7 Ekim 2013 Pazartesi

Can Sıkıntısı

Başlık can sıkıntısı olunca, can sıkıcı bir yazı bekler mi okur bilmem. Ama ben can sıkıntımı biraz olsun hafifletmek için yazacağım bu yazıyı. Belki de çok okunası bir yazı olacak. Ama okura birşeyler katacağını pek sanmıyorum. Yine de, can sıkıntısnı dağıtmak için yazılan bir yazı okuyanların da can sıkıntısını dağıtabilir.

Can sıkıntısının ne olduğunun tarifini yapmak zor. Oldukça öznel ve aynı zamanda herkes için yüksek derecede sezgisel bir şekilde kavranabilen bir şeydir can sıkıntısı. Kişiden kişiye nedenleri farklıdır. Peki çoğu zaman nedenler aynıdır ama bu nedenlerin mevcut can sıkıntısına olan katkısı, yani ağırlığı farklıdır ve de değişkendir. Sonuçta insanı üzen, kafasını karıştıran, strese sokan, olmasını istediği yada istemediği şeyler can sıkıntısına neden olur. Ancak bir şey var ki, pek az şey onun kadar can sıkıntısı yaratır. Ne mi? Tabi ki belirsizlik. Belirsizlikler kadar insanı rahatsız ve huzursuz edecek çok az şey vardır. En kötü karar bile kararsızlıktan iyidir derler ya... Aynen belirsizlikler için de geçerlidir bu. En kötü netice bile ne olacağının belirsiz olması kadar kötüdür.

Bazen insanın elinden birşey gelmez. En çok can sıkıntısına yol açan şeylerden biri de budur. Mutlak suretle sizi etkileyecek bir konuda elinizden hiçbirşey gelmiyor oluşu... İnsan kendini etkileyecek konuda kaderinin başkalarının inisiyatifinde olmasını kolay kolay kabullenemez. Bu durum bir dikdatörün hapsettiği tutuklu kölenin durumuna benzer. Belki suçlu belki masum ama dört duvar arasınad beklemekten başka elinden gelen birşey yoktur. Hangi cezaya çarptırılacağının dikdatörün keyfine kalmasını bırakın, cezasının ne zaman belirleneceği ve ne zaman infaz edileceği bile dikdatörün keyfine kalmıştır. Şimdi dört duvar arasında bekleyen bu köle ne yapsın da akıl sağlığını korusun. Bazen öyle şeyler gelir ki insanın başına, gerçekten akıl sağlığını korumak güçleşir. Değerli okur, ben kendim, şahsen, böyle zamanlarda akıl sağlığımı her zaman korumayı başarabildiğimi söyleyemem. Bir isyan patlaması yaşarım. İlk başlarda içimde tutmaya, bastırmaya çalıştığım bu isyan en sonunda inflak eder. Duvarları dövdüğüm, en sevdiğim nesneleri duvarlara çarptığım, içine düştüğüm durumun ağırlığından kızıp tanrıya küfretmişliğim vardır geçmişimde. Ki zaten o en büyük dikdatördür. Nasılse hiçbirşey onun müsadesi olmadan olamaz ya... Ama zamanla dinginleşir insan. Hangi volkan patladıktan, çevreye taş, toz, kül saçıp lav nehirleri akıttıktan sonra dinmiyor ki? İnsan da dinginleşiyor zamanla. İnsan doğasında olan herşeyi kabullenme gibi bir kaabiliyet var. Önemli bir özellik bu. Bu sayede insanların büyük kısmı intiharın eşiğine dahi gelmez. Aksi halde ölümlerin çoğu hastalıklardan, yaşlılıktan veya kazalardan değil, intiharlardan kaynaklanırdır. Çünkü insan hayatı böyunca mutlak en azından birkaç defa ama mutlaka ama mutlaka birden çok defa böyle bir durum yaşar.

Bazen de insanın elinden birşey gelmez ama farklı bir şekilde. Bu defa yapacak birşey yotur. Oturup zamanın geçmesini beklemenin dışında. Adeta sizin için zaman durmuştur. Ama sizin için duran zaman sizin dışınızdaki herkes ve her nesne için akmaya devam etmektedir. Bu boş zamanlarda içinizden de hiçbirşey yapmak gelmeyebilir. Böyle zamanlarda yapacak birşeyler bulmalıdır insan. Belki dışarı çıkıp bir gezinti iyi gelebilir. Kitap okuyabilir, TV izleyerek zaman öldürebilir, sinemaya-tiyatroya gidebilirsiniz. Yalnız kalmak isterseniz, ve imkanınız varsa tavsiyem oltanızı alıp balığa çıkmanız. Çok dinginleştirir insanı balık avlamak. Onun dışında efor sarf etmenizi gerektiren birşeyler yapmanızı tavsiye ediyorum. Ben genelde bisiklet turuna çıkarım. İşe yarıyor, tavsiye ederim. Yüzmek de çok işe yarar. Tüm öfkenizi kulaçlarınızla suya verip, suyu adeta döver gibi kulaç atıp tüm öfkenizi boşaltabilirsiniz. Ama kış geliyor. Kış aylarında bisikleti tavsiye etmem... Yüzmek için kapalı yüzme havuzlarını kullanabilirsiniz.

Eğer yapacak bişey yoksa zaman katili olmaktan başka çaresi yoktur insanın. İlla ki bir yolunu bulup zaman öldüreceksiniz. Buna mecbursunuz, mecburuz.... Sizi bilmem belki o kadar şanssız değildirsiniz ama ben kendi adıma konuşayım müsaadenizle.... Ben mecburum... Hem de sık sık nüksediyor bu mecburiyetim.... Şu anda yaptığım gibi. Evet maalesef itiraf ediyorum...Bu yazı zaman öldürme çabalarımın neticesinde ortaya çıkıyor. Başkaca bir amacı, hedefi, menzili yok bu yazının. Hatta belki de bu yüzden giriş-gelişme-sonuç gibi temel bölümlere sahip olmayacak. Eğer sahipse bilin ki amaçlanmış bir rota izlenerek ulaşılmış bir neticeden ziyade, kendini ifade edebilen biri olmam nedeniyle, artık refleks haline gelmiş, plansız, programsız bir şekilde de yazı veya sözlü olarak kendimi ifade ederken bile belli bir kompozisyon oluşturabilme yeteneğimden kaynaklanır. Böyle bir yeteneğim var mı bilmiyorum... E ona da siz karar verin... Ben sadece şu an içinde bulunduğum can sıkınrısını öldürmek ve belli bir süre zamanı öldürmek için çabalıyorum. Siz de eminim eğer bu yazıyı halen okuyorsanız, amacınız benim bu yazıyı yazmaktaki amacım dışında birşey olamaz.

Can sıkıntısı böyle işte.... Tarifi zor... Hem insan... nasıl tarif etsin bunu... 

Hiç yorum yok: