İnanışa göre Şeytan insanları Tanrı'nın ilahi yolundan saptıran ve onların günah işleyerek ahirette cehenneme gitmeleri için çabalayan ateşten yaratılmış bir varlık. Sinsi, kötü, tek amacı bize kötülük yaptırmaya çalışan ve bunu başarmak için türlü hilelere başvuran bir asi. Aynı zamanda kendini yaratana karşı gelecek kadar küstah, belki de budalanın teki.
İster inançlı olsun ister olmasın Şeytanın ne olduğunu herkes bilir. Ancak onun olmadığı bir dünyayı hayal edebilir miyiz? Hadi bir an için var olmadığını kabul edelim.
Eğer dinler doğruysa Şeytanın yokluğunda tüm insanların iyi olması gerekir. Asla ve kat'a kötülük yapmayan, sürekli başkalarına güleryüz gösteren, başkalarının yardımına koşan, paylaşımcı, bencillik nedir bilmeyen, adil, iyilik abidesi varlıklara dönüşmemiz gerekir. Çünkü bizi kötü yola saptıran varlık artık yoktur. Tıpkı enfeksiyona yol açan mikropların bir ilaçla yok edilmesiyle iyileşen bir hastalık gibi, hayatımızdan çıkarılan Şeytan da kötülük hastalığını tüm insanlıktan söküp atmalıdır. Bu mümkün müdür?
Tekrar inanışa dönelim. İnanışa göre Şeytanın asıl amacının insanları dinden çıkarmak olduğu açıktır. Mümkünse insanları atesit yapmaya çalışacaktır. Dini sorgulatacak, ibadetleri yaptırmayacaktır. Dinen yasaklanmış olan ne varsa yaptıracaktır. Bu durumda inançsızlarla işinin olmaması gerekir. Ya da yanlış bir inanışa sahip olanlarla. Mesela Japonya, Çin, Hindistan gibi İslam dışı inanışların yaşandığı yerlerde insanların melek gibi olması gerekir. Japon mafyası Yakuzaların işledikleri suçların temelinde Şeytanı aramak bu mantıkla mümkün değildir. Büyük Okyanusta bir ada olan Erromango yerlilerinin insan eti yemelerinin de temelinde Şeytanı aramak mantık dışı olacaktır. Çünkü bu insanlar bırakın islamı, semavi hiçbir dinle henüz tanışmış değildirler. İnsan eti de yediklerine göre... (İlgili haber: Dedenizi yedik özür dileriz)
İnsan yiyen yerliler, mafya sahibi Japon'lar... Bu listeyi uzatmak son derecede mümkün. Yani Şeytan sadece inanç sahiplerine değil, tüm insanlara musallat oluyor. Peki zaten inanç sahibi olmayan ya da yanlış inananlarla neden uğraşıyor. Onlarla harcayacağı emeği cenneti kazanma olasılığı bulunan inançlı toplumlara yönlendirse daha çok insanı kandıramaz mı?
Bir başka açıdan bakarsak ve bu toplumlarla Şeytan'ın ilgilenmediğini düşünürsek, o vakit kötülük için illa ki Şeytanın varlığına gerek olmadığı sonucuna ulaşılır.Yani kötülük insanın içinde olmalıdır. Ki makul bir yaklaşımdır. Aksi halde Japonya'da ve Kore'de hapishane bulunmazdı.
İster inananlar ister inançsızlar haklı olsun, doğru olan bir gerçek var ki Şeytanın varlığı en çok insanlara yarıyor. Şeytan sayesinde yaptığımız hataların suçunu üstüne atacak bir şamaroğlanımız var. Şeytana uydum diyor ve gönlümüzü rahatlatıyoruz. "Şeytana uydum, Şeytan olmasa çok iyi insanım aslında, hayatta yapmazdım öyle şeyler" diye düşünebiliyor insanlar. Şeytan gerçekten var mıdır yok mudur ayrı bir konu. Ancak insanın içinde kötülük vardır ve insanlar yaptıkları hataların suçunu üstüne atıp içlerini rahatlatmak için Şeytana ihtiyaç duyar. Yaptığımız tüm hataların ve kötülüklerin tüm sorumluluğunu omuzlarımızda, şeytan gibi bir azmettirici ile paylaşmadan taşımaktan bizleri kurtardığı için o insanlık için en büyük nimetlerden biridir.
İnsanlık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İnsanlık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
6 Şubat 2020 Perşembe
25 Ocak 2020 Cumartesi
Depreme Hazırlanmamız İçin Daha Kaç Deprem Gerekli?
Yaşım gereği 1992 Erzincan depremini hatırlıyorum. Ancak o zamanlar depremin ne denli büyük bir felaket olduğunu kavrayacak yaşta değildim. Tek bildiğim yerin sarsıldığı, binaların yıkıldığı, insanların enkaz altında kaldığı, kurulan beyaz koni şeklinde, üstünde kırmızı hilal bulunan Kızılay çadırları ve depremden kurtulan insanların bu defa soğukla mücadelelerini gösteren haberlerdi. Hatırladığım kadarıyla ekranlarda gördüğüm manzarayı savaşa benzettiğimdi. Haksız da sayılmazmışım. Sonuçta bir hayatta kalma savaşı veriliyordu.
17 Ağustos 1999 depremi yaşandığında İstanbul'da yaşıyordum ancak tatilde olduğum için İstanbul'da değildim. Ancak 12 Kasım Düzce depreminde İstanbul'daydım. Birden eşyaların zangırdadığını, oturduğum koltuğun sarsıldığını hissettim. Bu deprem olmalıydı. Zaten o güne kadar birkaç defa artçı şok hissetmiş, depremin nasıl birşey olduğunu az çok deneyimlemiştim. Hiç paniklemedim, korkmadım. Soğukkanlı biriyimdir. Ancak deprem bitmek bilmedi. Sonunda çok uzun sürdü bina dayanmayacak diye kapı eşiğinde durayım bari dedim. Kapı eşiklerinin daha güvenli olduğunu duymuştum. Deprem bitti. Ailemin zoruyla binadan çıkarıldım. Depremde yıkılmayan bina sonrasında niye yıkılsındı ki? Dayanmıştı işte.
Her ne kadar deprem gibi ciddi bir felaket karşısında bile serinkanlılığımı korusam da İstanbul'a döner dönmez yaşanan felaketin büyüklüğünü görmüştüm. Çok sayıda hasarlı bina vardı. Bu binaların büyük bir bölümü sadece makyajlandı. Bir kısmı güya güçlendirildi. Güçlendirilen binalardan biri de benim de ikamet ettiğim apartmandı. Ancak güçlendirme sırasında hiçbir uzmana danışıldığını sanmıyorum. Tek yapılan bazı ana kolonların kalınlaştırılması oldu. Bilinçsizce.
Deprem insanların hayatında kalıcı yıkımlara yol açabiliyor. Yıkılan bir binayı yeniden yapabilirsiniz. Ancak giden canları geri getiremiyorsunuz. 17 Ağustos ve 12 Kasım öyle büyük trajedilere yol açtı ki, binlerce insanın hayatı bir daha hiç eskisi gibi olamadı, olamayacak.
Depremin hemen ardından deprem uzmanları ekranlara çıkarıldı. Gündem çok uzun bir süre deprem oldu. Depreme hazırlıksız yakalanmıştık ancak beklenen İstanbul depremine daha hazırlıklı olunmalıydı. Bununla ilgili çokça konuşuldu, yazıldı, çizildi ve sanki çok sıradan bir olaymış gibi unutulup gidildi. Hatta depremin yaralarının sarılması ve bir sonraki depreme hazırlık yapılması için gerekli maliyetin karşılanması amacıyla çıkarılan ek vergilerle duble yollar yapıldı. Duble yollar da çok sayıda hayatı kurtarmıştır elbette. Çünkü bir dönem her akşam en az bir trajik trafik kazası haberi anahaber bültenlerinin olmazsa olmazı haline gelmişti. Şarampole devrilen otobüsler, kafa kafaya çarpışan araçlar, ölen ya da yaralanan insanlar ve yine giden canlar. Evet böyle trajik kazaların sayısını azalttı belki duble yollar ancak, ya deprem?
Depremi unuttuk. Deprem anında her evde bulunması gereken bir çanta vardı. Deprem yaşanırsa evden çıkarken alınacak, dış kapıya yakın kolay ulaşılır bir yerde durması gereken ve içinde ilk yardım malzemelerinden giyecek ve çeşitli gıda maddelerine kadar kriz anını atlatmaya yardımcı olacak şey bulunan bir çanta. İstanbul'da kaç evde vardır şu anda böyle bir çanta?
Deprem konteynırları vardı bir de... Duruyorlar mı? Ben artık İstanbul'da yaşamıyorum. Ancak en son gittiğimde deprem konteynırına hiç rastlamadım.
Deprem anında insanların kaçacağı sığınma alanları? Hah, oralar AVM oldu zaten.
Birileri devlete kızıyor. Ancak devleti yönetenler de bu ülkenin insanları. Mars'tan falan gelme değiller. Eğer evinizde deprem çantanız yoksa kimseye deprem konteynırlarının ve toplanma alanlarının hesabını soramazsınız. Siz üzerinize düşeni yaparsanız, eş dost ve akraba ve komşularınızı da bilinçlendirir ve depreme hazırlıklı olmak için üzerlerine düşen hazırlıkları yapmalarını sağlarsanız, o zaman üzerine düşeni yapmayan yöneticilere kızabilirsiniz. Zaten tüm toplum böyle bir bilince ulaştığında, o toplumun içinden çıkacak yöneticiler de depreme karşı daha duyarlı olacaktır.
Ve bugün, yine bir deprem acısıyla karşı karşıyayız. Bu defa Elazığ... Üstelik Elazığ'dan önce Van'da da ciddi bir deprem olmuştu. Ve yine pek de hazırlıklı sayılmayız. Binalarımız depremlere dayanıksız. Ucuz olsun diye malzemeden çalınmış. Taştan mezarlara dönen binalardan mürekkep şehirlerle dolu bir memleket.
Hayatımız bu kadar mı ucuz? Bu kadar mı değersiz? Daha kaç deprem gerekecek, daha kaç can kaybedilecek de biz depreme karşı gerekli önlemleri yeterince alan bir toplum haline dönüşeceğiz?
Kimseye kızmayın. Önce depreme karşı hangi hazırlıkları yaptığınızı düşünün. Yeterince hazır mısınız? Bir planınız var mı? Deprem çantanız var mı? Deprem anında nereye gideceğinizi planladınız mı? Ya da ailenizle ortak bir buluşma noktası belirlediniz mi? Ya diğer hazırlıklar? Eğer yapmadıysanız şapkanızı önünüze alıp düşünün ve kızacaksanız eğer, öne aynada gördüğünüz kişiye kızın.
17 Ağustos 1999 depremi yaşandığında İstanbul'da yaşıyordum ancak tatilde olduğum için İstanbul'da değildim. Ancak 12 Kasım Düzce depreminde İstanbul'daydım. Birden eşyaların zangırdadığını, oturduğum koltuğun sarsıldığını hissettim. Bu deprem olmalıydı. Zaten o güne kadar birkaç defa artçı şok hissetmiş, depremin nasıl birşey olduğunu az çok deneyimlemiştim. Hiç paniklemedim, korkmadım. Soğukkanlı biriyimdir. Ancak deprem bitmek bilmedi. Sonunda çok uzun sürdü bina dayanmayacak diye kapı eşiğinde durayım bari dedim. Kapı eşiklerinin daha güvenli olduğunu duymuştum. Deprem bitti. Ailemin zoruyla binadan çıkarıldım. Depremde yıkılmayan bina sonrasında niye yıkılsındı ki? Dayanmıştı işte.
Her ne kadar deprem gibi ciddi bir felaket karşısında bile serinkanlılığımı korusam da İstanbul'a döner dönmez yaşanan felaketin büyüklüğünü görmüştüm. Çok sayıda hasarlı bina vardı. Bu binaların büyük bir bölümü sadece makyajlandı. Bir kısmı güya güçlendirildi. Güçlendirilen binalardan biri de benim de ikamet ettiğim apartmandı. Ancak güçlendirme sırasında hiçbir uzmana danışıldığını sanmıyorum. Tek yapılan bazı ana kolonların kalınlaştırılması oldu. Bilinçsizce.
Deprem insanların hayatında kalıcı yıkımlara yol açabiliyor. Yıkılan bir binayı yeniden yapabilirsiniz. Ancak giden canları geri getiremiyorsunuz. 17 Ağustos ve 12 Kasım öyle büyük trajedilere yol açtı ki, binlerce insanın hayatı bir daha hiç eskisi gibi olamadı, olamayacak.
Depremin hemen ardından deprem uzmanları ekranlara çıkarıldı. Gündem çok uzun bir süre deprem oldu. Depreme hazırlıksız yakalanmıştık ancak beklenen İstanbul depremine daha hazırlıklı olunmalıydı. Bununla ilgili çokça konuşuldu, yazıldı, çizildi ve sanki çok sıradan bir olaymış gibi unutulup gidildi. Hatta depremin yaralarının sarılması ve bir sonraki depreme hazırlık yapılması için gerekli maliyetin karşılanması amacıyla çıkarılan ek vergilerle duble yollar yapıldı. Duble yollar da çok sayıda hayatı kurtarmıştır elbette. Çünkü bir dönem her akşam en az bir trajik trafik kazası haberi anahaber bültenlerinin olmazsa olmazı haline gelmişti. Şarampole devrilen otobüsler, kafa kafaya çarpışan araçlar, ölen ya da yaralanan insanlar ve yine giden canlar. Evet böyle trajik kazaların sayısını azalttı belki duble yollar ancak, ya deprem?
Depremi unuttuk. Deprem anında her evde bulunması gereken bir çanta vardı. Deprem yaşanırsa evden çıkarken alınacak, dış kapıya yakın kolay ulaşılır bir yerde durması gereken ve içinde ilk yardım malzemelerinden giyecek ve çeşitli gıda maddelerine kadar kriz anını atlatmaya yardımcı olacak şey bulunan bir çanta. İstanbul'da kaç evde vardır şu anda böyle bir çanta?
Deprem konteynırları vardı bir de... Duruyorlar mı? Ben artık İstanbul'da yaşamıyorum. Ancak en son gittiğimde deprem konteynırına hiç rastlamadım.
Deprem anında insanların kaçacağı sığınma alanları? Hah, oralar AVM oldu zaten.
Birileri devlete kızıyor. Ancak devleti yönetenler de bu ülkenin insanları. Mars'tan falan gelme değiller. Eğer evinizde deprem çantanız yoksa kimseye deprem konteynırlarının ve toplanma alanlarının hesabını soramazsınız. Siz üzerinize düşeni yaparsanız, eş dost ve akraba ve komşularınızı da bilinçlendirir ve depreme hazırlıklı olmak için üzerlerine düşen hazırlıkları yapmalarını sağlarsanız, o zaman üzerine düşeni yapmayan yöneticilere kızabilirsiniz. Zaten tüm toplum böyle bir bilince ulaştığında, o toplumun içinden çıkacak yöneticiler de depreme karşı daha duyarlı olacaktır.
Ve bugün, yine bir deprem acısıyla karşı karşıyayız. Bu defa Elazığ... Üstelik Elazığ'dan önce Van'da da ciddi bir deprem olmuştu. Ve yine pek de hazırlıklı sayılmayız. Binalarımız depremlere dayanıksız. Ucuz olsun diye malzemeden çalınmış. Taştan mezarlara dönen binalardan mürekkep şehirlerle dolu bir memleket.
Hayatımız bu kadar mı ucuz? Bu kadar mı değersiz? Daha kaç deprem gerekecek, daha kaç can kaybedilecek de biz depreme karşı gerekli önlemleri yeterince alan bir toplum haline dönüşeceğiz?
Kimseye kızmayın. Önce depreme karşı hangi hazırlıkları yaptığınızı düşünün. Yeterince hazır mısınız? Bir planınız var mı? Deprem çantanız var mı? Deprem anında nereye gideceğinizi planladınız mı? Ya da ailenizle ortak bir buluşma noktası belirlediniz mi? Ya diğer hazırlıklar? Eğer yapmadıysanız şapkanızı önünüze alıp düşünün ve kızacaksanız eğer, öne aynada gördüğünüz kişiye kızın.
22 Ocak 2020 Çarşamba
Müslüman Toplumlar Neden Cahil?
Kabul etmeliyim ki başlık biraz sert oldu. Ancak maalesef ki durum bu. Yine de birini yada birilerini cahil olarak tanımlayabilmek için öncelikle cehaletin ne olduğu ve kime cahil denildiğini net bir şekilde bilmek gerekir. TDK'ya hemen başvurduğumuzda cehalet kelimesine karşılık bilgisizlik karşılığının verildiğini görüyoruz. Cahil kelimesine ise üç farklı karşılık verilmiş. Birincisi öğrenim görmemiş, okumamış, ikincisi belli bir konuda yeterli bilgisi olmayan, üçüncüsü ise deneyimsiz, genç, toy. Haliyle bu yazının başlığının tam anlamıyla cahil kelimesinin sözlükteki kelime anlamını ifade ettiğini, herhangi bir aşağılama ve/veya hakaret amacı güdülmediğini baştan belirtmek isterim. Bununla birlikte bu yakışıksız tanımlamanın ispata muhtaç olduğu da açık. Müsaadenizle ispata çalışayım.
Ülkelerin okuryazarlık istatistiklerini incelemeye alırsak nesnel bir çıkarımda bulunabiliriz. Örneğin 2020 yılı verilerine göre en düşük okuryazarlık oranına sahip ülkelerin hangileri olduğuna bakalım:
Ülkelerin okuryazarlık istatistiklerini incelemeye alırsak nesnel bir çıkarımda bulunabiliriz. Örneğin 2020 yılı verilerine göre en düşük okuryazarlık oranına sahip ülkelerin hangileri olduğuna bakalım:
- Burkina Faso: %36 (Nüfusunun yaklaşık %60'ı müslüman)
- Orta Afrika Cumhuriyeti: %36,8 (Nüfusunun %15'i müslüman)
- Afganistan: %38,2
- Benin: %38,4 (Nüfusunun yaklaşık %28'i müslüman)
- Mali: %38,7 (Nüfusunun %90'ı müslüman)
- Çad: % 40.2 (Nüfusunun yaklaşık %28'i müslüman)
- Fildişi Sahili: %43,1 (Nüfusunun %38,6'sı müslüman)
- Irak: %43,7
- Liberya: %47,6 (Nüfusunun yaklaşık %12'si müslüman)
- Sierra Leone: %48,1 (Nüfusunun %78'i müslüman)
- Etiyopya: %49,1 (Nüfusunun %34'ü müslüman)
Okur yazarlık oranı en yüksek olan ülkeler baktığımızda %99 ve üzerinde okur yazar oranına sahip ülkeler: Belarus, Rusya, Slovenya, Küba, Türkmenistan, Slovakya, Özbekistan, Palau, Kırgızistan, Tonga, Moldova, Maldivler, Karadağ, İtalya, Macaristan, Samoa ve Trinindad ve Tobago olarak listeleniyor. (Kaynak 1)
Buradan da görüleceği üzere çoğunluğu Afrika ülkeleri olmak üzere en düşük okur yazarlık oranına sahip ülkelerde ciddi bir müslüman nüfus bulunuyor. Hatta bazı ülkelerde bu rakam ülke nüfusunun neredeyse tamamı. Örneğin Afganistan ve Irak için oran bile verme gereği duymadım.
Ancak okur yazar oranı en yüksek ülkelere baktığımızda da ciddi müslüman nüfusa sahip ülkelerin bulunduğunu görüyoruz. Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan gibi SSCB'nin dağılmasıyla bağımsızlığını kazanan ülkeler bu listede yerini alıyor. Sovyet rejimini beğenmeyebilirsiniz ancak eğitim konusunda büyük bir başarı yakalamış oldukları da rakamlar tarafından gösteriliyor.
Bununla birlikte 2017 yılında dünyada satılan kitapların ülkelere dağılımı incelendiğinde şöyle bir tablo karşımıza çıkıyor:
- ABD : %30
- Çin : %10
- Almanya: %9
- Japonya: %7
- Fransa: %4
- Birleşik Kırallık: %4
- İtalya: %3
- İspanya: %3
- Hindistan: %2
- Brezilya: %2
Bu listeye bakılınca ABD'nin neden dünyanın süper gücü olduğunu anlamak çok da zor olmasa gerek. Çin ve Hindistan'ın listede yer alması milyarı aşkın nüfusları ile de ilgilidir. Ancak liste incelendiğinde ve nüfusları ile listeye girebilen Çin ve Hindistan elendiğinde Brezilya hariç listedeki ülkelerin tamamının gelişmiş ülkeler olduğu görülüyor. (Kaynak 2)
Ülkelerin nüfusundaki okula gitme ve mezuniyet dereceleri incelendiğinde ise yüksekokul ve üniversite seviyesinde en iyi ülkeler arasında hiçbir müslüman ülke bulunmazken, lise mezuniyetine gelindiğinde Kazakistan listede yer alıyor. İlkokul seviyesine gelindiğinde ise Kırgızistan'la birlikte Suudi Arabistan'ı listede görüyoruz. (Kaynak 3)
Yıllık alınan patent sayıları incelendiğinde yukarıdan aşağı inilirken karşılaştığımız ilk ülke olan Suudi Arabistan'ı 22. sırada görüyoruz. Türkiye ise bu listede 30. sırada. (Kaynak 4)
Hal böyle olunca müslüman ülkelerin büyük bir cehalet içinde olduğu, okur yazarlığın yüksek olduğu SSCB'den kopan ülkelerde ise kayda değer bilimsel gelişmelerin yaşanmadığını veriler bize gösteriyor. Ayrıca müslüman ülkelere baktığımızda halkın genel olarak batılı ülkelerden çok daha az okula gittiği, çok daha az kitap okuduğu, çok daha az bilimsel ve teknik başarı gösterdiği ortada olan bir gerçek.
Peki bunun nedeni nedir? İşin açıkçası çok büyük bir zenginlik yaşamamış olan SSCB bile halkına yüksek bir okur yazarlık oranı sağlayabilmiş. Ancak özgür düşüncenin bu sistemde bulunmaması nedeniyle ar-ge ve bilimsel gelişmelerde geri kalınmış görünüyor. Yaratıcı düşünce gereken alanlarda SSCB'den ayrılan ülkelerin pek kayda değer başarısını göremiyoruz.
İçinde bulunduğumuz çağda artık kitaplar elektronik ortamda, cebimizdeki telefondan bile okunabiliyor. Aslında hemen herkes cebinde potansiyel bir kütüphane taşıyor. Üstelik Gutenberg Project gibi ücretsiz, telifsiz pek çok kitaba erişilebilecek platformlar da mevcut. Hal böyleyken müslümanların önemli bir kısmının okur yazar olmaması, olsa bile kitap okumaması, eğitim hayatının genellikle kısa sürmesi nedenleriyle incelenmeli. Bunda müslümanların yaşadığı ülkelerin ekonomik ve siyasi sorunları bir neden olarak gösterilebilse dahi, siyasi sorunların akılcı çözümü ve ekonomik gelişme için de eğitimli insanların varlığı gerekiyor. Bugün hızla gelişmekte olan Güney Kore eğitime yeterince önem vermemiş olsaydı günümüzde küresel pek çok teknoloji markasına sahip olabilir miydi? Kuzey Kore'nin biraz daha gelişmiş, biraz daha modern versiyonu olarak olduğu yerde sayan bir ülke olarak kalırdı. Yani ekonomik gelişme için kaliteli bir eğitim sistemi ve okuyan, düşünen, eleştiren, çok geniş bir perspektife sahip insanlar yetiştirmek şart.
Müslüman Toplumların Cahil Olmasında İslamın Etkisi Var Mı?
Belki müslüman toplumlarda cehaletin böylesin yaygın olması ile İslam arasında bir bağlantı olup olmadığı merak edilebilir. Dini açıdan ahkam kesebilecek biri olmasam da Kuran'da pek çok defa "akletmezler mi?", "görmezler mi?", "anlamazlar mı?" gibi manalara gelen ifadelerin varlığı görülmektedir. Bundan hareketle İslam dininin düşünmeye, anlamaya, kafa yormaya önem verdiği, bunu en iyi yapabilmek için ise eğitimin gerektiği göz önüne alınırsa, İslam dininin cehaletin nedeni olarak kabul edilmesi kesinlikle mümkün değildir.
Kaldı ki, inanalar için cennete giden yolun kılavuzu niteliğinde olan Kuran, inanışa göre bizzat Allah tarafından peygamberi aracılığı ile insanlara aktarılmıştır. İçindeki her bir ayet Allah'ın kelamıdır. Bu ayetler hem toplumsal hem de bireysel olarak tüm insanlara hitap etmektedir. Ve bilindiği üzere Allah'ın peygamberine ilk vahyi "Oku!" dur. İstisnai vahiyler hariç olmak üzere peygambere gelen her vahiy aslında ona inanan tüm insanlara söylenmiş sayılacağından aslında Allah tüm müslümanlara ilk olarak "Oku!" demiştir. Bu ifadenin ise bir emir cümlesi olduğu ortadadır. Haliyle okumak müslümanların inanışında Allah tarafından onlara verilen ilk görev, hatta ilk emirdir. Bu nedenle de İslam dini ile müslüman toplumların cehaleti arasında doğrudan bir bağ kurmak akıl dışıdır. Hatta öyle denilebilir ki, müslüman olmanın ilk şartı okumaktır. Daha ilk emirde savsaklayan biri nasıl olur da sonraki diğer emirleri doğru düzgün anlayabilir, kavrayabilir ve uygulayabilir.
SONUÇ
Tüm veriler ortaya konulduğunda müslüman toplumların neden cahil kaldıkları ile ilgili net bir kanaate ulaşmak mümkün değil. Üstelik İslam tarihinin belirli bir döneminde ciddi bilimsel gelişmelerin de yaşandığı ve günümüz bilim dünyasına da ışık tutmuş pek çok İslam aliminin de bu dönemde yetiştiğini unutmamak gerekir. Ancak ruhban sınıfı bulunmayan İslam dininde dini bilgisi yüksek kişilerin bu bilgileri ile parlayabilmeleri, çeşitli ünvanlar, makamlar ve mevkiler kazanabilmeleri için diğer insanların okuyup araştırmıyor olmasının gerektiği de ortadadır. Belki de bu yüzden çeşitli kesimler tarafından önemsenen ve Şeyh vb. ünvanlarla anılan kişilerin Kuran'ı herkesin anlayamayacağı, kavrayamayacağı, dinle uğraşmanın kolay olmadığı gibi söylemleri ile insanları dinlerini araştırarak öğrenmekten soğutmaları hatta korkutmaları buna bir etken olabilir. Yine de kesin bir neden ortaya koymak mümkün değil. Eğer ortada kesin bir neden yoksa bu genellikle çok sayıda nedenin varlığını ve girift bir durumun mevcut olduğunu gösterir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)