Gençlerin değerini bilmek ve gençlere değer vermek herkesin başarabildiği bir şey değil. Atatürk bu konuda çok önemli bir istisna olarak karşımızda duruyor. Atatürk'ün gençlere hitaben sözlerini anımsatmaya gerek dahi görmüyorum çünkü Atatürk'ün gençliğe hitabesi bile tek başına bu konuda yeterli.
Kültürümüzde gençlerin toplumda yerinde bir gerileme bulunuyor. Geçler hayat tecrübesi az, henüz daha hayatı tatmamış, neyin ne olduğunu bilmeyen cahil kişiler olarak algılanıyor. Bunun üstüne anneler babalar gençlerin kendilerine karşı sorumluluklarını artık çok daha net vurguluyor. Oysa burada bir miktar abartı vardır. Anne baba bir gencin gelişiminde büyük sorumluluk sahibidir. Özellikle okuyan gençlerin ağır eğitim masraflarının altından kalkabilmek için çok fazla ödün vermekte, pek çok lüksünden vazgeçmekte, büyük fedakarlıklar yapmaktadırlar. Ancak bunula birlikte dünyaya bir çocuk getirmiş olmak da zaten belli bir sorumluluğu gönüllü olarak yüklenmek demek değil midir? Gönüllü olarak yüklenilen böyle bir sorumluluktan dolayı gençlerin omuzlarına hak etmedikleri bir yükü bindirmek insaflı mıdır? Gençlerin elbette anne ve babalarına karşı sorumlulukları vardır. Ancak anne ve babalar gençlerden daha fazlasını beklemelidirler.
Özellikle yüksek öğrenim gören gençler hayata karşı daha farklı açılardan bakabilme yeteneği kazanarak yaşam karşısında daha gelişmiş bir farkındalığa sahip olurlar. Hayat tecrübeleri büyükler kadar engin olmasa da, büyüklerin düşündükleri kadar da cahil değildirler. Üstelik sorumluluklarının da bilincindedirler. Ancak anneler ve babalar için çocukları hiç büyümez. Onlar hep korunması, kollanması gereken kişilerdir. Gençler okumalı, okumalı ve okumalıdır. Etliye sütlüye karışmamalı, kitaplara eğilmeli, sınavlara girmeli, yüksek notlar almalı, başarılı olmalı, iyi bir iş sahibi olmalı, evlenmeli ve çocuk sahibi olmalı ki anne baba torun sevebilsin...
Tamam, bu gençler okuyacak ama ne için? Gençler sadece ders kitaplarını okumaz oysa. Felsefe kitaplarını da okurlar, tarih de okurlar, sanat da siyaset de okurlar. Okumakla kalmaz tartışırlar, fikir yarışı yaparlar kafa yorarlar. Oysa günümüzde gençlerden mutlak itaat bekleniyor. Bunları okuyan, tartışan, eleştiren, farklı düşünen, düşündüğünü ifade etmekten çekinmeyen, doğru bildiğini söyleyen gençler asi, zararlı, hatalı ve suçlu görülüyor. Okusun diye o kadar çok baskı yapılan gençlerden okumamış cahiller gibi davranmaları bekleniyor. Bu ne kadar mümkündür?
Gençler okusun, bilinçlensin, öğrensin ama bilmiyormuş gibi, cahilmiş gibi, kafası çalışmıyormuş gibi, düşünmüyormuş gibi davransın. Büyükler böyle istiyor ama, yok öyle yağma. Atatürk gençliği bilen, öğrenen, düşünen, eleştiren ve değiştiren bir gençlik olmak zorundandır ve olacaktır. Zorlukları aşmak için muhtaç olduğu kudretin nerede olduğunu da çok iyi bilmektedir.
BU DA BÖYLE BİLİNE!
24 Aralık 2012 Pazartesi
21 Aralık 2012 Cuma
Yaşam Ağrısı!
Yaşam ağrısı kolay geçen bir ağrı değildir. Nedeni yaşamın kendisidir, tüm muhteviyatı ile. İçinde acı vardır, hüzün vardır, keder vardır ama aynı zamanda neşe vardır, mutluluk vardır. Güzel olana doyumsuzluk ve dudakta bir parmak bal misali silinmiş hatırası eski sevgilinin dudaklarının. Kaybedilen arkadaşlar, sevilenler, aile bireyleri. Gurbete gidenler, dünya değiştirenler... Hepsi hepsi ve daha fazlası oluşturur yaşam ağrısını.
Yaşam ağrısı insanın sol yanına oturur. Ciğerler nefes alamaz, kalp kan pompalayamaz hale gelir. Boğazında düğümlenir tüm sözcüker. Söylesek neye yarar, söylemesek ne olur? Olan oldu, olacak olan olacak. Kaçarı yok bir zaman var bu dünyada bize ayrılan, yaşanacak.
Bir umut bekledik 13. baktunu. Güya kıyamet kopacaktı. Güya bu yaşam ağrısının yegane ilacı olan ölüm bizi saracaktı. Maya takvimi haksız çıktı. Belki bu yargıya ulaşmak için erken daha, ama kimin umurunda. Sol yanımda yaşam ağrısı, sıkıştırıp duruyor.
Hem düşünüyorum da, şimdiye kadark imse kıyamet kopunca ölmedi ki! İlk biz olacağız, ve son biz olacağız. Biz kıyamet kopar da olursa, bunu yaşayan yegan nesil olacağız. Önemli yani bu açıdan bakınca.
Şirince'yi dolduranlara şaşıyorum. İnsanlar var olmak istemeden var edildi ( ki yok olan var olmayı nasıl siter? ), muhtemel ki istemeden bu dünyaya gönderildi, bize hiç bir şey sorulmadı. Bana sorsalardı farklı bir ülkede, farklı bir coğrafyada yaşamak isteyebilirdim belki, belki istemezdim ama hiçbir konuda seçme hakkımız yoktu. Bize dayatılan bu hayata bu kadar bağlanmak? Anlamakta güçlük çekiyorum. Yokluk bana o kadar da korkunç gelmiyor.
Yaşam ağrısı insanın sol yanına oturur. Ciğerler nefes alamaz, kalp kan pompalayamaz hale gelir. Boğazında düğümlenir tüm sözcüker. Söylesek neye yarar, söylemesek ne olur? Olan oldu, olacak olan olacak. Kaçarı yok bir zaman var bu dünyada bize ayrılan, yaşanacak.
Bir umut bekledik 13. baktunu. Güya kıyamet kopacaktı. Güya bu yaşam ağrısının yegane ilacı olan ölüm bizi saracaktı. Maya takvimi haksız çıktı. Belki bu yargıya ulaşmak için erken daha, ama kimin umurunda. Sol yanımda yaşam ağrısı, sıkıştırıp duruyor.
Hem düşünüyorum da, şimdiye kadark imse kıyamet kopunca ölmedi ki! İlk biz olacağız, ve son biz olacağız. Biz kıyamet kopar da olursa, bunu yaşayan yegan nesil olacağız. Önemli yani bu açıdan bakınca.
Şirince'yi dolduranlara şaşıyorum. İnsanlar var olmak istemeden var edildi ( ki yok olan var olmayı nasıl siter? ), muhtemel ki istemeden bu dünyaya gönderildi, bize hiç bir şey sorulmadı. Bana sorsalardı farklı bir ülkede, farklı bir coğrafyada yaşamak isteyebilirdim belki, belki istemezdim ama hiçbir konuda seçme hakkımız yoktu. Bize dayatılan bu hayata bu kadar bağlanmak? Anlamakta güçlük çekiyorum. Yokluk bana o kadar da korkunç gelmiyor.
18 Aralık 2012 Salı
Son Cuma!
Maya'lar yüzlerce yıl önceden nereden bilebilirler kıyametin kopacağı tarihi? Belki gökten vahiy gemiştir. Sonuçta her kavme en azından bir peygamber gönderilmiştir ve bu durumda da Maya'lara da gönderilmiş olmalı. Belki o nedenle Avrupalı kaşifler Mayaları keşfettiğinde pek çok alanda Avrupadan ileri bir uygarlıkla karşılaştılar. Ancak Maya'lar ve diğer yeni dünya yerlileri pek savaşkan uygarlıklar olmasa gerek. Çünkü silah teknolojilerini ve savaş tekniklerini çok geliştirmemişlerdi.
21 Aralıkta Maya takvimi son buluyor. Bunu kimileri kıyametin kopacağı şeklinde yorumluyor kimileri de bunun önemli bir çağın sonuna işaret ettiğini belirtiyor. Her iki durumda da, eğer Maya takvimi gerçekten bir şeye işaret ediyor ise, önemli bir değişikliğin olacağı muhakkak. Kıyamet senaryosu insanları çok daha tedirgin ettiğinden ilgi çekse de iklim bilimciler ve astronomlar ikinci olasılığı daha mantıklı buluyor. Maya takvimindeki çağların büyük iklim değişiklikleri ile ilgili olduğunu düşünenler var. Yani bu Cuma, belki de küresel iklim değişikliğinin artık önlenemez noktaya ulaşmış olacağı tarihtir ve tüm etkileri hızlanarak devam edecektir.
Maya'lar astronomi başta olmak üzere pek çok alanda ileri bir uygarlıktı. Ancak böyle hassas bir konuda çok keskin bir tahmin yapmış olmaları zor, hesaplama yapmış olmaları -ne kadar ileri bir uygarlık olurlarsa olsunlar- çok daha zor. Ancak kıyametin kopacağı söylentisi bile pek çok insanı tedirgin etmeye yetiyor.
Din bilimciler kıyamet alametlerinin büyük ve küçük olmak üzere ikiye ayrıldığını belirtip, henüz en azından çoğuınun gerçekleşmediği konusunda hemfikirler ve bu anlamda müslümanların gönlü rahat. Bir de gaybı Allah'tan başka bilenin olamayacağı inancı var ki bu da Maya'ların takviminin bir anlam ifade etmediğine inancı perçinliyor. Ancak 21 Aralık, yani Maya takviminin sonlandığı tarih Cuma gününe denk geliyor. Kıyametin Cuma günü kopacağına inanan müslümanlar için bu kafada bir soru işareti uyandırabilir. Ama kopacaksa kopacak, elimizden bir şey gelmiyor, Cuma'yı beklenin dışında. Cumartesi sabah bu dünyada uyanabilirsek ve hayatımıza kaldığımız yerden devam edebilirsek kıyamet kopmadı demektir. Fazla düşünmeye gerek yok çünkü faydası yok.
Ben Maya takvimine inanıyor muyum?
Benim inanıp inanmadığım sizde bir merak uyandırıyor mu bilmiyorum ama, inansaydım şu anda bu yazıyı yazıyor olmazdım heralde. Ama kopmasını isterdim. Aşağıda bağlantısını verdiğim yazıda neden böyle düşündüğümü bulabilirsiniz.
21 Aralıkta Maya takvimi son buluyor. Bunu kimileri kıyametin kopacağı şeklinde yorumluyor kimileri de bunun önemli bir çağın sonuna işaret ettiğini belirtiyor. Her iki durumda da, eğer Maya takvimi gerçekten bir şeye işaret ediyor ise, önemli bir değişikliğin olacağı muhakkak. Kıyamet senaryosu insanları çok daha tedirgin ettiğinden ilgi çekse de iklim bilimciler ve astronomlar ikinci olasılığı daha mantıklı buluyor. Maya takvimindeki çağların büyük iklim değişiklikleri ile ilgili olduğunu düşünenler var. Yani bu Cuma, belki de küresel iklim değişikliğinin artık önlenemez noktaya ulaşmış olacağı tarihtir ve tüm etkileri hızlanarak devam edecektir.
Maya'lar astronomi başta olmak üzere pek çok alanda ileri bir uygarlıktı. Ancak böyle hassas bir konuda çok keskin bir tahmin yapmış olmaları zor, hesaplama yapmış olmaları -ne kadar ileri bir uygarlık olurlarsa olsunlar- çok daha zor. Ancak kıyametin kopacağı söylentisi bile pek çok insanı tedirgin etmeye yetiyor.
Din bilimciler kıyamet alametlerinin büyük ve küçük olmak üzere ikiye ayrıldığını belirtip, henüz en azından çoğuınun gerçekleşmediği konusunda hemfikirler ve bu anlamda müslümanların gönlü rahat. Bir de gaybı Allah'tan başka bilenin olamayacağı inancı var ki bu da Maya'ların takviminin bir anlam ifade etmediğine inancı perçinliyor. Ancak 21 Aralık, yani Maya takviminin sonlandığı tarih Cuma gününe denk geliyor. Kıyametin Cuma günü kopacağına inanan müslümanlar için bu kafada bir soru işareti uyandırabilir. Ama kopacaksa kopacak, elimizden bir şey gelmiyor, Cuma'yı beklenin dışında. Cumartesi sabah bu dünyada uyanabilirsek ve hayatımıza kaldığımız yerden devam edebilirsek kıyamet kopmadı demektir. Fazla düşünmeye gerek yok çünkü faydası yok.
Ben Maya takvimine inanıyor muyum?
Benim inanıp inanmadığım sizde bir merak uyandırıyor mu bilmiyorum ama, inansaydım şu anda bu yazıyı yazıyor olmazdım heralde. Ama kopmasını isterdim. Aşağıda bağlantısını verdiğim yazıda neden böyle düşündüğümü bulabilirsiniz.
2012 - Maya Takvimi ve Kopsa da Kopsak Dedirten Olaylar!
12 Aralık 2012 Çarşamba
Parasız Saadet Olmaz!
Bu yazıyı yazarken kısa da olsa bir literatür taraması yaparak çeşitli kaynaklar gösterebilmek isterdim ancak maalesef şu anda hangi kaynak olduğunu hatırlamadığım ancak güvenilir bir kaynak olduğunu temin edebileceğim bir kitapta yer alan bir bilimsel araştırmadan yola çıkarak bu yazıyı yazdığımı belirtmek isterim. O nedenle önce yazının içeriği, bilimsel araştırmanın niteliği ve sonucunda elde edilen veri hakkında bilgi verip üzerine yazımı inşaa etmek isterim.
Efendim, zamanın birinde bir gurup bilim adamı bizim "parayla saadet olmaz" özdeyişimizi doğrulayacak ya da çürütecek bir araştırmaya girişirler. Bizim özdeyişimizden birhaber olduklarından neredeyse emin olduğum bu bilim insanlarının yegane amacı ise para ile mutluluk arasındaki ilişkiyi ortaya koymaktır. İktisadi çalışmalarda çok moda olan ve oldukça da faydalı olan bir yöntemle işe başlarlar. İnsanları gelir gruplarına göre sınıflandırırlar. Sonra bu grupta yer alan insanlara mutlu olup olmadıklarını sorarlar. Bilimsel bir çalışma olduğundan örneklemin, yani söz konusu sorunun yöneltildiği kişi sayısının anlamlı seviyede büyük olduğunu kabul edebiliriz.Sonra da aldıkları cevapların analizini yapıyorlar ve şaşırtıcı olmayan bir tablo ile kaşılaşıyorlar.
Şimdi iki grafik çizelim. Birincisi insanların gelir durumunu gösteren bir grafik olsun. Haliyle bu grafik dikey bir şekilde belli bir açıyla ( ki bu açı tamamen bizim gelir grupları arasındaki gelir farkını tespit edişimize bağlıdır ) yükselen bir doğru şeklinde olacaktır. Tabi burada gelir grupları arasındaki farkın sabit alındığını varsaydık.
İkinci grafik ise bu gelir grubunda bulunan insanlardan mutluyum diyenlerin oranını gösteren grafik olsun. Grafiklerin ölçeklerinde basit ve grafiklerin anlamını bozmayacak derecede oynama yaparak üst üste bindirirsek belli bir noktaya kadar iki grafik arasında kuvvetli bir ilişki olduğunu görüyoruz. Yani insanların geliri arttıkça mutlu olduğunu ifade eden insanların oranı da yükseliyor. Yani para ile bal gibi saadet oluyor. Ancak belli bir eşik değer aşıldığında iki grafik arasındaki ilişki birden ortadan kayboluveriyor. Bu noktadan sonra insanların geliri artsa dahi mutluyum diyen insanların sayısında bir azalma görmek mümkün ve mutluyum diyen insanların oranını gösteren grafik dalgalı bir şekil seyrediyor. İşte bu iki grafik arasındaki ilişkinin sonlandığı nokta, para ile sağlanabilecek maksimum saadetin limitini de bizlere veriyor. O noktadan sonra daha fazla mutlu olmak için para dışındaki değişkenlerin önemi yükseliyor. Bu noktadan sonra insanların daha çok para kazanmaları onları daha çok mutlu etmiyor. Ancak bu tutar öyle az bir rakam değil. ABD için bu rakam yanlış hatırlamıyorsam yaklaşık 9200$ gibi bir rakamdı. Ülkemizde ise kapaca 6000 TL olarak tahmin edebiliriz. Bu rakamdan sonra gelir durumunun iyileşmesi mutluluk üzerinde bir etkiye sahip değil. Onun yerine kişisel huzur, işden tatmin, sosyal hayat, eş/partner uyumu, sağlık vb etkenler önemli.
Şimdi, halen para ile saadet olmaz diyor musunuz? Bir yere kadar diyebilirsiniz elbette. Bu çalışma ancak bir yere kadar para ile saadet olabildiğini gösteriyor. Ancak unutmamak gerek ki aynı zamanda parasız da saadetin olmayacağını resmen insanların yüzüne bir tokat gibi çarpıyor.
Efendim, zamanın birinde bir gurup bilim adamı bizim "parayla saadet olmaz" özdeyişimizi doğrulayacak ya da çürütecek bir araştırmaya girişirler. Bizim özdeyişimizden birhaber olduklarından neredeyse emin olduğum bu bilim insanlarının yegane amacı ise para ile mutluluk arasındaki ilişkiyi ortaya koymaktır. İktisadi çalışmalarda çok moda olan ve oldukça da faydalı olan bir yöntemle işe başlarlar. İnsanları gelir gruplarına göre sınıflandırırlar. Sonra bu grupta yer alan insanlara mutlu olup olmadıklarını sorarlar. Bilimsel bir çalışma olduğundan örneklemin, yani söz konusu sorunun yöneltildiği kişi sayısının anlamlı seviyede büyük olduğunu kabul edebiliriz.Sonra da aldıkları cevapların analizini yapıyorlar ve şaşırtıcı olmayan bir tablo ile kaşılaşıyorlar.
Şimdi iki grafik çizelim. Birincisi insanların gelir durumunu gösteren bir grafik olsun. Haliyle bu grafik dikey bir şekilde belli bir açıyla ( ki bu açı tamamen bizim gelir grupları arasındaki gelir farkını tespit edişimize bağlıdır ) yükselen bir doğru şeklinde olacaktır. Tabi burada gelir grupları arasındaki farkın sabit alındığını varsaydık.
İkinci grafik ise bu gelir grubunda bulunan insanlardan mutluyum diyenlerin oranını gösteren grafik olsun. Grafiklerin ölçeklerinde basit ve grafiklerin anlamını bozmayacak derecede oynama yaparak üst üste bindirirsek belli bir noktaya kadar iki grafik arasında kuvvetli bir ilişki olduğunu görüyoruz. Yani insanların geliri arttıkça mutlu olduğunu ifade eden insanların oranı da yükseliyor. Yani para ile bal gibi saadet oluyor. Ancak belli bir eşik değer aşıldığında iki grafik arasındaki ilişki birden ortadan kayboluveriyor. Bu noktadan sonra insanların geliri artsa dahi mutluyum diyen insanların sayısında bir azalma görmek mümkün ve mutluyum diyen insanların oranını gösteren grafik dalgalı bir şekil seyrediyor. İşte bu iki grafik arasındaki ilişkinin sonlandığı nokta, para ile sağlanabilecek maksimum saadetin limitini de bizlere veriyor. O noktadan sonra daha fazla mutlu olmak için para dışındaki değişkenlerin önemi yükseliyor. Bu noktadan sonra insanların daha çok para kazanmaları onları daha çok mutlu etmiyor. Ancak bu tutar öyle az bir rakam değil. ABD için bu rakam yanlış hatırlamıyorsam yaklaşık 9200$ gibi bir rakamdı. Ülkemizde ise kapaca 6000 TL olarak tahmin edebiliriz. Bu rakamdan sonra gelir durumunun iyileşmesi mutluluk üzerinde bir etkiye sahip değil. Onun yerine kişisel huzur, işden tatmin, sosyal hayat, eş/partner uyumu, sağlık vb etkenler önemli.
Şimdi, halen para ile saadet olmaz diyor musunuz? Bir yere kadar diyebilirsiniz elbette. Bu çalışma ancak bir yere kadar para ile saadet olabildiğini gösteriyor. Ancak unutmamak gerek ki aynı zamanda parasız da saadetin olmayacağını resmen insanların yüzüne bir tokat gibi çarpıyor.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)