24 Kasım 2017 Cuma

Analitik Düzlemde Yaşamsal Sorunlar ve Cebr-i Hayat

Başlığı atınca sahici bir "Aman Tanrım!" dedim. Bu başlığın altını nasıl dolduracağız. Neyse, bir yerlerden başlamalı. Ne de olsa başlamak değil mi bitirmenin yarısı?

Öncelikle başlığı biraz açmak gerek kanımca. Yaşamsal sorunlardan kasıt öyle ciddi, ölüm kalım meselesi olan sorunlar değildir. İnsan yaşamının özellikle toplumsal bağları ve bu toplumsal bağların örüldüğü kültürel dokudan kaynaklı, her ademînin sık sık karşı karşıya kaldığı çeşitli sorunlar kast edilmektedir. Bunların bir kısmı gündelik sorunlar olarak görüp hafife alabileceğimiz sorunlarken bazıları çok sık karşılaşılmayan bu nedenle karşı karşıya kalındığında en çok zorlanılan sorunlardır.

Yaşamsal sorunlar ile insan arasındaki ilişkiyi bir bakıma bağışıklık sistemi ve patojen etkenler arasındaki ilişkiye benzetmek mümkündür. Grip ve nezle gibi sık sık karşılaştığımız bazı hastalıkların doktora gitmeden dahi üstesinden gelebilecek kadar bağışıklık sistemimiz hazırlıklıdır çoğu kez. Ancak nadiren görülen hastalıklarla bağışıklık sistemi ilk karşılaştığında tamamen savunmasız yakalanır. Zor yoldan düşmanını tanır ve onu keşfederek nasıl başa çıkacağını öğrenir. Bu sırada ilaçla ona destek olmak gerekebilir.

Aşı dediğimiz şey ise hayatın risklerine karşı bağışıklık sistemini hazırlar. Bir tür eğitim gibidir. Amaç su testisi su yolunda kırılmasındır. Bağışıklık sistemi aldığı dersi unutmaz genellikle. Kızamık aşısı olan biri hastalığa yakalansa dahi bu sayede çok hafif atlatacaktır. İnsanda aşıya karşılık olarak deneyimli büyüklerin öğütleri vardır. Ancak insan bağışıklık sistemi kadar akıllı bir varlık değildir. Burnunu sürtmeden, kendi düşmeden, testiyi kırmadan çoğu kez akıllanmaz.

Analitik Düzlemde Yaşamsal Sorunların Analizi

Sık karşılaşılan ve artık olağan haline gelmiş sorunların pratik ve standart çözümleri artık ezberlenmiştir. Bu sorunlara karşı refleks çözümler geliştirilmiştir. Sorunla karşılaşılır karşılaşılmaz daha önceki tecrübelerle işe yaradığından emin olunan bir çözüm hemen devreye sokulur. Karnı acıkan veya susayan bir bebeğin ağlaması gibidir bu. Bir yandan da aklıma Pavlov'un köpeği geldi. Tamam belki aynı şey değil ama çok benzer bir yapı. Eğer her iki davranışı da algoritmik veya bir başka yöntemle formüle etmeye kalksaydık birbirine çok benzer yapılarla karşılaşırdık. 

Peki sık sık karşılaşılmayan ve bu nedenle refleks çözümü edinilmemiş olan sorunlara karşı akıllı bir insan nasıl bir yöntemi takip eder. İlk olarak sorunun analizini yapması gerektiği oldukça rasyonel bir davranış olarak öne sürülebilir. Nasıl ki bir savaş sırasında komutanlar üzerinde gerekli ve mümkün olan her detayın yer aldığı haritaları açıp savaşın seyrini görmeye çalışırsa, karşılaşılan sorunlarda da neyin ne olduğunu analiz etmek, doğru tanımlamak ve hayali bir analitik düzlemde doğru yerde konumlandırmak gerekir. Böylece sorun, sorunun ortaya çıkmasına yol açan etkenler, sorunun olası çözümleri, bu çözümleri kolaylaştıran ve zorlaştıran etkenler tek tek tespit edilebilir. Rasyonel düşünen bir insan böyle bir analizi sağlıklı bir şekilde yaparsa hatalı karar verme olasılığını büyük ölçüde düşürmüş olur. En doğru kararı vermese de  verdiği karar, bulduğu çözüm zararı azaltan ve/veya karı artıran bir çözüm olur. Ancak burada mantıklı davranmaktan uzaklaşıp duygusal hareket etmek hata riskini ciddi ölçüde artıracaktır. Paradoksal bir şekilde mantıklı hareket etmek hata payını azaltıyor oluşu nedeniyle rasyonel bir insanın salt mantığıyla hareket edeceğini beklemek her zaman doğru değildir. Şimdi bu paradokstan söz etmek gerekir. 

Paradoksun temelinde insanın yaşama amacı yatar. Bu amaç tatmin olmaktır. Aksi halde insan mutsuz olur. Zaman zaman mantığa uygun rasyonel çözümler insanı mutlu eden çözümler olmaktan uzaktır. Tatmin ve mutlu olma temel amacı ile güdülenen insan genellikle "kalbinin sesini dinle" mottosu ile hareket edecektir. Eğer mutlu olmak hayatın temel amacı ise mutsuzluğa yol açan sorunlara karşı bulunacak çözümlerin mutsuzluğu azaltan, mutluluğu artıran çözümler olması gerekir. Ancak her zaman analitik yaklaşımla öngörülen mantığa uygun, rasyonel çözümler tatmin ve mutlu edici çözümler olmayabilir. Bu durumda insan gerçekçi olup mantığının sesini mi dinleyecektir yoksa kalbinin sesini mi dinleyecektir? İşte büyük paradoks budur. 

Mantığın sesini dinlemek sorunlardan uzak, huzurlu bir çözümü ve sürekli mantığın sesini dinlemek böyle çözümlerle dolu dingin ve huzurlu bir hayatı mümkün kılar. Ancak bu hayat renksiz, heyecansız, tatsız tuzsuz bir hayattır. Kalbinin sesini dinleyen insanlar ise kendilerini hiç istemedikleri durumlarda bulabilirler. Burada basit bir örnekle açıklamak durumu daha da netleştirecektir. Mantıklı bir insan ödemekte güçlük çekeceği bir parayı borç harç edinip hayalini kurduğu arabayı veya evi almaz. Ancak kalbinin sesini dinleyen insan "Bu dünyaya bir daha mı geleceğim!" düşüncesi ile hayalini gerçekleştirir. Sevmediğiniz ancak kesenize uygun bir araçla mı idare edeceksiniz yoksa hayalinizi kurduğunuz arabanın sefasını tüm zorluklara rağmen mi süreceksiniz. Karar sizin...

Analitik düzlemde sorunları ele almak, adeta hayatta karşılaşılan her sorunu matematiksel denklemlere dökerek çözümler üretmek, salt mantıkla hareket etmek, tatmin ve mutlu edici olanı değil hep rahat ettirici ve huzuru artırıcı çözümler peşinde koşmak sanıldığı kadar kolay değildir. En başta böyle bir tutum insanın yaşamdaki temel amacı ile çelişmektedir. Bu tür bir tutumu ilkesel olarak benimseyen kişilerin mutlu olması pek zordur. Sürekli karşılaştıkları her sorunun detaylı analizini yapmakta ve olması gereken ideal çözümü aramakta ve buldukları olması gereken, ideal çözüm, arzu ettikleri çözüm olmasa da, onları mutlu eden bir çözüm olmasa da benimsemektedirler. Seçim sizin.

Mantığı ile hareket edenler ile kalbinin sesini dinleyenlerin arasındaki en belirgin farklardan biri "keşke" ile başlayan yakınmalarında görünür. Kalbinin sesini dinleyenler "Keşke şunu yapsaydım", "Keşke bunu deseydim", "Keşke oraya gitmeseydim" gibi yaptıkları veya yapmadıkları şeylerden dolayı pişmanlıklarını ifade ederler. Mantığının sesini dinleyenler ise "Keşke şu şöyle olmasaydı da böyle yapabilseydim" benzeri, aldıkları kararlar ve yaptıkları veya yapmadıklarından değil, o kararı almalarına, yaptıklarını yapmalarına veya yapmadıklarını yapmamalarına yol açan koşullardan şikayetçi olurlar. Sonuçta bilirler ki koşullar farklı olsaydı, karar verirken kurdukları denklemde yer alan parametreler daha ideal bir şekilde dağılsaydı pekala kendilerinin de arzu ettiği, kalplerinin de söylediği çözümü benimseyebilirlerdi. Oysa ki şartlar onları kendi arzu ve isteklerine, kendi duygularına rağmen bir karar vermeye zorlamıştır. 

Son olarak söylemek gerekir ki rasyonel analitik düzlemde sorunlarını ele alan, mantığının sesine güvenip genellikle rasyonel kararlar veren ve yaşamında karşılaştığı sorunlara bu yöntemle çözüm üreten insanlar mutsuz olduğunda bundan dışsal faktörleri sorumlu tutarlar. Çoğu kez bu dışsal faktörleri belirleyen temel etken olan kader ve bu kaderi belirleyen yaratıcı rasyonel kişilerin mutsuzluğunun temelinde yer alan ana unsuz olarak görülür. Bu nedenle rasyonel kimselerin önemli bir kısmı kendisini mutsuz eden dışsal etkenleri kader yolu ile dayatan tanrıyla aralarına mesafe koyabilirler. 

Şimdilik bu kadar... 

10 Kasım 2017 Cuma

Nerede O Eski Filmler?

Sinema sektöründe uzunca süredir bir atalet gözlemekteyim. Daha vizyona girmeden çekimleri devam eden filmler hakkında dahi detaylı bilgi sahibi olacak kadar yakından takip ettiğim bir sektör olmamakla beraber vizyona giren filmler eski filmlerin seviyesini yakalayamıyor diyecek kadar film izlerim. En azından çoğu böyle. Üstelik Hollywood filmlerinden söz ediyorum. Zira yerli sinema sektörümüzde kaliteden söz etmek bir kaç istisna dışında mümkün değil.

2000'li yıllarda, yani 2010 öncesinde hemen her yıl vizyona giren  bir kaç başarılı film vardı. 2010 sonrasında bu durum değişti. Yeni çıkan filmler bir türlü o eski filmlerin tadını vermedi. Arada Fransız sinemasından ve özellikle ilgimi çeken Güney Kore ve Çin sinemalarından güzel filmler çıkabiliyor. Ancak Hollywood yapımı şöyle "İşte film budur!" dedirtecek bir film görmeyeli çok oldu. 

Korku-gerilim türü filmler pek ilgi alanıma girmediğinden bu tür filmleri hariç tuttuğumu belirteyim. Genel olarak korku-gerilim türü filmle bana göre çöptür. Arada Hostel gibi başarılı olanları çıkabiliyor ancak onun da keşke devamını çekmeselermiş...

Hollywood iyi film üretmekte mi zorluk çekiyor, bir yorgunluk mu çöktü sinema endüstrisine bilmiyorum. Yine de Resident Evil serisinin son filmi konu bütünlüğünün sağlanması açısından harikaydı. Ancak bunda da geçmişten gelen bir seri olduğu unutulmamalı. Hobbit serisi ise Yüzüklerin Efendisi serisinde anlatılan olayların öncesinden söz ediyor. Bir tür devam filmi sayılabilir. Hurin'in Çocuklarını da çekseler diyorum. Silmarillion sinemaya biraz zor uyarlanır. Ayrıca İluvatar'ın (Eru) bir fiziksel forma sokulmasının büyük hata olacağını da düşünüyorum. Yazının bu kısmı sinema sektörünün dışına çıktı. Konumuza dönelim.

Yerli sinema sektörümüzde bayağılık prim yapıyor. Pek çok film izlemeye değmez. Rus sineması bile kalite konusunda bizi geçmiş. Son dönemde Rus sinemasından izlediğim filmler pek keyif vermese de Türk sinemasından daha başarılı buldum.

Umutla şöyle izlerken büyük keyif alacağım bir film beklemekteyim. 

6 Kasım 2017 Pazartesi

Bitcoin Madenciliği Karlı Olmaktan Çıkıyor Mu?

Bitcoin madenciliği anlaşılması bilgisayar ve yazılım dünyası ile yakından ilgilenmeyenler için anlaşılması oldukça güç bir konu. Bilmeyenler için basit bir açıklama yapmamız gerekirse bitcoin madenciliğini bilgisayarlara hesaplama yaptırarak bitcoin elde etmek diyebiliriz. Buradaki sorun bitcoin'in mucidi Satoshi Nakamato'nun hesaplamaları gittikçe zorlaşacak şekilde tasarlaması. Yani sabahtan akşama kadar çalışan bir bilgisayar bugün birkaç ay önce ürettiği kadar bitcoin üretemiyor. Bu durum da bitcoin madenciliğinin karlılığının sorgulanmasına yol açıyor. 
Profesyonel bitcoin madenciliği


Bitcoin madenciliği için teoride herhangi bir bilgisayar yeterli. Hatta burada bilgisayardan kastımızın işlem birimine sahip cihazlar olduğunu belirtmek gerek. Klasik anlamda masaüstü ve dizüstü bilgisayarlarla sınırlandırmak mümkün değil. Tablet bilgisayarlar, hatta akıllı cep telefonları bile bitcoin madenciliği için teoride kullanılabilir. Ancak pratikte önemli zorluklar var. En başta da gelinen zorluk derecesinin çok yüksek işlem gücü gerektirmesi ve bu işlem gücünün güçlü oyun bilgisayarlarının bile kolay kolay yeterli sayılamayacağız bir seviyeye ulaşmış olması sayılabilir. 

Bitcoin madenciliği ile uğraşanlar ciddi maliyet yüklenerek oldukça pahalı sistemler kuruyorlar. GPU'lar, yani ekran kartı yongaları Bitcoin madenciliğinin gerektirdiği hesaplamaları yapmadan CPU, yani bilgisayarın ana işlemcisine göre daha başarılı olduğundan bir anakarta çok sayıda (onun üzerinde) ekran kartı bağlayarak oluşturdukları sistem oyun meraklılarının ağzının suyunu akıtacak cinsten. Çünkü piyasadaki en güçlü ve en pahalı ekran kartlarını kullanıyorlar. Böyle bir sistemi kurmak normal masaüstü bilgisayarlarda göremeyeceğiniz ekipmanlar gerektiriyor ve sistemi montajı oldukça karmaşık. Geleneksel bilgisayar kasaları yetersiz kaldığından özel tasarım çerçeve sistemler kullanılıyor. Kurulum tamamlandığında ise bitcoin madenciliğine artık başlanıyor.

Burada ilk yatırım maliyetinin oldukça yüksek olduğunu belirtmek gerek. Zira tanesi 5.000,00 ₺ kadar ulaşan fiyatlara sahip ekran kartlarından bir anakarta 18 tane bağladığınızı düşünün. Ancak maliyet sadece sistemi kurmakla bitmiyor. Böyle canavar bir sistem canavar gibi elektrik de tüketiyor. 

Eğer bir gün boyunca ürettiğiniz bitcoin gün içinde sisteminizin tükettiği elektriğin maliyetinin altında kalırsa bitcoin madenciliğinden kar değil zarar ediyorsunuz demektir. Bu nedenle ilk yatırım maliyetinin yanısıra tüketilecek elektriğin de maliyeti mutlaka hesaba katılmalıdır. 

Artan zorluk derecesi nedeniyle daha az bitcoin elde eden madenciler düşen gelirleri ve elektrik faturası arasında sıkışıyor. Bu da bitcoin dünyasında madenciliğin karlılığını sorgulanır hale getiriyor. Bununla birlikte bitcoinin sürekli değer kazanması ise madenciler için sevindirici bir gelişme. Madenciler belki her geçen gün daha az bitcoin üretebiliyor ancak ürettikleri bitcoinin değeri sürekli yükseliş trendinde. Aşağıdaki grafikte bitcoinin değerinin zamanla nasıl yükseldiği açıkça görülüyor. 



Şu anda $7260 seviyelerinde bir değere sahip olan bitcoin zaman zaman değer kaybetse de genel olarak yükseliş trendi devam ediyor. 

Yaş ve Mutluluk Arasında İlişki Var Mı?

İşin açıkçası sahip olduğum ve pek de büyütülecek bir tarafı olmayan akademik ve enetelektüel birikim insan psikolojisini ilgilendiren bu konuda dikkate değer bir yazı yazamayacağımı gösteriyor. Ancak, kişisel blogumda kendi gözlemlerimden hareketle yola çıkarak kişisel düşüncelerimi içeren herhangi bir konuda yazılar yazmamın pek de yadırganmayacağı kanaatindeyim. Bu nedenle özellikle okurlar benim psikoloji alanında ciddi bir birikim sahibi olmadığımı, hele hele psikolog ya da psikiatrist hiç olmadığımı bilmeliler.

Bir kaç gün önce yurt dışındaki ünlü üniversitelerden birinde mutluluk ve yaş arasında ilişki olup olmadığı yönünde yapılan bir araştırma ile ilgili bir haber okumuştum. Habere göre gençlerde mutluluk seviyesi yüksek iken yaş ilerledikçe bu oran düşmekte, ancak yaşlandıktan sonra tekrar artışa geçmekteymiş. Yani grafikle göstermek istersek U harfine benzer bir grafik oluşuyormuş. Gerekli gereksiz şeyler üzerine kafa yoracak kadar boş bir insan olduğum için bu konu üzerinde biraz düşündüm. Neden bilimsel araştırmanın sonuçlarının bu şekilde olduğuna kendimce açıklama getirmeye çalıştım. Aslında yapmak istediğim bir türlü başaramadığım insanı anlama konusunda az da olsa ilerleme kaydetmekti.

Öncelikle kendi geçmiş hayatımı düşününce çocukken mutlu olduğum kadar mutlu olmadığımı fark ettim. Ancak bunda insan hafızasının geçmişteki kötü anıları unutma, iyi anıları hatırlama eğilimin etkisinin büyük olduğunu da biliyorum. Çünkü genel olarak çocukken de mutlu bir insan değildim. Daha 10 yaşına gelmeden defalarca kafasından intihar düşüncesi geçmiş bir çocuğa mutlu demek nasıl mümkün olabilir ki?

Ama yine de çocukken daha mutluydum. Sonra gittikçe hayat daha da sıkıcı bir hal almaya başladı. Artık genç olmaktan iyice uzaklaşmış biri olarak bunun olası nedenlerini sorguladığımda karşıma çıkan cevaplar konuyu anlamaya yardımcı olabilir.

Öncelikle çocukken insanın hayalleri çok oluyor. Beklentileri de daha basit olabiliyor. Haliyle çocuklar daha küçük şeylerle mutlu olabiliyor. Buna sorumlulukların azlığını da eklemek gerek. Sonra yavaş yavaş hayaller hem azalıyor hem de büyüyor. Sorumluluklar artıyor. Artan sorumluluklara büyüdükçe yükselen sorumluluk bilinci de eklenince insan bir noktada kendini yüklendiği sorumlulukların altında ezilir halde bulabiliyor. İtiraf etmem gerekiyor ki umursamaz olabilmem bu noktada işime yaramıştır. Ancak umursamazlığımın ancak beni boğulmaktan kurtaracak kadar olduğunu da belirtmek gerek.

Ve hayatın gerçekleri... Yaşamın sizi sürüklediği yer... Karşınıza çıkardığı insanlar... Sağladığı iş... Sunduğu konfor...

Eğer çocukluk hayalleri gerçek olsaydı Türkiye'de en az bir milyon pilot vardı şu an...
Olmadı mı?
Evet!
Neden?
Hayat!

Aslında işin özeti bu! Yaş ilerleyince bir şekilde hayat insanı bir noktaya getiriyor. Mutluluk seviyeniz aslında olmak istediğiniz yer, sizin mutlu olmanız için en ideal yer (bu her zaman olmak istediğiniz yerle örtüşmeyebilir) ve hayatın size sunduğu, şu anda bulunduğunuz yer arasındaki uyuma bağlı. Burada yüksek bir uyum varsa mutlu bir insan olabilirsiniz. Yoksa mutlu bir insan olmanız oldukça zor.

Bu nedenle yaş ilerledikçe mutluluk oranı düşüyor olmalı. Mutlu olmasına imkan tanımayacak ölçüde ağır sorumluluklar (sorumlulukların ağırlığı da kişiden kişiye değişir), pek sevilmeyen bir iş, tatmin edici olmayan gelir seviyesi, işte ve özel hayatınızda uyum sağlamakta zorluk çektiğiniz ve pek çok defa kendinizden fedakarlık yapmanızı gerektiren sosyal çevre... Bu karışımın tümü ya da bir kısmı sizi mutsuz etmek için yeterli olabilir.

Şimdiye kadar anladığımız kadarıyla çocuklar ve gençler yani 18-20 yaş altı olanlar 20-30 yaş aralığındakilerden, daha mutlu. 30 yaş sonrasında mutluluk seviyesi iyice düşüyor sanırım. Bu yaş aralığı insanın neyi hedefledim ne buldum, ne istiyordum kim oldum gibi sorulara cevap bulması gereken bir yaş aralığı. Yani insanın kendi iç muhasebesini yaptığı yaşlar. Eğer hedefler ile gelinen nokta arasında bir uyum varsa mutlu olmak mümkün. Tabi hedefler hatalı konulmamışsa. Sonuçta insanlar kendine hedef koyarken her zaman en doğru kararı vermeyebiliyor. Üniversitede puanı tuttuğu için tıp okuyan ancak doktor yerine tiyatro oyuncusu ya da futbolcu olsa çok daha mutlu olacak olan insanlar yok mudur? Sanırım ne demek istediğim anlaşılmıştır.

Hedefler ile gelinen nokta arasında uyumsuzluk varsa ve hedefler doğru konulmuş ise kişinin mutlu olabilmesi için içinde bulunduğu durumu kabullenmesi gerekir. Bu herkes için aynı derecede kolay olabilen, hatta bazıları için mümkün olamayan bir durum. Eğer hedefler hatalı konmuş ve gelinen nokta kişiyi aslında mutlu edecek olan ideal yer ise bu kişiyi dünyanın en şanslı insanı ilan edebiliriz. "Avukat olmak istiyordum ama bir de baktım ki arkeolog olmuşum." diyen ve mesleğini severek icra eden biri varsa çok şanslı değil midir?

Burada mutlu olanların azınlıkta kaldığını belirtmek gerekiyor. Bir şekilde mutluyum diyenlerin de büyük bir bölümü içinde bulunduğu durumu kabullenmiş, kanıksamış kişilerdir.

40 ve 60 yaş aralığı aslında içsel olarak en durağan dönem. Bir tür yaşlılığa hazırlık dönemi. İnsanların kendinden ziyade ailesi ve çocukları ile uğraştığı bir yandan da yaşlılığa hazırlandığı dönem. Köyünde ev yaptırmak, emekli olunca ne yapacağını, nerede yaşayacağını planlamak gibi şeyler insanların zihnini doldurmaya başlar.

60 yaş sonrası artık çocuklar genellikle çocuklar okula gitmiş, iş güç sahibi olmuş ve evlenmiş kendi yuvasını kurmuştur. E bundan sonra emekli olunacak. Koca ve zorlu bir hayat yaşandı. İş güç derdi bitti. Kıt kanaat geçinildi belki ama emekli olunca kira ödemeden oturulacak bir ev sahibi olundu. Artık torunlarla oynanacak, kitaplar okunacak, arkadaşlarla çene çalınacak. Belki bir iki hobi edinilecek. Tamam emekli maaşı öyle Japon'lar gibi boynuna DSLR fotoğraf makinesi asıp o ülke senin bu ülke benim gezmeyi bırak yaşanılan şehirde bile sağa sola giderken hesap kitap yaptıracak kadar düşük olabilir ama yine de keyif alınan şeyler için yeterli zaman olacak. Üstelik bu yaşlar insanın zamanın büyük bölümünü sadece kendine ayırabildiği zamanlar. Sonuç olarak unutulması zor ve hatta bazen imkansız büyük acılar yaşanmamış ise huzur ve mutluluğun artacağı bir dönem. Aslında yaşlılarda mutluluk seviyesinin artması azalan sorumluluklarla da ilgili olmalı. Tabi sağlık problemleri ile uğraşılacaktır. Tıbbın tüm dallarının yaşanarak öğrenildiği bir dönemden söz ediyoruz. Ancak yaşlılıkta mutluluk seviyesi artsa da çocukluktaki seviyeye ulaşabilmesi pek mümkün olmasa gerek. O yaşa gelirsek bizzat deneyimleyerek öğreneceğiz elbette.

Netice olarak insan hayatını her iki haznesi eşit büyüklükte olmayan bir kum saatine benzetebiliriz. Çocukluk dönemi büyük hazne, gençlik sonrası ve orta yaşlar aradaki dar bölüm, yaşlılık ise çocukluğa göre oldukça küçük olsa da yine de bir hazne olan bir kum saati hayal edelim. Güzel bir örnek oldu sanırım.

Belirsiz bir tarihte paylaşacağım bir sonraki yazıma kadar hoşçakalın.

Not: İnternette gördüğüm grafikler benim ifade ettiğim yaş aralıklarının pek isabetsiz olduğunu gösteriyor. Bununla birlikte genel mantığın çok da yanlış olmadığını düşünmekteyim.