10 Nisan 2015 Cuma

Türkçe Güçlü Bir Dil Değil Mi?

Bizler millet olarak kendimizi hemen her konuda üstün görmeye eğilimliyiz biraz. Özellikle bazı konularda kendimize toz kondurmayız. Ancak tuhaf bir şekilde, pek çok konuda da aşağılık kompleksimiz vardır. Çelişkiler yumağı bir milletiz.

Biraz örnek vermek gerekirse, en kahraman milletizdir. En cesur askerler bizim askerimizdir. Dünyanın en iyi pilotları bizim pilotlarımızdır. Dünyanın en iyi komandoları bordo berelilerimizdir. Dünyanın en güzel ülkesi elbette ki Türkiye'dir. Bu listeyi uzatmak çok kolay ama gerek yok. Herkes biliyor söylenecekleri nasıl olsa.

Tüm bunlara itiraz ediyor değilim. Pek çoğuna ben de katılıyorum. Katılmadıklarıma da kısmen, en olmasa bile enlerden biri derim. O kadar iddialı olmasam da, toz da kondurmam hani. Eeee. Sonuçta ben de bu ülkede doğdum büyüdüm ve yaşıyorum. Mars'tan gelmedim ya...Kaptık birşeyler, iyi, kötü.

Türkçe'miz için de benzer bir durum söz konusu. Dünyanın en güzel dili deriz. Anlatım gücü çok yüksek deriz. Dünyanın en köklü dillerinden biri deriz. Bu listeyi de uzatabilirim ama, yine gereksiz bir uğraş olur.

Türkçe gerçekten dünyanın en eski dillerinden biridir. Bunu söylemek için ne tarihçi ne de filolog olmaya gerek yok. Biraz okuyan, araştıran herkes bunu bilir. Dilimiz özellikle söz sanatları konusunda çok güçlü bir dil. Bunu kabul etmek gerek. Tam bir şiir dili. Özellikle ünlü uyumunun getirdiği ahenk Türkçe'nin şiirsel bir dil olmasına büyük katkı sağlıyor. Ancak bana göre anlatım gücünde bazı sıkıntılar var.

Türkçe biraz damıtılmış bir dil. Öyle ki, açıklamak için sayfalar dolusu kitap yazılabilecek sözler söylemek mümkün. Üstelik bu damıtılmış hal günlük konuşma dilinde de kendini gösteriyor. Dilimiz için sakız gibi, nereye çeksen uzuyor benzetmesi de bundan kaynaklanıyor. Türkçe kurulan tümceler o kadar çok anlam içeriyor ki, muhatap olan kişi neresinden isterse orasından anlayabiliyor. Bu anlatım gücü şiir yazıyorsanız çok işinize yarayabilir. Ama bir anlam kargaşası yaratabildiği de bir gerçek.

Türkçe konuşurken söyledikleriniz farklı farklı anlaşılabiliyor. Bu az sözle çok şey anlatmanıza imkan verirken, bir yandan da kendinizi açık ve seçik şekilde ifade etmenizi zorlaştırıyor. Tam olarak ifade etmek istediğiniz şeyleri ifade edemeyebiliyorsunuz.

Kelime hazinesi bakımından Türkçe'nin biraz fakir oluşunun da bunda katkısı büyük. Yanılmıyorsam en geniş kapsamlı Türkçe sözlükte 80 bin civarı sözcük bulunuyor. İngilizce sözlük bunun neredeyse 10 katına sahip. Günlük konuşma dilinde kullanılan kelime sayısı ise bizde sanırım 150-160 iken ingilizcede 500-600 arası. Ne kadar az sözcük kullanıyorsak o kadar az kavram, o kadar az detay ifade ediyoruz demektir. Asıl sıkıntı da burada zaten.

Az sayıda kavrama sahip olmak düşünme yeteneğimizi de sınırlıyor. Detaylı düşünemiyor, derine inemiyoruz. Kavramlar birbirine karışıyor, ayrıntılar yok oluyor. Türkçe'de her zaman puslu cümleler kuruyoruz. Pek çok dilde konuşan biri fotoğraf netliğinde anlatmak istediğini resmedebilirken, biz empresyonist bir tablo çizmekten öte gidemiyoruz.Haliyle ne kendimizi açık ve net bir şekilde ifade edebiliyoruz ne de başkalarını açık ve net bir şekilde anlayabiliyoruz.

Sık sık İngilizce'den Türkçe'ye ve zaman zaman da Türkçe'den İngilizce'ye çeviri yapan biri olarak iki dil arasındaki anlatım gücü farkını yakından gözlemleyen biriyim. Hemen her çeviride karşıma Türkçe'de ifade edilemeyecek bir kavram çıkıyor. Türkçe'de İngilizce'ye çevirilerde ise özel deyişler dışında böyle bir durum yaşamak neredeyse imkansız.

Belki de benim Türkçe'ye yeterince hakim olmamam söz konusu olabilir. Ancak Türkçe'ye benden daha hakim kaç kişi var ki?

Türkçe'de tanımlanmamış çok fazla kavram var. Detaya inilmemiş, üstünkörü tanımlanmış. Bir metaforla örneklersek, karpuz denilmiş ama içindeki çekirdekler tanımsız. Çekirdeği ifade edemiyorsunuz, karpuz demekle yetinmek zorunda kalıyorsunuz. Çekirdeği ifade edememek bir yana, algılayamıyorsunuz da. Algılasanız da tanımlayamadığınızdan tıkanıyorsunuz. Kısaca Türkçe düşünmek için uygun bir dil değil. Net tanımlardan, betimlemelerden uzak, sezgisel, sisli bir dünya. Ve bu dünyada pek çok şeyi net olarak anlamak, kavramak, tanımlamak, algılamak mümkün olmuyor. Bu nedenle bizler ikinci hatta üçüncü bir yabancı dili çok iyi derecede öğrenmeliyiz. Aksi halde çağın gerektirdiği şekilde düşünemeyen insanlar olmaktan kurtulamayız.

Tabi ki benim yazdıklarıma şiddetle karşı çıkanlar olacaktır. Ancak partizanca Türkçe'yi körü körüne savunmak, Türkçe'yi olduğundan daha güçlü bir dil yapmaz.


7 Nisan 2015 Salı

Dört Hak Mezhep - Pardon?

Yandaki kitabı biri dağıtmış bedava çalıştığım kurumda. Daha kapağını bile açmadım, hatta elime dahi almadım. Zaten "Dört Hak Mezhep" diyen bir kitabın kapağını açmaya gerek dahi yoktur.

MEZHEP TDK'ya göre bir dinin görüş, yorum ve anlayış ayrılıkları sebebiyle ortaya çıkan kollarından her biri. Anlayış, görüş, öğreti demek.

Peki bir dinde görüş, yorum ve anlayış ayrılığı olabilir mi? Normları olmayan din için geçerli. Örneğin matematik normatif bir bilimdir ve doğruları tartışmasız doğru, yanlışları tartışmasız yanlıştır. Ancak teolojide doğrular ve yanlışlar her zaman puslu bir sınırla ayrılır. Doğru nerede biter yanlış nerede  başlar, çoğu zaman kesinliği yoktur.

İstisasız tüm dinler dünyada toplum hayatını düzenleyen kurallarla doludur.Yalan söylemeyeceksin, cinayet işlemeyeceksin, çalmayacaksın vb. Bunların doğruluğunu ve yanlışlığını tespit etmek için din kitabına bakmaya gerek yoktur.

Peki mezhepler gerçek bir yorum farkından mı kaynaklanıyor? Bu konuda çok şey söyleyecek, olayın derinine inecek kadar konuya vakıf değilim. Ancak bu aklımı kullanıp mantık yürütmeme de mani değil.

Hak'kın yolu bir ise, ortada yorumlanacak, farklı düşünülecek ve değerlendirilecek bir hususun olmaması gerekir. Eğer ki böyle bir husus varsa, Hak'ın yolunda olmaması gerekir. Yani dine sonradan eklenmiş olmalıdır. Çünkü bir olan, tek olan, farklı şekilde yorumlanamaz.

Bugün ise çok sayıda mezhep var. Peki bunun neden sadece dördü hak? Diğerleri neden hak değil? Kim, neye göre bir mezhebi hak veya hak olmayan olarak değerlendirebilir? Böyle bir değerlendirmede bulunabilecek yeterliliğin ölçütü nedir? Herhalde dinin kaynağı Tanrı, elçisi peygamber ise, bir mezhebin hak olup olmadığına karar verebilmek için en azından peygamber olunması gerekmez mi? Ola ki biri böyle bir değerlendirmede bulunup bazı mezhepleri hak diğerlerini de hak olmayan olarak ilan etmiş olsun (ki olan bu), ya hak dediği yol mezhep yanlış, hak saymadığı doğru ise? Neye göre kime göre?

Biraz önce dedik, Hak'kın yolu bir. O halde dört mezhep nasıl olabiliyor? Eğer ki bu dört mezhep hak ise, bazıları diğererine göre daha fazla hak olabilir. Ya da en azından böyle bir iddiada bulunulabilir. Benim mezhep en Hak olan diyen çıkabilir. Aynı anda bu dört mezhep de hak ise, zaten ortada dört farklı mezhep değil, bir mezhep vardır, dördü de birdir. Peki o zaman dörde ayırmak niye?

Mezhep farklı yorumlama ise, dünyada ne kadar insan varsa, o kada mezhep var demek olmaz mı? Hangi dine mensup olursa olsun, insanlar dini farklı farklı yorumlamaz mı? Bire bir aynı algılamak ve yorumlamak mümkün mü?

Dört hak mezhep olması saçma değil mi? Bunlardan biri doğru olabilir ancak. Hakkın yolu bir ise ya bu dördü de aynı şeyi söyleyip aynı mezhep olur, veya dördü de yanlıştır. Kaldı ki, bir olan yol kasıt olmadan farklı yorumlanamayacağından, ortada farklı yorumlar varsa sonradan eklenmiş şeyler var demektir ki, dine sonradan birşey eklemek doğru olmaz. Ola ki ekleyenler olmuştur, bir yerde, "Allah yarım bıraktı biz tam ediyoruz" deme cüreti göstermişlerdir. Allah dini olması gerketiği gibi indirdi, eksiksiz ve tam olarak. Eğer bu böyle ise ondan birşey çıkarmanın yanlış olacağı kadar, ekleme yapmak da yanlış olur.

Durum buysa günümüzde mezheplerin tamamı yanlış olmalıdır. En azından kısmen. Tek ve doğru olan mezhep ise kitabın kendindedir. Müslüman olan okumalı, ne anladıysa ona göre davranmalıdır -ki kitap bunun için indirilmiştir. Müslümanın kafası karıştıysa başkalarına sorabilir, ama gelen görüşleri kendi akıl terazisinde tartıp mantık süzgecinden geçirip uygun bulmadan doğru kabul edemez.

Dört hak mezhep demek Hakkın yolu bir değildir demektir. Mezheplerin ne kadar doğru ne kadar yanlış olduğunu ancak Hakkın kendisi veya izni ile elçisi bilebilir. Böyle kitaplar ise olsa olsa iblisin işidir. 


6 Nisan 2015 Pazartesi

İlber Ortaylı'yı Eleştirmek İçin En Azından Doçent Olmak Lazım

Prof. Dr. İlber Ortaylı medyada sık sık gördüğümüz bir isim. Capsçiler "Çok cahilsin, keşke ölsen" diye sosyal medyada bir akım başlatmıştı bir ara. Bu capslerdeki espri İlber Ortaylı'nın adeta ayaklı kütüphane olmasından kaynaklanıyor. Ayaklı kütüphane olmanın yanında, bizzat yaşadıkları ile kültür abidesidir ve çağımız Türkiye'sinin yetiştirdiği en kıymetli şahsiyetlerdendir. Hal  böyle olunca İlber Ortaylı konuşurken insan kendini cahil hissediyor. Hele hele yine entelektüel birikimi ile saygı duyulan ve kendini amatör tarihçi olarak tanımlayan Murat Bardakçı'nun sunduğu Tarihin Arka Odası programında, Murat Bardakçı kiril alfabesi ile yazılmış bir metni okurken telafuzunu düzeltişine ekran başında şahit olan biri olarak...Kesinlikle insana kendini çok cahil hissettirdiğini söyleyebilirim.

Bu kadar çok şey bilince ve öyle bir kariyer sahip olunca insan korkmadan bildiğini söyleme gücünü kendinde görür. İlber Ortaylı'da da aynı özgüven var kuşkusuz. Doğru bildiği ne ise onu söylüyor. Lafını esirgemeden. Üstelik kimseden. İlber Ortaylı o kadar çok şey biliyor dedik ama, kabul etmek gerekir ki, bu herşeyi bildiği veya doğru bildiği anlamına gelmez. Muhakkak ki kendinin de böyle bir iddiası yoktur. Ancak onun kadar entelektüel birikim sahibi birinin görüşleri, düşünceleri her zaman kıymetlidir. Böyle kimselerin görüş ve düşünceleri, karşıt görüş ve düşüncelere sahip kimseler tarafından bile saygı ile karşılanmalıdır. Çünkü böyle kimseler, içi boş beylik laflar etmezler. Söyledikleri her sözün altında belli bir altyapı vardır. Yaş tahtaya basmazlar.

İlber Ortaylı gündemde katıldığı bir televizyon programında başkanlık sistemini sert bir şekilde eleştirdi ve başkanlık sistemini doğru bulmadığını açıkça belli etti. Hatta bununla da yetinmeyip, Aziz Nesin'i hatırlatan bir üslupla, Türk halkının darbe anayasasına %92 ile evet dediğini belirterek, bu halkın doğru olanı seçmeyebileceğini ima etti. Hatta ve hatta çoğunluğun doğru ile yanlış ayırt etme kabiliyetinde olmadığını ima ettiğini bile söylemek mümkün.İmaları bir kenara bırakı isek, bugün moda olan darbe karşıtlığına rağmen, Türk halkının darbe anayasasını böylesine büyük bir oranla evet diyerek onayladığı da bir gerçek. Gerisine katılıp katılmamakta ise herkes özgür.

İlber Ortaylı'nın açıklamaları neredeyse tüm medyada olay haline geldi. Haberlerin altına yapılan yorumlarda ise, başkanlık sistemini savunanlar İlber Ortaylı'ya demediklerini  bırakmadılar.

Bu yazının amacı İlber Ortaylı'yı savunmak değil. Ancak İlber Ortaylı gibi birini eleştirenlerin kullandığı Türkçe'den doğru düzgün bir eğitim almadıklarını görmek insanı düşündürüyor. Çünkü böylesine kültür abidesi bir şahsı eleştirmeye cüret edebilmek için en azından ona yakın seviyede bir bilgi birikimine sahip olmak gerek. Ama tabi, klavye efeliği toplumumuzda meşhur. Özellikle de okumadan alim kesilmeye bu kadar meyilli olanların bu kadar çok olduğu bir ülkede, İlber Ortaylı'yı eleştirmek için İlkokul mezunu olmaya bile gerek yoktur.

Peki İlber Ortaylı eleştirilmesin mi? Herkes gibi o da eleştirilebilir. Ancak onun gibi bir şahsı eleştirmek belli bir entelektüel birikim gerektirdiğinden, ancak ve ancak böyle bir birikime sahip kimselerin buna cüret etmesi gerekir. Aksi halde yapılan eleştiriler komediden öte bir anlam ifade etmez. İlber Ortaylı'nın muhatabı bile olamayacak kimselerin ona laf atmasına ancak ve ancak gülünür. İnternette yer alan haberlerin altında İlber Ortaylı'ya eleştiriler döşeyen klavye efeleri, karşısına çıksalar iki lafı bir araya getirmekten aciz kalırlar. O yüzden en azından doçent olmak gerekir diyorum. Öyle dört yıllık lisans bitirmek bile yetmez. 

Hatırlamak isteyenler videoyu aşağıda izleyebilir.

2 Nisan 2015 Perşembe

Elektriksiz Olmuyormuş

Malum elektriksiz kaldık...Uzun saatler boyunca memleketin çoğu elektriğin insan hayatı için ne kadar önemli hale geldiğini bir kez deha acı bir şekilde deneyimledi.

Elektrik kesilince internete giremedik. Sizi bilmem ama benim mobil internetim de kesilmişti. Hatta telefon görüşmelerinde dahi kesintiler yaşandı. Adeta kör ve sağır olduk. Gün ortasında üstelik.

Durumu eleştirenler de vardı. Biraz bırakın şu teknolojiyi, uzaklaşın, insanlarla yüzyüze iletişim kurun diyenler. Ancak onlar bile fazla dayanamazdı elektriksizliğe. Akşam televizyonları da çalışmıyordu çünkü. Eşi ve çocukları ile ilgilenmek yerine haberleri ve saçma sapan dizileri de izleyemeyeceklerdi.

Çocukken elektrik kesintisini özellikle kış aylarında çok yaşardım. O karanlık akşamlarda lüks lambası veya mum ile aydınlanırdık ama ben en çok yanan sobanın ateşini severdim. En oynak ışık oydu. Herkesin yüzünün bir yanı kızıl bir aydınlığa bürünmüş, diğer yanı karanlık. Ama bu görselliği çok sevdiğimden değil, babamın anlattığı hikayelerden keyif alırdım. Elektrik olduğunda hiç sözü edilmeyen konular gündeme gelirdi. Andersen'de bile bulamazsınız böyle güzel masal.

Elektrik insan hayatına yeni girmiş bir enerji. İnsanlık tarihinde elektrik kullanıma başlanmadan önce sadece şimşekler, yıldırımlar ve belki statik elektrik atlamaları ile bilinen bir şeydi ve yaşam için bir önemi yoktu. Oysa şimdi...

Fabrikalar duruyor, soğutuculardaki yiyecekler bozuluyor, insanlar yolda kalıyor, asansörler çalışmıyor ve onlarca katı karanlık merdivenlerden inip çıkmak gerekiyor...Bankacılık işlemleri duruyor, ödemeler yapılamıyor...Tam bir kaos ortamı.

Hal böyle olunca batı dünyasında elektrik kesintisi doğal afetle bir kabul ediliyor. Yani ha elektrikler kesilmiş, ha deprem olmuş, ha memleketi tsunami kaplamış... Yine de elektrik kesintisi nedeniyle yaşamını yitiren pek olmuyor.

Peki elektrikler neden kesildi?

Ben nedenini öğrenemedim. Teknik bir arıza dediler, terör dahil her olasılık değerlendiriliyor dediler. Enerji nakil hatlarından kaynaklanıyor olabilir dediler. Ama kesintinin 31 Mart'a denk gelmiş olması, Mart ayını icraatsiz geçiren bir veya bir grup kedinin galeyana gark edip yapmış oldukları bir eylemin neticesi de olabileceğini akla getiriyor.