6 Mart 2012 Salı

AB İle Vize Sorunu Çözülürse ?

AB ülkelerinin hemen hiç biri Türkiye'ye vize vermeye pek gönüllü değil. Bu ülkelerde yaşayan hümanist ve demokrat tavırları ile ön plana çıkan çeşitli liderler tarafından vizelerin kalkması ve Türkiye'nin AB'ye tam üye olması yönünde demeçler verilse de, AB ülkelerinin çoğunluğu buna pek sıcak bakmıyor gibi görünüyor. Hele de uzun süredir pençesinden kurtulamadıkları ekonomik kriz nedeniyle böyle bir şeye sıcak bakmalarını düşünmek biraz saflık olacaktır kanaatindeyim.

AB Türkiye'ye uyguladığı vizeyi kaldırmaya ve Türkiye'nin tam üyeliğine sıcak bakmayadusun, Türk halkı da AB'ne artık eskisi kadar sıcak bakmamaya başladı. Bir tür olmaz ise olmasın tavrı var denilebilir. Bu tavır hiç de haksız değildir, uzun yıllardır yılan hikayesine dönen müzakere süreci Türk halkında bir bıkkınlık oluşturdu doğal olarak. Ancak tek neden bu değil.

Genel olarak işsizliğin yüksek olduğu ülkemizde, iş bulmakta zorluk çeken ve işsizler ordusunun en büyük bölümünü oluşturan ve bu orduya katılmaya aday olan genç nesil, AB üyeliğini ve vizelerin kalkmasını bir umut ışığı olarak görmekteydi. Bu tür sorunlarla pek boğuşmayan batıya gitmek, orada bir iş bulmak ve mutlu mesut yaşamak istiyorlardı. Ancak 2008 yılında ABD'de patlak veren Mortgage krizinin ardından krize giren AB bir türlü toparlanamadı. AB ülkelerinde pek çok büyük şirket ya battı ya batma noktasına geldi. Güçlü ekonomileri ile övünen pek çok ülke kemer sıkma politikalarına sarıldı. İşsizlik bu ülkelerde çığ gibi büyümeye başladı. Genç ve nitelikli işgücüne ihtiyaç duyan ve bu konuda en büyük kaynak olarak da yetişmiş Türk gençliğinden faydalanacağı öngörülen AB ülkelerinin pek çoğunda işsizlik şu anda ülkemizde olduğundan çok daba büyük bir problem. Haliyle AB ülkeler göçmen kabul etme konusunda artık hiç de istekli değiller. Aynı zamanda genç Türk nesli de, Avrupaya gidince iş bulabileceğinden artık pek ümitli değil.

Türkiye AB üyesi olursa ne olurun analizi çok daha detaylı olarak yapılmalıdır. Çünkü böyle bir katılımın analizinde askeri, politik, ekonomik, kültürel ve sosyal etkenler gibi pek çok etken değerlendirilmelidir. Ancak vizeler kalkar ise ne olur sorusuna şu anda verilebilecek en doğru yanıt, "Avrupaya kolayca gider, gezer tozar sonra da tıpış tıpış döneriz" şeklindedir sanırım.

2008 krizi dünyadaki güçlerin değişimini tetikledi. Artık 20. yy'ın güçlü ülkeleri zayıflamaya başladı ve 20. yy'ın esamesi okunmayan ülkelerinin yıldızı parlamaya başladı. Ne mutlu ki ülkemiz de yıldızı parlayan bu ülkeler arasında yer alıyor. Ancak " Brightest flame burns quickest " diye bir şarkı sözü aklıma geldi. Tercüme konusunda iyi değilim ancak bu cümle ile ifade edilmek isteneni Türkçe söylemek istersem, alevi parlak olan çabuk söner derim sanırım. Ülkemizin ekonomik durumunda da çanlar çalmaya başlayalı uzun zaman oldu. Umarım ilgililer bir an önce bu çanlara kulak kabartırlar da, bizim parlayan umudumuz ve yakaladığımız bu fırsat yanlış politikalar yüzünden heba edilmez.

Deprem Bölgelerine Prefabrik Evler Çözüm Olabilir Mi?

Prefabrik Ev
Kütük Ev ( prefabrik)



Bir deprem ülkesi olan ülkemizdeki binaların yapı kalitesinin içinde bulunduğu vahim duruma acil bir şekilde çözüm bulmak zorundayız. En son Van depremi bu gerçeği bir tokat gibi yüzümüze vurdu. Ancak kolay unutan bir millet olduğumuzdan, medyada deprem ile ilgili haberler azaldığında halkın konuya ilgisi azalıyor. Önceliği halkın öncelikle önem verdiği konularda bir şeyler yaparak halkın takdirini ve oyunu kazanmak olan her kademedeki seçilmişler de, deprem gündemde olduğu sürece bu konuda ardı ardına ortaya projeler atıyor ancak deprem gündemden düşer düşmez bu projeler de rafa kalkıyor. Bu nedenle millet olarak deprem gerçeğini gündemimizden hiç düşürmemeli ve önceliklerimiz arasında her zaman ön planda tutmalıyız. Çünkü depremin ne zaman olacağını bilmiyoruz ve gün geliyor pusuya yatmış bir düşman gibi, hiç ummadığımız bir anda hayatımızı yıkabiliyor.

Kalas Ev ( Prefabrik )
Depreme karşı güvenli binalar yapma konusunda sınıfta kaldığımız ortada. Özellikle doğru düzgün temeli bile bulunmayan kerpiç ve taş yapıların yoğun bulunduğu bölgelerde durum çok ciddi. Ülkemizin inşaat denilince ilk akla gelen ismi olan sayın Ali Ağaoğlu da, zamanında binalarda kalitesiz malzeme kullandığını bizzat itiraf ederek büyük bir medeni cesaret gösterdi ve aslında bu itiraf asıl durumun sanıldığından da kötü olabileceğine işaret ediyor olabilir.

Çelik Konstrüksiyon Prefabrik Ev
Büyük şehirlerde arsalar çok değerli olduğundan insanlar çok katlı bina yapma eğiliminde olur. New York City'deki meşhur Manhattan Adası bu nedenle gökdelenlerle dolmuştur. İstanbul ve Bursa gibi deprem bölgesinde yer alan büyük şehirlerde çok katlı binaların yapılmasının önüne geçilemez ancak Japonların yaptığı gibi bu binaları en şiddetli depremlere karşı bile emniyetli halde yapılmasını sağlamak mümkündür.

Prefabrik Ev
Ancak büyük bir kısmı büyük oranda deprem riski taşıyan yurdumuzun pek çok bölgesinde, özellikle de kırsal yerleşim yerlerinde depereme karşı güvenli binalar olarak Prefabrik evler uygun bir alternatif olabilirler. Prefabrik evler, ister çelik konstrüksiyon olsun ister kütük ev ya da kalas ev formunda olsun, depreme karşı oldukça yüksek bir dirence sahiptir. Aynı zamanda betonarme yapılardaki o kutu gibi, estetikten uzak görüntüden tamamıyla uzak, aksine son derecede estetik evlerdir.

Prefabrik Ev
Prefabrik evlerin bir avantajı da inşaat sürelerinin aylarla değil günlerle belirlenecek kadar kısa olmasıdır. Bu evlerde de bir temel gerekir ve prefabrik evin bağlanacağı bir zemin betonunun dökülmesi gerekir. Ev bu beton zemin üzerine bağlanır. Gerek çelik gerekse kütük ve kalas evlerde kullanılan ahşap malzemeler, betona göre son derecede yüksek elastikiyete sahip olmaları nedeniyle, deprem anında kolay kolay yıkılmazlar.

Prefabrik Ev
Çok kısa sürelerde inşaa edilebilmeleri, Van'da depremde yıkılmış ya da oturulamayacak kadar zarar görmüş binaların yerine kısa sürede yeni binaların yapılabilmesini de olanaklı kılması açısından da oldukça önemlidir. Ayrıca burada sözünü ettiğimiz prefabrik evler, depremzedelere verilen konteyner evler gibi değiller elbette. Konteyner evler de her ne kadar bir prefabrik ev türü olsalar da, bu tür evler daha çok deprem gibi doğal afetlerde afetzedelerin barınma ihtiyaçlarını gidermek, şantiyelerde, maden ocaklarında vb yerlerde personele kalacak yer sağlamak gibi amaçlarla kullanılırlar.

Görece yüksek maliyete ve inşaat süresine sahip betanarme binalar karşısında ucuz prefabrik ev fiyatları dikkat çeken bir unsur iken, kısa inşaat süreleri de Van'da evini kaybetmiş yurttaşlarımızın yeni bir ev ihtiyacını kısa sürede karşılayabilir. Üstelik bu evler son derecede estetik bir tasarıma ve modern bir mimariye sahipler. Aynı zamanda son derecede sağlıklılar. Bu konuda belki devletimiz de çeşitli yollarla teşvikler sunabilir.

Van gibi ülkemizin güzel bir köşesini yıkan depremden sonra, kutu gibi, estetikten uzak beton binalar dikmetense, depreme dayanıklı, uygun maliyetli, modern ve estetik bir tasarımı olan prefabrik evler teşvik edilmelidir diye düşünüyorum. Ancak pek çok deprem uzmanın da dediği gibi, deprem öldürmez, bina öldürür. Bir bina deprem anında yıkılmasa dahi, devrilen eşyalar, elektrik ve doğalgaz kaçakları gibi nedenlerle tehlikeli olabilir. Bu da depreme karşı evde alınacak önlemlerini iyi belirlenmesi ve bir deprem ülkesi olan yurdumuzda herkesçe iyi öğrenilmesi ve uygulanması gerektiğini gösteriyor. 




5 Mart 2012 Pazartesi

Annecim Türkler Geliyor!

Tüm avrupalılara kök söktürmüş, korkudan tir tir titretmiş olan atalarımız yüzünden Avrupalılar halen " Annecim Türkler Geliyor!" ifadesini zaman zaman kullanırlar. E, o zaman düşman olduğumuzdan ve bu düşmanlık tarih boyunca kanlarına ve bu ifade gibi dillerine, kültürlerine işlediğinden, bize pek dost olarak bakamazlar. Bunlar bilinen bir gerçek. Tabi hepsi için geçerli değil ancak " old habits die hard ", yani eski alışkanlıklar zor ölür. Halen geçmişin izleri batı toplumları üzerinde etkilidir.

İçinde bulunduğumuz teknoloji çağında da, sanal ortamda sıklıkla vakit geçiren insanlar arasında " Annecim Türkler Geliyor! " yaygın bir ifade midir tam bilmiyorum ama, üç aşağı beş yukarı buna benzer bir  durum var. Üstelik bizzat kendim çokça gözlemlediğim için bunu net bir şekilde biliyorum.

Çeşitli nedenlerle dünyanın çeşitli noktalarında yaşayan insanlarla iletişim halindeyimdir. Eskiden beri Skype kullananlar bilir, eskiden Skype'ın SkypeCast denilen bir servisi vardı. Burada bir konu açıp dünyanın çeşitli yerlerinden gelen insanlarla o konuyu tartışabiliyordunuz. SkypeCast'ler çevrimiçi toplantı için de güzel bir platform olduğundan sıklıkla kullanır ve arada diğer castlere girerek dünyada kimler neler düşünüyor neler tartışıyor göz atardım. Sonra Skype bu servisini devre dışı bıraktı. Belki de Türkler yüzünden. SkypeCast'ler güzel ortamlardı ve halen eksikliğini duyarım. Çevrimiçi toplantılar için başka platformlar bulmakta zorlanmadım ancak castlerin özgür tartışma ortamından yoksun kaldım. Aynı zamanda bu castler bu gavurların biz Türkler'den neden hoşlanmadığını da gözlemleme yol açmıştır.

Önce bu gözlemlerimden biraz sizlere söz edeyim.
Skype

SkypeCast'lerde sürü halinde gezen abazan Türk grupları vardı ve bir Cast'i yani tartışma odasını işgal ettiklerinde muhabbetin de içine ediyorlardı. O kadar abazaydılar ki, Türban takıp dar pantolon giyip suratına bir daireye yetecek kadar boya sürüp sokakta gezen kadınlarımızdan ve kızlarımızdan kat kat tutucu olan katolik kadınlara mide bulandırıcı seviyesizlikle saldırırcasına sarkıyorlardı. Onlara göre her yabancı kadın fahişe idi. Pek çok seviyeli bir şekilde belli bir konuda fikir alışverişinde bulunulan Cast'lerin nasıl dağıtıldığını içim acıyarak görmüşümdür. Dahası bu yaratıklardan bir tanesinin bile amacına bir kez olsun ulaşabildiğinden şüphe duymaktayım. İngilizce ya da bir başka yabancı dili konuşabilecek kadar olsun bilseler en azından... Fransıca tartışma olan bir Cast'e girip, " No ingiliş, Türkiş Türkiş! " diyen acınası insanlar gördüm ben.
Çevrimiçi Toplantı

Bu durumun böyle olmadığını başka platformlarda da gözlemledim ve aynı zamanda pek çok arkadaşım tarafından bu tür gözlemlerin varlığını gözlemlediklerini biliyorum. Kısacası böyle bir çürümüş kesimimiz var ve sanal ortamdaki davranışları ile tüm Türkleri lekelemektedirler. Pek çok defa, SkypeCast'lerde Türk olduğumu görenler tarafından söz söylememe imkan verilmeden odadan uzaklaştırılmışlığım da vardır. İlk başlarda nedenini anlamamıştım ancak zamanla farkettim ki, bana yapılan tamamen kurulan tartışma ortamının selameti için alınan bir tedbirdi ve kurunun yanında yaş da yanıyordu. Hak vermedim değil. Bu tür davranışlar halen daha devam ediyor. Rusya'dan bir kadın ile belli bir konuda iş görüşmesi yapacaktım. Türk olduğumu öğrendikten sonra çekip gitmesini engellemek için bayağı bir çaba sarf etmem gerekmişti. Buna benzer örnekleri çok defa görmekteyim. Bu ne iğrençlik, bu ne sapıklık, bu ne sapkınlık...

Sanal alemde Türk görünce insanlar " Annecim Türkler geliyor! " diye kaçıyor adeta. Üstelik bunda Türklere karşı tarihten gelen korkularından ya da Türklere kin güttüklerinden çok, çağımız gençlerinin sapıklıklarından korunmak istemeleri en büyük etken.

Helal olsun sana Türk Gençliği...

3 Mart 2012 Cumartesi

İnsanın Kendini Tanıma Sorunsalı

İnsanlar yeryüzünde yürümeye başladıkları ilk günden itibaren kendilerini tanımaya çalışmışlardır dersek yalan olur büyük ihtimalle. Çünkü öncelik çevre olmalı. Hayatta kalmak için insanlar büyük olasılıkla çevrelerinde ne olup bittiğini, neyin ne olduğunu sorgulamış, deneyimlemiş ve öğrenmiştir. Bu sayede olumsuz hava koşullarından ve yırtıcılardan korunma yollarını bulup, yiyecek bulma problemini çözebilmişlerdir. Ancak insanlar kendilerini güvende ve tok hissettiklerinde akıllarına şu soru gelmiştir " Ben neyim? ".
Çeşitli İnançların Sembolleri

Tarih insanların kendilerini bulma arayışıdır denilebilir. Tüm bilimler ve felsefi akımlar insanların kendilerini bulma uğraşları sonucu doğmuştur. Hatta dinlerin de temelinde bu ihtiyaç vardır. Din adamları insanların inanmak için bir tanrıya ihtiyaçları olduğunu ve aslında ateistlerin bile bir insanca sahip olduklarını iddia ederler. Aslında Tanrı kavramının varlığı insanların kendi varlıklarına bir anlam vermeleri konusunda yardımcı olur. Kendi varlığına bir anlam arayan insanların büyük bölümü, bu anlamı dinlerde bulur. İnsanların pek azı dinlerin verdiği anlamın ötesini kurcalayabilecek kadar meraklı, inatçı, azimli ve korkusuzdur. Burada özellikle korkusuzdur ifadesinin altını çizmek istiyorum. Burada korkusuz olmak, dini inançlara aykırı düşünceler ve söylemler üreterek toplumun tepkisini çekmekten duyulabilecek korkuya sahip olmama değil, din sayesinde insan varlığının kazandığı anlam da yitirip, varlığının anlamsızlaşması tehlikesinden korkmamaktır.

Tarih boyunca düşünürler kendi varlıklarına bir anlam aradılar. Yaşıyor olmanın, nefes alıyor olmanın bir anlamı olmalıydı. Doğada insan dışında hiçbir varlık kendi varlığının anlamını sorgulamaz. Onlar dünyaya çeşitli görevlerle programlanarak gelmiş organik robotlardır. İnsanlar da diğer canlılar ile ortak çeşitli programlara sahiptir. Bunlara içgüdü ya da dürtü diyebilirsiniz. Ancak insanların programı diğer canlılar gibi değildir. İnsanlar kendi programları üzerinde değişiklik yapabilir, farklı amaçlar edinebilir ve farklı davranabilirler. Bu hem büyük bir ödül, hem de ağır bir yüktür.

Cehalet mutluluktur. Çünkü insanlar öğrendiği her bilgi ile birlikte aslında bilmedikleri pek çok yeni şeyin var olduğunu da öğrenirler. Bu da bir insan ne kadar çok şey biliyorsa, bildiklerinden kat kat daha fazla şeyi bilmediğini de biliyor demektir. Yani insanların tek öğrendiği aslında ne kadar az şey bildiğidir. Ne kadar çok şey bilirseniz, henüz bilmediğiniz ama bilebileceğiniz o kadar çok şeyin var olduğunu öğrenirsiniz ve bu insana ne kadar cahil olduğunu gösterir. Salt bu nedenle az şey bilenler çok şey bildiğini sanırken, çok şey bilenler aslında ne kadar az şey bildiklerini öğrendiklerinden, kendilerini o kadar cahil hisseder.

Cehalet mutluluktür çünkü çok şey bildiğini sanan cahillerde yeni birşeyler öğrenme arzusu o kadar gelişmiş değildir. Onlar pek çok şeyi sorgulamazlar hatta sorgulayanları, bildikleri yanlışları yüzlerine vuranları yalancılıklar suçlarlar. Malesef ki bu tür insanlar tüm dünyada çoğnuluğu oluştururlar. Bulundukları halde mutludurlar ve kimsenin rahatlarını bozmasını istemezler. Ancak çok şey bilenler cahil olduklarının farkında olduklarından o kadar çok merak sahibidirler. Anlamak, kavramak, öğrenmek için sürekli bir çaba içindedirler. Huzursuz ve mutsuzdurlar. Bu çabaları da onları daha çok mutsuzluğa, daha çok huzursuzluğa götürmekten öte geçmez.

İnsan varlığına bir anlam ararken kendini kaybedebilir. Ancak varlığına bir anlam aramayan insan, kendini bulmuş bile değildir. Bir kovandaki herhangi bir işçi arıdan ya da bir yuvadaki karıncadan pek de farkı yoktur. Doğadaki diğer canlılardan daha değerli birşeyler yapmaz. Onlar gibi doğar, büyür, ürer ve ölür. Bu dünyada kalıcı olarak tek yaptığı şey ( onu da yaptıysa ) neslini devam ettirmektir. Bunun dışında yaşamına ve varlığına alam katacak hiçbir değeri yoktur. İstediği kadar zengin ya da fakir olsun, istediği kadar toplum önünde saygınlığı olsun, istediği kadar büyük bir makamı meşgul ediyor olsun varlığının pek bir anlamı yoktur.

Varlığına bir anlam arayan insanlar sayesinde bugüne kadar geldik. Ancak ilk insandan beri kat ettiğimiz yol bir arpa boyu bile değildir. Çünkü öğrendiğimiz her bir yeni şey ile, aslında bilmediğimiz yeni onlarca şeyin daha varlığından haberdar oluyoruz. Yani aslında insan, kendini arayış yolunda ileri doğru değil, geri geri gitmektedir.