Uzun bir süredir USB bellekler hayatımıza girmiş bulunuyor. Hem alternatifi olan CD/DVD gibi medyalara göre taşımasının çok daha kolay olması, hem veri yazma/okuma hızlarının yüksekliği ve bu işlemin pratikliği, hem de bazı modellerin mp3 çalar özelliğine sahip olması gibi özellikler bu belleklerin vazgeçilmezimiz olmasına yol açan artılarının sadece birkaçı. Ama durun, daha USB belleklerin kat edecekleri çok yol var gibi görünüyor. Şimdi de nanoteknolojiye sahip USB bellekler, şimdilik uzaklardan da olsa bizlere göz kırpıyor.
Nanoteknoloji ile üretilen USB belleklerde çok daha yüksek veri okuma / yazma hızları elde edilmiş durumda. Bu da flash bellekleri RAM olarak kullananları çok sevindirecektir. Uzun süredir veri okuma/yazma hızları yüksek olan flash bellekler ( USB ) RAM olarak da bilgisayarlara destek verebiliyor, ve RAM miktarı yetersiz bilgisayarları desteklemek amacıyla kullanılabiliyordu. Nanoteknoloji ile üretilen bu flash bellekler ise çok daha yüksek veri okuma / yazma hızları ile bu konuda bilgisayar kullanıcılarını çok daha rahatlatacaktır kuşkusuz.
Veri okuma / yazma hızlarının yükselmiş olmasının yanında nanoteknoloji ürünü USB belleklerin elektrik tüketimi de %99 oranında düşürülmüş durumda.Elektrik tüketimi konusunda her ne kadar inanılması güç bir düşüş kaydedilmiş olsa da, USB bellekler zaten çok elektrik tüketmemekte olduğundan pek hissedilebilir bir fark olmadığını belirtmek gerek. Ancak artık neredeyse hiç elektrik tüketmeyen flash belleklerimiz olabilecek. Ayrıca bu düşük elektrik tüketimi, bu flash belleği kullanacak mp3 playerlerin de pil ömrünü uzatacaktır. Bu da tabi ki çok olumlu bir gelişme.
FeTRAM olarak adlandırılan ve İngilizce açılımı Ferroelectric transistor random access memory ( Ferroelektrik transistörlü rasgele erişimli hafıza ) olan bu teknojide organik ferroelektrik polimer ile silikon nano bağlantıyı birleştirilmiş. Halen bu teknolojiyi Purdue Üniversitesi geliştirmekte ve heyecan verici olan bu belleklerin bir an önce hayatımıza girmesini sabırsızlıkla bekliyoruz.
3 Ekim 2011 Pazartesi
1 Ekim 2011 Cumartesi
Üçüncü Dünya Savaşı Çıkabilir Mi?
Avrupa kıtasında yer alan emperyalist güçler uzun yıllar dünyadaki pek çok ülkeyi sömürdü. Bu sömürü düzeninden kapitülasyonlar yoluyla Osmanlı Devleti de nasibini almıştı. Avrupa'ya sömürülen ülkelerin zenginlikleri akarken zenginleşen bu güçler oldukça yüksek bir hayat standardına kavuştular. Gerçi birileri çıkıp da sanayileşme ile bu ülkelerde yaşayan ve halkın büyük çoğunluğunu oluşturan alt gelir gurubunun, değişen yaşam koşulları ve toplum düzeni ile büyük sıkıntılar çektiğini söyleyebilir. Doğrudur da. Ancak o kadar çok sermaye bu ülkelere akmış olmasaydı, sanayi devrimi bile belki o kadar hızlı ve şiddetli gerçekleşmeyecekti. Sonuçta araştırmacılar ve bilim adamları bir şekilde finanse edilebildi.
Sanayileşen, güçlenen, yeni silahlara sahip olan bu ülkeler zaman zaman birbirleri ile de savaştı. Birinci dünya savaşının tek ana nedeni olarak doymak bilmeyen bu emperyal güçlerin sömürü hırsı olduğunu pekala söyleyebiliriz. Kaldı ki ikinci dünya savaşı da bir türlü adil bir antlaşma yapamayan bu ülkelerin hırsı yüzünden çıkmıştır denilebilir. Günümüzde emperyal hırslar ile çetin bir savaşım içinde olanlar ülkeler ve ordular değil de şirketler. Özellikle küresel boyutta faaliyet gösteren devasa şirketler. Bu şirketlerin büyük çoğunluğu için neredeyse tüm dünya pazar demek. Bu savaşın cereyan ettiği sisteme ise kapitalizm diyoruz. Kapitalizm ise doğal kaynakların yanında, hiç olmadığı kadar insanı sömürüyor. Kapitalist düzende insan sürekli daha iyi olmalı, daha çok şey öğrenmeli, daha çok beceri kazanmalı, daha zeki, daha bilgili, daha pratik, daha çok dil konuşan..... olmalı. Bu nedenle insanlar, hele de gençler, hayatlarının en güzel çağlarını adeta bir yarış atı havasında kurslardan kurslara koşuşturarak geçiriyor. Bu ayrı bir mesele ama göz ardı da etmemek gerek.
Emperyalizmin yerini alan kapitalizm günümüzde can çekişmeye başladı. Buna da yine aynı etken sebep oldu diyebiliriz. "Hırs". Ülkelerin toprak, doğal kaynak, statü, güç vb açlığı ve bu açlığını bastırma konusundaki hırsı yüzünden bu dünya çok sayıda savaş ve iki de dünya savaşı atlattı. Günümüzdeki devasa şirketler - ki bunların hemen hemen tamamı batamayacak (batmasına müsade edilemeyecek ) kadar büyük şirketlerdir. Örnek olarak ABD'de batan bankaların önce ABD ekonomisini sonra da dünya ekonomisini nasıl altüst eden bir krize neden oldukları ve bazıları bankalarını ABD ve AB ülkeleri tarafından kurtarıldığı verilebili.- daha fazla kar etme, daha fazla büyüme hırsları yüzünden hatalar yaptılar, büyük riskler aldılar. Aldıkları bu büyük riskler ilk başta farkedilmedi ama zamanla içinden çıkılamaz bir hal aldı. Günümüzde kapitalist sistem artık ülkelerin refahını artırmaya yetmiyor, aksine yarattığı krizlerle refahı şiddetli bir şekilde düşürüyor.
Özellikle ülemizin de içinde bulunduğu coğrafyada son zamanlarda büyük hareketlenmeler oldu. Demokrasiden uzak bir hayat yaşayan Arap ülkelerinde ayaklanmalar çıktı, liderler koltuklarından oldu ya da edildi. Ancak bu insanların bir anda böyle demokrasi aşkı ile topyekün ayaklanmaları için üzerine benzin dökerek kendini ateşe veren bir Tunuslu gençten çok daha fazlası gerekir. İşte bu çok daha fazlasının altında ise olası yeni refah arayışları bulunuyor olsa gerek. Fransa cumhurbaşkanı Sarkozy'nin Kaddafi'ye karşı tavrı ve Kaddafi'den hemen sonra Libyaya gidişi yok mu... Bir leşin ( petrolün ) üstüne çullanan akbabalardan farkı nedir ? Üstelik bir tek Sarkozy de değil, pek çok batılı lider Libya'ya giderek temaslarda bulundu ve bunu yapmak için de pek bir aceleci davrandılar. Pastadan pay kapma yarışından bir farkı olmayan ve binlerce masumun kanı üzerinde oynanan trajik bir tiyatro...
AB ülkelerinin ekonomileri zor durumda, ABD ekonomisi zor durumda, Japon ekonomisi zor durumda, alarm vermeyen pek az ülke var. Türkiye de alarm vermeyen ülkelerden biri. Eğer yakın geçmişin ekonomik devleri olan AB ve ABD bu gidişata CESUR bir DUR demekte geç kalırlarsa, pek yakında Türkiye, Çin, Hindistan ve Brezilya gibi hızla gelişen ülkeler onları tahtlarından edebilir. Bunu halihazırda görmüş olduklarını tahmin edebileceğimiz bu ülkeler güç dengeleri değişmeden önlem almak isteyecektir. Bu önlem alma konusunda kafaları şimdilik biraz karışık olabilir. Ancak güç tatlıdır ve kimse elindeki gücü kaybetmek istemez.
Tüm dünyada sular ısınıyor ama buna tek neden küresel ısınma değil.Artık politik ve askeri alanda da sular ısınıyor. Bu görüşüme katılırmısınız bilmiyorum ama bana üçüncü dünya savaşının tohumları ekiliyor gibi geliyor.
Franz Kafka’nın Şato’su üzerine
Franz Kafka okumak, kitap kurdu olanlar için bile zor bir iş olsa gerek. Franz Kafka’nın o boğucu, kasvetli, insanın içini bayıltan ve bir sonraki sayfaya geçme gibi bir arzu uyandırmayan satırları arasında okurun azim gösterip kitabı sonuna kadar okuyabilmesi önemli bir başarıdır. Ancak her ne kadar kendimi çok iyi bir okur olarak görmesem de ben başladığımı bitirme hırsım ve Kafka gibi bir yazarın tüm eserlerini okuma kararlılığımla Şato’yu bitirdim. Şimdi bu kitap üzerine düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.
Şato’yu okurken sürekli olayların bir şekilde ilginç bir hal almasını bekledim ama bu maalesef nafile bir bekleyişti. Şato köylülerin yani toplumun alt tabakasında bulunan insanların ulaşamadığı, ulaşmayı olasılık olarak görmeyi bırakın, hayalini bile kurmaktan korktuğu bir yapı olarak karşımıza çıkıyor ve feodal düzende toplumsal tabakalar arasındaki uçurumun derinliğini olabildiğince boğucu bir havada insana hissettiriyor. Kitap boyunca sürekli Şato’dan söz edildiği halde, bunlar hep kulaktan dolma bilgilerden, söylentilerden ibaret oluyor. Yani Kafka kitabın ana karakteri olan yeryazımcının ( K. ) Şato’ya ulaşmasını engellediği gibi, okurun da Şato’ya erişmesini engelliyor. Bunun yanı sıra K. Şato’ya ulaşmayı neden bu kadar istiyor ve oraya ulaşınca ne olacak bilmiyoruz, bilemiyoruz.
Kitapta K. Köye dışarıdan gelen bir yabancı ve köyde barınmayı bile ilk başta zor başarıyor. Şato tarafından yeryazımcılıkla görevlendirilen K. Şato’ya ulaşmak için çabalıyor ve oraya ulaşmanın yolunun ilk önce oraya ulaşabilen, yani Şato’ya girmeyi başarabilen görevli memurlara ulaşmak olduğunu öğreniyor. Ancak bu memurlara ulaşmak da öyle kolay değil. K. Bir kızla nişanlanıyor ve Şato K.’nın başından geçen olayları anlatıyor. Ancak K.’nın Feodal yapının soğuk kapıları, erişilmez makamları ve keskin bürokrasisi ile mücadelesi hiç de keyif verici değil. Üstelik köylülerin bir şekilde öğrendikleri doğruluğu tartışmalı bilgileri, biraz abartarak, biraz efsaneleştirerek kulaktan kulağa aktarması ile tam anlamıyla karmakarışık bir bilgi kirliliği de var denilebilir. Kitap boyunca Şato’yu anlamaya, ona ulaşmaya çalışıyorsunuz ancak bir türlü bunu başaramıyorsunuz. Uzaktan davulun sesi hoş gelir derler, kitabı okurken sürekli aklıma geldi bu söz, çünkü Şato’nun içini o kadar da güzel düşlemedim.
Franz Kafka bu kitapta insanların kendi benliklerini yaşadıkları topluma nasıl feda ettiklerini de oldukça çarpıcı bir şekilde betimlemiş diyebiliriz. Kitaptaki tüm karakterler, ister en alt seviyede bir işçi isterse Şato’da görevli bir memur olsun, Feodal düzenin katı , kağıda yazılmamış olsa da kurallarına olan sarsılmaz bağlılıkları ve bu bağlılık uğruna kişisel arzularını, düşüncelerini, hayallerini hiçe sayışlarını çok güzel ifade etmiş. Belki de bu nedenle oldukça sıkıcı bir kitap. Kısacası edebi değeri her ne kadar yüksek olsa da – ki bu görüşü savunmuyorum – okunası bir kitap olmaktan uzak. Yine de benim gibi, elinize aldığınız bir kitabı illa ki bitireceğim diyorsanız, ve de Kafka gibi bir yazarın kitapları okunmalı şeklinde bir düşünceniz varsa, azmedebilir, oflaya puflaya bu kitabı okuyabilirsiniz.
22 Eylül 2011 Perşembe
Türkiye Büyük Oynuyor
Türkiye son dönemlerde oldukça keskin bir dış politika güdüyor. İsrail ile Mavi Marmara olayından sonra gerilen iplerin üzerine pek çok şey daha eklendi. Arap Baharı ile çalkalanan Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkeleri ve bu olaylar sırasında oldukça iyi olan Türkiye-Suriye ilişkilerinin bir anda tam aksi yönde şekillenmesi, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'nin Akdenizde sondaj çalışmaları, ABD ve batılı ülkelerin bastırmasıyla kabul edilen radar sistemi nedeniyle bozulan İran ilişkileri vs. Türkiye bundan birkaç yıl önce dost olduğu komşuları ile bugün artık resmen düşman durumundadır. Özellikle de İsrail ki pek çok açıdan en sıkı ikişkilerimizin olduğu ülkeydi denilebilir, bir anda en net düşmanımız konumunda. Peki yarın ne olabilir?
Türkiye büyük oynuyor. Üç tarafı denizlerle çevrili olan yurdumuzun etrafını saran sular artık oldukça çalkantılı. Bugünden yarını kestirmek çok zor. Bir anda dostlarımız düşman, düşmanlarımız dost olabiliyor. Türkiye bu çalkantılı sularda dik, kendinden emin ve sağduyulu bir şekilde yönetiliyor gibi görünüyor. Ama AKP hükümetinin alacağı kararlar ve riskler, bu kritik günlerde iyice düşünülerek taşınılarak, geniş çaplı provizyonlar hazırlanarak şekillendirilmelidir.
Komşular ile sıfır sorun politikasının artık esamesi okunmuyor. Artık hemen hemen tüm komşularımızla önemli ölçüde sorun yaşayan bir ülkeyiz. Ancak komşularımızın pek çoğu zayıf ya da köşeye sıkışmış durumda. İsrail bölgedeki en önemli müttefiki olan Türkiye'yi kaybettikten sonra iyice izole oldu ve köşeye sıkıştı. Kendine Kıbrıs Rum Yönetimi ve Yunanistan gibi yeni limanlar arıyor. Ancak Rum kesiminin ve hele de Yunanistan'ın çöken ekonomileri bu ülkeleri pek çok bakımdan kırılgan yapıyor. Bugünün Yunanistan'ı ve Rum kesimi büyük çaplı hiçbir askeri operasyonun altından kalkamayacaktır. Suriye Türkiye için bir tehdit oluşturmanın çok gerisindedir. İran ise bırakın yüzyılları, binyılların verdiği devlet geleneği ile serinkanlı davranacaktır. Sonuçta Türkiye, eğer kartlarını doğru oynar, ağırbaşlı durur ve Soft-Power, yani yumuşak güç kullanırsa, içinde bulunduğu bu çalkantılı sulardan en az kayıp ve en çok kazanım ile çıkabilecektir. Ancak bunun için hatasız ve çok dikkatli bir kaptanın, yani bir hükümetin varlığı elzemdir. AKP bu güce sahip görünüyor. Tek sorun bu güce güvenip gereksiz riskler almaları olarak söylenebilir.
Türkiye bu çalkantılı zamanları başarılı bir şekilde atlatırsa, artık yavaş yavaş bölgesel bir güç olmanın da ötesine geçerek küresel bir güç olma yolunda kaderin kaçınılmaz olarak önüne çıkaracağı rotayı takip edecektir.
Türkiye büyük oynuyor. Üç tarafı denizlerle çevrili olan yurdumuzun etrafını saran sular artık oldukça çalkantılı. Bugünden yarını kestirmek çok zor. Bir anda dostlarımız düşman, düşmanlarımız dost olabiliyor. Türkiye bu çalkantılı sularda dik, kendinden emin ve sağduyulu bir şekilde yönetiliyor gibi görünüyor. Ama AKP hükümetinin alacağı kararlar ve riskler, bu kritik günlerde iyice düşünülerek taşınılarak, geniş çaplı provizyonlar hazırlanarak şekillendirilmelidir.
Komşular ile sıfır sorun politikasının artık esamesi okunmuyor. Artık hemen hemen tüm komşularımızla önemli ölçüde sorun yaşayan bir ülkeyiz. Ancak komşularımızın pek çoğu zayıf ya da köşeye sıkışmış durumda. İsrail bölgedeki en önemli müttefiki olan Türkiye'yi kaybettikten sonra iyice izole oldu ve köşeye sıkıştı. Kendine Kıbrıs Rum Yönetimi ve Yunanistan gibi yeni limanlar arıyor. Ancak Rum kesiminin ve hele de Yunanistan'ın çöken ekonomileri bu ülkeleri pek çok bakımdan kırılgan yapıyor. Bugünün Yunanistan'ı ve Rum kesimi büyük çaplı hiçbir askeri operasyonun altından kalkamayacaktır. Suriye Türkiye için bir tehdit oluşturmanın çok gerisindedir. İran ise bırakın yüzyılları, binyılların verdiği devlet geleneği ile serinkanlı davranacaktır. Sonuçta Türkiye, eğer kartlarını doğru oynar, ağırbaşlı durur ve Soft-Power, yani yumuşak güç kullanırsa, içinde bulunduğu bu çalkantılı sulardan en az kayıp ve en çok kazanım ile çıkabilecektir. Ancak bunun için hatasız ve çok dikkatli bir kaptanın, yani bir hükümetin varlığı elzemdir. AKP bu güce sahip görünüyor. Tek sorun bu güce güvenip gereksiz riskler almaları olarak söylenebilir.
Türkiye bu çalkantılı zamanları başarılı bir şekilde atlatırsa, artık yavaş yavaş bölgesel bir güç olmanın da ötesine geçerek küresel bir güç olma yolunda kaderin kaçınılmaz olarak önüne çıkaracağı rotayı takip edecektir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)