11 Eylül 2019 Çarşamba

Türkiye'nin Biyogaz Potansiyeli

Ülkemizin enerjide ciddi miktarda dışa bağımlı olduğu bir gerçektir. Petrol, kömür ve doğalgaz
ithalatı ülkemizin dış ticaret açığının çok büyük bir bölümün oluşturmaktadır. 2018 yılı elektrik üretiminin kaynaklara dağılımına bakıldığında %37,3'ünün kömürden, %29,8'inin doğalgazdan, %19,8'inin hidroelektrik santrallerden -yani barajlardan-, %6,6'sının rüzgardan, %2,6'sının güneşten, %2,5'inin jeotermal enerjiden ve %1,4'ünün de diğer kaynaklardan sağlandığı görülmektedir. *

Ülkemizdeki termik santrallerde tüketilen kömürün de önemli bir kısmının ithal olduğu Türkiye Taşkömürü Kurumu'na ait 2018 yılı sektör raporunda görülmektedir. ** Yani tükettiğimiz elektriğin %67,1'ini büyük ölçüde dışa bağımlı enerji kaynaklarından sağlamaktayız. Enerjide bu kadar dışa bağımlı olmak stratejik açıdan ciddi bir zaafiyete yol açmaktadır. Yani enerjide bu kadar dışa bağımlılık ekonomik kaybın yanı sıra bir yandan da ulusal güvenlik meselesidir.

Hal böyleyken yenilebilir enerji kaynaklarının elektrik üretimindeki payının düşüklüğünü anlamak mümkün değildir. Yaz ayları çok dar bir alan dışında ülkemizin hemen her yerinde bol güneşli geçer. Bu halde güneş enerjisinin elektrik enerjisi üretimindeki payının sadece %2,6'da kalması büyük bir potansiyelden faydalanılmadığını göstermektedir. %6,6'lık rüzgar enerjisi payı da kuşkusuz yetersizdir. Ancak bu yazının asıl konusu olan biyogaz listede hiç yer almamaktadır. İşte buna anlam vermek çok daha zordur. 

Biyogaz Nedir?

Biyogaz, çürüyen organik atıklardan elde edilen metan gazıdır. Yani temelde doğalgazla aynı gazdır. İstanbul, Ankara, İzmir ve diğer büyük şehirlerimizde ve diğer irili ufaklı il ve ilçe merkezlerinde toplanan çöplerden biyogaz üretilebilir. Bu işlem toplanan çöplerin ayrıştırılması ve organik atıkların oksijensiz kapalı bir ortamda çürütülmesi ile sağlanabildiği gibi, organik atıkların açık ortamda yığılarak çürümeye bırakılmasıyla da elde edilebilmektedir. Evsel atıkların yanı sıra hayvancılık yapılan bölgelerde toplanabilecek hayvansal atıklardan ve özellikle seracılık yapılan bölgelerde tarımsal atıklardan (bitkilerin kullanılmayan bölümleri) da biyogaz üretilebilir. Çöplerin etkin bir şekilde toplanması ve ayrıştırılması hem çöpe atılan geri dönüştürülebilir metal, cam, plastik ve kağıt gibi atıkların ekonomiye tekrar kazandırılmasını sağlayacaktır, hem de çöplerden elde edilen biyogaz ile elektrik üretilebilecektir. 

Bir diğer biyogaz kaynağı da kanalizasyondur. Şehirlerdeki kanalizasyonların arıtılmadan doğaya salınması doğaya ciddi zarar vermektedir. Kanalizasyon atığı arıtılırken toplanacak katı kütleli atıktan da önemli miktarda biyogaz elde edilebilinir. 

Kocaeli Üniversitesi'nden sanırım üç akademisyen (ünvanları raporda yok) tarafından hazırlanan referanslarından 2010 yılında hazırlandığı anlaşılan rapora göre *** 16 büyükşehirin atıkları ve toplam tarım alanlarımızın %1'inin biyogaz üretiminde kullanılırsa, yıllık toplam elektrik tüketimimizin önemli  bir bölümünün biyogazdan karşılanabileceği vurgulanmıştır. 

Öncelikle yerli kaynaklarla üretilecek her bir kW enerjinin enerjide dışa bağımlılığımızı azaltacağı ve ülkemizin döviz kaybını azaltıcı etkisinin olacağı da unutulmalıdır. Biyogaz üretim tesisleri bir ilk yatırım maliyeti gerektirse de, sürekli atık üretildiğinden kaynak sıkıntısı olmaması, yenilebilir enerji kaynağı olduğu için doğanın korunmasına katkı sağlamsı, evsel atıkların ayrıştırılmasını gerektireceği için geri dönüşümü mümkün atıkların tekrar ekonomiye kazandırılmasını özendirecek olması ve kurulacak tesislerin uzun yıllar boyunca sürekli enerji üretecek olması göz önünde bulundurulduğunda, salt enerji üretimi için biyogaz tesisi kurmak fizibilite raporlarında rasyonel görülse de görülmese de, kesinlikle bu kaynaktan faydalanılması gerekir. 


KAYNAK:


7 Eylül 2019 Cumartesi

Demokraside Toplumun Görev ve Sorumluluğu

İçinde bulunduğumuz çağın en iyi yönetim sistemi olarak demokrasiyi kabul ederiz. Bir ülkenin demokratik olup olmaması aynı zamanda çağdaş olup olmamasının da bir ölçütüdür. Gitmek isteyeceğiniz ülkelerin listesini yaptığınızda, listenizde antidemokratik bir ülke bulunma olasılığı oldukça düşüktür. Bu da ortalama bir insanın ister yaşamak, isterse kısa bir süre iş veya turistik amaçla bulunmak için bile demokrasinin bulunduğu ülkeleri tercih ettiğini gösterir.

Her ne kadar çağımızın en iyi yönetim sistemi demokrasi olsa da, demokrasinin her toplum için ideal bir yönetim sistemi olup olmadığı tartışılır. Bunun nedeni demokraside, antidemokratik sistemlerde belirli bir kişi veya kişilerce üstlenilmiş pek çok görev ve sorumluluğun topluma aktarılmış olmasıdır. Böyle bir görev ve sorumluluk aktarımı, toplumu oluşturan bireylerin antidemokratik ülkelerde yaşayan bireyler için önemli olmayan bir takım niteliklere sahip olmasını gerekli kılar. 

Öncelikle demokratik olmayan ülkelerde sıradan bireyler için mevcut düzene uymak, vergilerini vermek ve gerektiğinde ülkelerini savunmak devletlerine karşı olan sorumluluklarını yerine getirmek için yeterlidir. Yönetimde kendilerine tanınmış haklar varsa, bu hakları kendilerine tanınan ölçüde kullanabilirler. Kendilerine tanınmayan hakları talep etmek veya kendilerine tanınan hakları iyileştirmek için mücadele etmek bireylerin katı cezalarla karşılaşmalarına yol açar. Böyle bir talep ve mücadele ancak çok büyük kitleler halinde gerçekleştirilirse başarıya ulaşabilir. Ancak yine de pek çok birey yaşanan süreçte ağır bedeller ödeyecektir. Bu tür ülkelerde devlet politik olarak toplumu oluşturan bireylerin pasif olmasını ister ve karşı gelen kişileri pasifize etmek için katı tedbirler almaktan geri durmaz. Devlet işlerine kafa yormak, eleştirmek ve fikir beyan etmek bireylerin üzerine vazife değildir. 

Demokraside ise durum tam tersidir. Bireyler geçici olarak kendilerini yönetecek kişileri seçimle başa getirirler. Demokratik ülkelerde devleti yöneten kişiler toplumun içinden çıktığından, toplum devleti en iyi şekilde yönetecek donanım ve kabiliyete sahip kişileri yetiştirmek ve bu kişiler arasından en iyilerini seçmek durumundadır. Ardından seçilmişlerin her adımını yakından takip etmek, hatalı politikalarına itiraz etmek, yani onları görevleri süresince de denetlemekle görevlidirler. Seçilenler görevlerinde başarılı bulunurlarsa tekrar seçilebilirler, yetersiz bulunanlar veya daha iyi bir alternatifi olduğu düşünülen seçilmişler bir sonraki seçimde toplum tarafından yine seçimle görevlerinden alınırlar. Bu durum demokratik ülkelerde toplumun aşağıdaki görev ve sorumluluklara sahip olmasını gerektirir:

  • Devletin pek çok kademesinde (Örn: Muhtar, belediye başkanı, millet vekili vb.) görev yapacak yeterli yetkinlikte kişiler yetiştirmek ve bu kişiler arasında en iyi adayları seçimle görevlendirmek.
  • Seçimle toplum tarafından görevlendirilmiş her yöneticiyi sürekli olarak denetlemek.
  • Başarılı bulunan yöneticileri daha iyi bir alternatif yoksa tekrar görevlendirmek, başarısız bulunan veya daha iyi bir alternatifi olanları seçimle görevden alarak yeni yöneticileri görevlendirmek.
Demokratik yönetimlerde toplumun üzerindeki bu görev ve sorumluluk aslında oldukça ağırdır. Toplumun bu görev ve sorumlulukları layıkı ile yerine getirememesi halinde devlet yönetiminde önemli konumlara bu konumlar için yeterli niteliklere sahip olmayan kişiler geçer. Bu durum ise devleti yıkıma dahi götürebilecek bir süreci başlatır. Toplum seçilmişlerin her hatasından sorumludur ve bedelini de ödeyecektir. Toplumu oluşturan bireyler böyle bir durumda seçilmişleri suçlayabilirler. Ancak asıl suçlu demokrasiye karşı görev ve sorumluluklarını yerine getirmekte yetersiz kalan toplumun kendisidir. 

Bu nedenle demokratik ülkelerde toplumu oluşturan her bir birey seçilmişleri değerlendirebilecek yeterliliğe sahip olmak durumundadır. Böyle bir değerlendirmenin sağlıklı bir şekilde yapılabilmesi ise belirli bir entelektüel birikime sahip olmayı gerekli kılar. Demokratik bir toplumda cehalet bir lükstür. Çünkü her bir birey devlet yönetimi sorumluluğunu paylaşmaktadır. 

İyi bir demokrasi ancak aydın toplumlarda var olabilir. 

10 Eylül 2018 Pazartesi

Bir Ödeme Birimi Olarak EMEK!

Green Card ile veya Work and Travel ile Amerika'ya gidenler, bir şekilde Almanya'ya veya bir başka Avrupa ülkesine gidenler oradaki yaşam şartlarını ve de özellikle pek çok mal ve hizmetin fiyatlarını anlatan videolarla dolu YouTube kanalları açmışlar. Yurdum insanı en çok bu ülkelerdeki araba fiyatlarını görünce derin derin iç çekse de, mesele o ülkelerde asgari ücretle neler alınabiliyor, Türkiye'de neler alınabiliyor kıyaslamasına gelince film biraz kopuyor. Video yayınlayan arkadaşlar her ne kadar azıcık ekonomi bilenlerin çok net anlayabileceği şekilde konuyu izah etseler de, işin ucunda ekonomisi pek de iyi görünmeyen ülkemize kara çalınıyor algısı olunca, bu arkadaşlara verilen tepkiler biraz amacının dışına çıkıyor. Ancak sürekli hemen her kesimden -ki her etnik kimlik, sosyal statü, gelir düzeyi vb. alt sosyal sınıfların tamamını kast ediyorum- sürekli muhatap olmak durumunda olan ben, kendi kişisel gözlemlerime dayanarak, yurdum insanının en azından bir bölümünün gerçekten de böyle bir kıyaslamayı net olarak anlayamayacağını düşünüyorum. Bu nedenle de diyorum ki "Tüm dünyada tüm mal ve hizmetler için ortak bir ödeme birimi vardır, o da emektir". Ve bu tür kıyaslamalar için farklı farklı ülkelerin farklı para birimleri ile kıyaslama yapmaktansa, bir ödeme birimi olarak emeği kullanmak kati bir eşitlik sağlayabilir.

Bir ödeme birimi olarak emeği baz alırken farklı işlerde ve farklı statülerde emeğin değerinin de hem ülkeden ülkeye hem de her ülke içinde farklılıklar göstereceğini da kabul etmek gerek. Örneğin ülkemizde asgari ücretle çalışan birinin bir saatlik emeğinin karşılığı olan kazanç ile görevine yeni başlamış bir doktorun bir saatlik emeği bir olamayacağı gibi, bu iki kazanç arasındaki oran Türkiye ile diğer ülkeler arasında da farklılık gösterebilir. Bu nedenle ülkeler arasındaki refah düzeyinin kıyaslanmasında vasıfsız işçi emeği olarak kabul edebileceğimiz asgari ücreti baz almak en doğru sonucu verecektir. Aksi halde farklı mesleklerde ve farklı statülerde çalışanların farklı ülkelerdeki refah düzeyi kıyaslanmış olunur. Bu da kıyasa konu ülkeler arasındaki refah seviyesini genel olarak gösteren bir veri olsa da, kıyasa konu ülke halklarının genel refah düzeyini gösterme bakımından yetersizlik arz edeceğinden, asgari ücretli çalışanın emeğinin ölçü alınması en doğru sonucu verecektir.

Ülkeler arasındaki refah seviyesinin kıyaslanmasında emeği baz alırken dünyanın her neresinde bulunursa bulunsun vasıfsız bir işçinin bir saatlik emeğinin aynı değerde olduğu kabul edilmelidir. Yani vasıfsız bir işçi ister Japon, ister Rus, ister Amerikalı, İngiliz veya Türk olsun, bir saatlik emeği bir saatlik vasıfsız işçi emeğidir. Bu emeği ile alabileceği mal ve hizmet miktarı ise refah seviyesini gösterecektir.

Örnek olarak Amerika'da asgari ücret eyaletler arasında farklılık göstermektedir. Ancak asgari ücretin saatlik $10 olduğu (vergi sonrası net tutar) bir eyalet ile asgari ücretin şu anda 9,10 TL kadar olduğu (günde 8 saat çalışan -genellikle kamu-) ülkemizde çalışan iki kişiyi kıyaslayacak olursak, Amerika'daki ve Türkiye'deki asgari ücretle çalışanların birer saatlik asgari ücretleri ile tam olarak aynı niteliklerdeki çeşitli mal ve hizmetlerden ne kadar alabildiklerine bakmak gerekir. Eğer bir Amerikalı asgari ücretli bir saatlik emeği ile ülkemizdeki bir asgari ücretliden aynı mal ve hizmetlerden daha çok miktarda alabiliyorsa, daha yüksek bir hayat standardına sahip demektir. Bu durumda ödeme birimi olarak kabul ettiğimiz emeğin değerinin aynı olduğu kabulünde bulunduğunuza göre, Amerika Türkiyeden çok daha ucuz bir ülke kabul edilmelidir. Aksi doğru ise Türkiye'deki asgari ücretli çalışan daha yüksek bir refah seviyesine sahip olur ve Türkiye çok daha ucuz bir ülke sayılır.

Burada kıyaslama yaparken çeşitli mal ve hizmetlerin farklı ülkelerde çeşitli nedenlerle farklı fiyatlara  sahip olduğunu da göz önünde bulundurmak gerekir. Örneğin çok az miktarda domates üreten Rusya'da domates fiyatlarının, domates ithal ettiği Türkiye'den yüksek olması beklenir. Ancak petrol, doğalgaz ve kömür kaynağı bol olan Rusya'da bu enerji kaynaklarının fiyatları benzer şekilde Türkiye'den ucuz olması beklenir. Ülkelerin dış ticaret ve vergi politikaları da ülkeden ülkeye çeşitli mal ve hizmetlerin fiyatlarının farklılıklar göstermesine neden olabilir. Örneğin pek çok ülkede yetişkinleri sigara içmekten caydırmak ve çocukların harçlıkları ile sigara almalarını ve bağımlı hale gelmelerini önlemek için vergi vb. yöntemlerle sigara fiyatları yüksek tutulmaktadır. Böyle bir politika izlemeyen bir ülkede sigara fiyatları çok daha ucuz olabilir. Bu gibi durumlar kıyaslamanın doğruluğunu bozucu etkiye sahip olduğundan, enflasyon hesabında olduğu gibi, insanlar tarafından temel ihtiyaç olarak kullanılan çeşitli mal ve hizmetleri içeren bir sepet oluşturulması ve enflason hesaplar gibi kıyaslama yapılması daha da sağlıklı bir sonuç verecektir.


20 Aralık 2017 Çarşamba

Kronik Depresif Olma Nedenim

Kronik depresif bir kişi olmam nedeniyle ( ki bu konuda herhangi bir hekim teşhisi olmamakla birlikte kendi kanaatimdir) sık sık kendime neden depresyona girdiğimi sorup bir cevap arıyorum. Gel gelelim cevap bulmak o kadar da kolay değil. Bu tür konulara kafa yorarken insan duygularını tamamen bir kenara bırakıp olabildiğince nesnel değerlendirmelerde bulunmaya çalışmalı. Kişinin kendini tarafsız bir gözle analiz etmesi ise oldukça zor. Yine de yüzde yüz başarılı olamasa da insan, bu konuda dikkate değer ölçüde iyiyim sanırım.

İşe en baştan, neden kendimi depresif hatta kronik depresif olarak tanımladığımı açıklayarak başlayalım. Öncelikle depresyon belirtilerinin tamamına yakınına sahip olmam kendimi depresif olarak tanımlamamı sağlamıştır. Peki ne midir bu belirtiler. Sıralayalım:

  • Mutsuzluk
  • Boşluk hissi
  • Endişe
  • Huzursuzluk
  • Umutsuzluk
  • Kendini değersiz hissetme
  • Kendini suçlu hissetme
  • Yorgunluk
  • Enerji eksikliği
  • İlgisizlik
  • Konsantrasyon kaybı
  • Uyku düzeni bozukluğu
  • Baş ağrısı, kramp, mide ve sindirim sistemi sorunları
Bu sıralama genel belirtilerdir. Endişe, huzursuzluk ve suçluluk hissi dışındaki tüm belirtilere sahip olmam bu tanıyı kendime bir psikolog veya psikiatrist olmasam da koymama yol açmıştır ki hatalı bir tanı olmadığı kanaatindeyim. 

Peki neden kronik depresif bir kişiyim. Öncelikle geçici, kısa süreli sorunlar için akut, uzun süreli ve hatta kalıcı sorunlar için kronik ifadelerinin tıp dilinde kullanıldığını bilmeyenler için hatırlatalım. Çünkü kronik depresyon denilince distimi anlaşılıyor. Ancak ben kronik depresif halimin distimi ile pek örtüşmediği kanaatindeyim. Zaman zaman daha ağırlaşarak major depresyon haline ulaşan, genellikle depresyon belirtilerine sahip biri olmam ve bu durumun çok uzun yıllardır süregeliyor olması nedeniyle durumumu kronik olarak tanımlamaktayım. Yani distimi demenin çok da doğru olmayabileceği kanaatindeyim. 

Neden Depresyondayım?


Peki neden bu depresif hallerim? İşte bu sorunun cevabı karmaşık. Belirtilerin tek tek nedenine bakmak durumu anlamaya yardımcı olabilir. Ancak bazı belirtilerin diğerlerinin sonucu olarak ortaya çıktığını düşünüyorum. Yani önemli olan en temel sorunu tespit etmek. Diğerleri bir ağacın dalları gibi bu sorundan dallanıp budaklanmaktadır. Konu ben olunca temel sorunu bulmak için derin bir şekilde felsefeye bulaşmak gerekiyor. Özellikle de hümanizm ve ontoloji ile yakından ilgili konularda çok takıldığım birkaç nokta bulunmaktadır. 

Hümanizme göre her şeyin merkezinde, yani evrenin merkezinde insan bulunur. Var olan her şeye değer biçen ve anlam yükleyen insandır. Bu durumda insan kendi kendine de değer biçer ve anlam yükler. İşte benim sorunum burada başlıyor. İnsan kendi varlığını değersiz ve anlamsız bulursa ne olur? Geri kalan her şey değerini ve anlamını yitirmez mi? 

Şimdi sorunumu "ontolojik olarak kendi varlığımı hümanistik bakışla değerlendirişim" şeklinde tanılamak mümkün sanırım. Ontoloji derken "var mıyım, yok muyum" soruları ile boğuşmuyorum. Bu soruyu Descartes "Cogito ergo sum" yani "düşünüyorum öyleyse varım" dediğinden beri sormak gereksiz değil midir? 

İşin özü kendini tatmin edici düzeyde değerli görebilecek bir konumda göremeyen ve bu durumun değişebileceğine dair umutlandırıcı bir ihtimalin bulunmadığının farkında olan biri olarak tüm hücreleri depresyona batmış bir şekilde yıllardır yaşayıp gidiyorum. Ancak kendi varlığımı neden bu kadar değersiz ve anlamsız bulduğum hususunu bu yazıda anlatmam mümkün değil. Hem oldukça karmaşık, girift konulara dalmayı gerektiriyor hem de bu yazının okunamaz şekilde uzamasına yol açacaktır.