak Hollywood yapımı şöyle "İşte film budur!" dedirtecek bir film görmeyeli çok oldu. 

Korku-gerilim türü filmler pek ilgi alanıma girmediğinden bu tür filmleri hariç tuttuğumu belirteyim. Genel olarak korku-gerilim türü filmle bana göre çöptür. Arada Hostel gibi başarılı olanları çıkabiliyor ancak onun da keşke devamını çekmeselermiş...

Hollywood iyi film üretmekte mi zorluk çekiyor, bir yorgunluk mu çöktü sinema endüstrisine bilmiyorum. Yine de Resident Evil serisinin son filmi konu bütünlüğünün sağlanması açısından harikaydı. Ancak bunda da geçmişten gelen bir seri olduğu unutulmamalı. Hobbit serisi ise Yüzüklerin Efendisi serisinde anlatılan olayların öncesinden söz ediyor. Bir tür devam filmi sayılabilir. Hurin'in Çocuklarını da çekseler diyorum. Silmarillion sinemaya biraz zor uyarlanır. Ayrıca İluvatar'ın (Eru) bir fiziksel forma sokulmasının büyük hata olacağını da düşünüyorum. Yazının bu kısmı sinema sektörünün dışına çıktı. Konumuza dönelim.

Yerli sinema sektörümüzde bayağılık prim yapıyor. Pek çok film izlemeye değmez. Rus sineması bile kalite konusunda bizi geçmiş. Son dönemde Rus sinemasından izlediğim filmler pek keyif vermese de Türk sinemasından daha başarılı buldum.

Umutla şöyle izlerken büyük keyif alacağım bir film beklemekteyim.