Koca bir dünyada yaşamakta insan. Ancak bu koca dünyada her yeri göremeyecek. Bazen kaldırır kafamı ve güneşe bakarım. Benimle birlikte aynı anda aydınlattığı kim bilir nereler var, uzaklarda, çok uzaklarda bir yerler, hiç gitmeyeceğim yerler, hiç bilmeyeceğim yerler. Ben de sizinle aynı anda gündüzü yaşadım diyemeyeceğim yerler.
Ben gündüzü yaşarken geceyi yaşayan yerler de var. Gündüzü aynı anda hiç yaşayamayadığım insanlar var, ben kahvaltı yaparken akşam yemeği için sofraya oturanlar var.
Dünyanın pek azını yaşayabiliyoruz, pek azına yetiyor ömür. Bazen çok uzak yerlere gitmek isterim. Ta Madagaskar limanlarından Çin limanlarına kadar gitmek isterim bir gemide bazen. Belki benim de her gece yıldızlara karşı Hoy lu lu şarkısı söyleyen arkadaşlarım olurdu. Ancak Madagaskar'a gideceğimi hiç sanmıyorum. Hiç Uluru'ya akşam güneşi ihtişamlı bir kırmızı renk bahşederken, o manzarayı bir kanguru ile paylaşacağımı da sanmıyorum.Kamçatka'nın adı konmamış volkanlarının yamaçlarında yeni bir güne merhaba demeyeceğim sanırım hiç bir gün.
Hal böyle iken nasıl olur da; "bu dünyada yaşıyorum" diyebilirim ki? Nasıl diyebilirsiniz? Bazen yola çıkarım, bir şehrinden bir başkasına giderim ülkemin. Yolda köyler, şehirler, hiç gezmediğim, hiç gezmeyeceğim yollar. Bir meraktır sarar beni. Acaba kimler yaşıyor bu evlerde? Acaba ne dertleri, nasıl hayalleri var? Bir an içimden kendi hayatımdan sıyrılıp, onların hayatına karışmak geçer. Bir başka yerde, hiç tatmadığım bir hayat.
Bir hayat, bir ömür yetmiyor bu dünyayı yaşayabilmek için. Bakmayın dünya küçüldü diyenlere. Onlar kendilerine koca bir dünyada sınırlar içinde daraltılmış küçük dünyacıklar kuruyorlar. Onlar küçük dedikleri dünyanın kaçta kaçını yaşıyorlar. Hepsinin bir şehirde geçmiyor mu hayatları? Hepsi iş-ev arasında bir kısırdöngü ile tüketmiyorlar mı yaşamlarını? Ha arada tatile falan çıkarlar, üç beş şehir görürler. Arada sınırlarını aşarlar. Ancak yine de topu topu bir kaç şehirde tüketirler hayatlarını. O şehirlerin de çok az bir kısmını yaşarlar. Ben İstanbul'da yaşarken bazen boğazı görmeden aylar geçerdi. Oysa ne keyiflidir yosunlu taşlar arasında süzülen bir sarganı seyretmek. Ya da suya dalan bir karabatağın çıkacağı yeri tahmin etmeye çalışmak.
Bu güzel dünyada ne çirkin hayatlar yaşanıyor, inanılır gibi değil. Gerçekten değil.
3 Mart 2010 Çarşamba
2 Mart 2010 Salı
Bir Şiir Ve Hakkında Uzun Sözler
Diyince
Balık diyince aklıma kılçık gelir
Kılçık diyince toz
Toz diyince nem
Sürünürek koşan günler geçtiğince
Hayat diyince aklıma ter gelir
Bir ömür bildiğimce
Gelir gider olduk
Gönül ipi serdiğimce
Sabah görmeden akşamı bulduk
Hazan yaprağı sevdiğimce
Yakın ektik uzak bulduk
Tene ten değdiğince
12.04.09 06.30
Şiirin Açıklaması:
*****Önemli Önsöz*****
Öncelikle şiir yazanın değil okuyanın şiirdir. Bu bakımdan bir şairin şiiri hakkında açıklama yazması aslında çok da doğru bir şey değil. Ancak bu açıklama belki, bundan sonraki şiir paylaşımlarımda şiirin nasıl okunması gerektiği hakkında bir ipucu verebilir diye düşünmekteyim. Zaten bundan sonra paylaştığım şiirlerin açıklamasını yapmacağım. Sizler ne anladığınızı yorum ekleyerek ifade edebilirsiniz.
Açıklama:
Öncelikle şiiri yazarken ne düşündüğümü ve hissettiğimi tam olarak hatırlamadığımı belirtmem gerek.
"Balık diyince aklıma kılçık gelir"
Burada balıkla ne kast edilmiştir? Balık avına gittiğinizde oltanıza yemi takar ve beklersiniz. Bu bakımdan balık beklenilendir, umulandır, hayali kurulandır. Balık size sabretmeyi öğretendir. Üstelik geleceğinin de garantisi yoktur, belki umutsuz bir bekleyiştir, ancak bitmeyecek bir bekleyiştir aynı zamanda.
Balık yerken eğer dikkat etmezseniz boğazınıza kılçık takılabilir. Kılçık yediğiniz balığın tüm keyfini kaçırır, yediğiniz balık burnunuzdan gelir adeta. Balık denilince kılçığın akla gelmesi, şartlı refleks olmuş bir durum gibidir. Ne zaman bir balığa kavuşulsa, yani ne zaman kurulan bir hayal gerçek olsa, bir beklenti gerçekleşse, bir kılçık tüm keyfini kaçırmıştır balığın. Belki bin bir emek çekilmiştir, sabredilmiştir yıllarca, ancak balık ağız tadıyla yenilememiştir. Emele kavuşmanın huzuru ve mutluluğu yaşanılamamıştır.
Kılçık denilince akla gelen toza gelelim. Toz, uzun süre dokunulmamış eşyaların üzerinde birikir. Şiirde kılçık ve toz arasında bağ kurulması, kılçıkların geçmişte kaldığına işaret ediyor. Ancak bunun nedeni artık balık yerken boğazına kılçık takılmamasından değil, artık balık avlamaktan, yani bir şeyleri umut etmekten, hayal kurmaktan,beklemekten vazgeçmiş olmanın bir sonucudur. Bir pes ediş söz konusudur. Bunu şiirin sonraki bölümlerinden rahatlıkla anlamak mümkün.
Tozlu eşyaları karıştırırsanız tüm tozlar havalanır. O kadar çok tozludur ki, yani o kadar çok zaman geçmiştir ve üzeri tozlanmış o kadar çok gerçekleşmemiş, bir kılçık tarafından bozulmuş umut/beklenti/hayal vardır ki, ne zaman eski defterler karıştırılsa, tüm tozlar havaya uçuşmakta, yani eski yaralar deşilmekte, hayal kırıklıkları yürek burkmakta ve gözler nemlenmektedir. Tozla nem arasındaki bağlantı, tozlu defterleri karıştırma sonucu uçuşan tozların göze kaçacağı, yani kalbi buracağı ve gözleri nemlendireceği gerçeğidir.
"Sürünerek koşan günler geçtiğince" mısrasına gelelim. Günler sıkıntılı geçmiştir, kırıklıklarla, üzüntülerle doludur. Ya da boşuna da olsa bekleyiş vardır. Beklenen ne kadar özelse, beklerken geçen zaman o kadar uzun gelir insana. Yani oltayı atıp beklerken zaman geçmek bilmemiştir. Hep bir endişe ve merak vardır, hep bir sabırsızlık... Ancak aradan onca zaman geçip de, bugüne gelindiğinde anlaşılmıştır ki o adeta sürünerek geçen günler ne de çabuk tükenmiş. Belki de bitmek bilmez gibi gelen bir ömür tükenmiş. İçinde bulunulan an ne kadar sürünerek geçiyor gibi gelirse gelsin insana, aslında zaman koşmaktadır dört nala. Koşmuştur da. Bu günler boyunca bekentiler/hayaller/ümitler hep boşa çıkmıştır, artık pes edilmiştir ama. Artık günler de koşarak geçmektedir.
Hayat, baştan sona bir savaşımdır, bir kavgadır. Çocukluk oyunlarından, eğitim hayatıne, ordan işe girme, ekmek parası derdi, evlilik, sorumluluklar. Çalışmak, ter dökmek gerekmiştir bilinen, yani ömrün yaşanmış parçasında. Hiç bir şey kolay olmamıştır, belki biraz talihsizlik ima edilmektedir. Yani her şey normalde olması gerekenden daha zor olmuştur, balıklar hep başkalarının oltalarına uğramıştır. Yani zaten hep bir kılçığın keyfini kaçırdığı o umutlar/hayaller/beklentiler de zor gerçekleştirilmiştir.
Gönül ipi kısmı biraz karışık. Nasrettin Hocan'nın ipe un serme fıkrası vardır. Fıkrayı anlatmayacağım tabi ki. Burada boşa çıkan hayaller/bekleyişler/umutlar, geçmişte kalan iyi kötü anılar bir ipe sıralanmıştır. Çamaşır iplerindeki mandallar gibi zamana göre sıralanmış mandallar ve onlara asılı çamaşırlar gibi. Burada ip aslında zamandır, yaşanılan zaman. O zamana serilen de yaşanmışlıklardır. Her birine gelinmiş, sonra terk edilmiştir. Hiç bir şey kar kalmamıştır. Her biri boşa çıkmıştır, kırmıştır, üzmüştür. Gönülde yaşanan içsel zamanda, yani aslında koşan zamanı sürünüyormuş gibi algılatan zamanda, pek çok olaylar olmuş pek çok yerlere gidilmiş, pek çok insanlarla tanışılmıştır belki. Ancak hepsi artık geçmişin bir parçasıdır, o kadar.
Sabah görmeden akşamı bulduk demekler belki ilk mısraya bir gönderme var. Yani daha balığın mutluluğunu yaşamaya başlamadan, ilk lokmada bir kılçık geldi takıldı ve onca zaman sabredilip beklenilen mutluluk bir anda, daha başlamadan sona erdi. Belki de zaman o kadar hızlı geçti ki, öyle algılandı. Belki de az da olsa mutlu olundu, ancak o anlar da mutluluğa doymayı bırakın, tadına alışamadan henüz sona erdi. Yarım kalan mutluluklar dizisi. Yarım kalan aşklar, arkadaşlıklar bir anda sona erdi, daha yaşanacak çok şey vardı belki ama, bir anda hazan yaprağı gibi solup sarardılar, döküldüler, yerde biriktiler. Burada çokluk da var. Yani balık denilince akla kılçık gelmesinin nedeni var. O kadar çok defalar kılçık takılmış ki boğaza, bu kılçıkların, belki de daha başlamadan sona erdirdiği mutlu anlar, tükenen hayaller, tükenen aşklar ve arkadaşlıklar,yani en azından bir zamanlar sevilen insanlar, sonbaharda toprağı yorgan gibi örten hazan yaprakları kadar çoktu demek ki.
Yakın ekip uzak bulmak. Yani erişmek için çabalamak. Adeta bir kıyıya ulaşmak için kulaç atmak gibi. Ancak yakınlaşmak için atılan her kulaç biraz daha uzaklaştırmıştır. Dalgalar, yani yaşam şartları, yani kader belki, galip gelmiştir hep. Tüm emekler boşa gitmiştir. Tene ten değmekten kasıt bir sevgilidir muhtemelen. Kaç kişiyi sevmilmişse ulaşılamamıştır, ulaşılmaya çalıştıkça araya mesafeler girmiş, ve bu mesafeler aşılmaya çalışıldıkça büyümüştür. Belki de salt sevgili değildir kasıt. Uzanıp dokunabileceğin, yardım elini sana uzatabilecek, güvenebileceğin arkadaşlardır. Oysa suya düşülmüştür bir kere, kulaçlar hep boşadır artık. Sarılınılacak tek şey ise yılandır. Acımasız hayatın soğukluğu, yani ayrılık ve bitişler.
İşte böyle, biraz acele oldu, ve de özensiz. Kusuruma bakmazsınız umarım.
Balık diyince aklıma kılçık gelir
Kılçık diyince toz
Toz diyince nem
Sürünürek koşan günler geçtiğince
Hayat diyince aklıma ter gelir
Bir ömür bildiğimce
Gelir gider olduk
Gönül ipi serdiğimce
Sabah görmeden akşamı bulduk
Hazan yaprağı sevdiğimce
Yakın ektik uzak bulduk
Tene ten değdiğince
12.04.09 06.30
Şiirin Açıklaması:
*****Önemli Önsöz*****
Öncelikle şiir yazanın değil okuyanın şiirdir. Bu bakımdan bir şairin şiiri hakkında açıklama yazması aslında çok da doğru bir şey değil. Ancak bu açıklama belki, bundan sonraki şiir paylaşımlarımda şiirin nasıl okunması gerektiği hakkında bir ipucu verebilir diye düşünmekteyim. Zaten bundan sonra paylaştığım şiirlerin açıklamasını yapmacağım. Sizler ne anladığınızı yorum ekleyerek ifade edebilirsiniz.
Açıklama:
Öncelikle şiiri yazarken ne düşündüğümü ve hissettiğimi tam olarak hatırlamadığımı belirtmem gerek.
"Balık diyince aklıma kılçık gelir"
Burada balıkla ne kast edilmiştir? Balık avına gittiğinizde oltanıza yemi takar ve beklersiniz. Bu bakımdan balık beklenilendir, umulandır, hayali kurulandır. Balık size sabretmeyi öğretendir. Üstelik geleceğinin de garantisi yoktur, belki umutsuz bir bekleyiştir, ancak bitmeyecek bir bekleyiştir aynı zamanda.
Balık yerken eğer dikkat etmezseniz boğazınıza kılçık takılabilir. Kılçık yediğiniz balığın tüm keyfini kaçırır, yediğiniz balık burnunuzdan gelir adeta. Balık denilince kılçığın akla gelmesi, şartlı refleks olmuş bir durum gibidir. Ne zaman bir balığa kavuşulsa, yani ne zaman kurulan bir hayal gerçek olsa, bir beklenti gerçekleşse, bir kılçık tüm keyfini kaçırmıştır balığın. Belki bin bir emek çekilmiştir, sabredilmiştir yıllarca, ancak balık ağız tadıyla yenilememiştir. Emele kavuşmanın huzuru ve mutluluğu yaşanılamamıştır.
Kılçık denilince akla gelen toza gelelim. Toz, uzun süre dokunulmamış eşyaların üzerinde birikir. Şiirde kılçık ve toz arasında bağ kurulması, kılçıkların geçmişte kaldığına işaret ediyor. Ancak bunun nedeni artık balık yerken boğazına kılçık takılmamasından değil, artık balık avlamaktan, yani bir şeyleri umut etmekten, hayal kurmaktan,beklemekten vazgeçmiş olmanın bir sonucudur. Bir pes ediş söz konusudur. Bunu şiirin sonraki bölümlerinden rahatlıkla anlamak mümkün.
Tozlu eşyaları karıştırırsanız tüm tozlar havalanır. O kadar çok tozludur ki, yani o kadar çok zaman geçmiştir ve üzeri tozlanmış o kadar çok gerçekleşmemiş, bir kılçık tarafından bozulmuş umut/beklenti/hayal vardır ki, ne zaman eski defterler karıştırılsa, tüm tozlar havaya uçuşmakta, yani eski yaralar deşilmekte, hayal kırıklıkları yürek burkmakta ve gözler nemlenmektedir. Tozla nem arasındaki bağlantı, tozlu defterleri karıştırma sonucu uçuşan tozların göze kaçacağı, yani kalbi buracağı ve gözleri nemlendireceği gerçeğidir.
"Sürünerek koşan günler geçtiğince" mısrasına gelelim. Günler sıkıntılı geçmiştir, kırıklıklarla, üzüntülerle doludur. Ya da boşuna da olsa bekleyiş vardır. Beklenen ne kadar özelse, beklerken geçen zaman o kadar uzun gelir insana. Yani oltayı atıp beklerken zaman geçmek bilmemiştir. Hep bir endişe ve merak vardır, hep bir sabırsızlık... Ancak aradan onca zaman geçip de, bugüne gelindiğinde anlaşılmıştır ki o adeta sürünerek geçen günler ne de çabuk tükenmiş. Belki de bitmek bilmez gibi gelen bir ömür tükenmiş. İçinde bulunulan an ne kadar sürünerek geçiyor gibi gelirse gelsin insana, aslında zaman koşmaktadır dört nala. Koşmuştur da. Bu günler boyunca bekentiler/hayaller/ümitler hep boşa çıkmıştır, artık pes edilmiştir ama. Artık günler de koşarak geçmektedir.
Hayat, baştan sona bir savaşımdır, bir kavgadır. Çocukluk oyunlarından, eğitim hayatıne, ordan işe girme, ekmek parası derdi, evlilik, sorumluluklar. Çalışmak, ter dökmek gerekmiştir bilinen, yani ömrün yaşanmış parçasında. Hiç bir şey kolay olmamıştır, belki biraz talihsizlik ima edilmektedir. Yani her şey normalde olması gerekenden daha zor olmuştur, balıklar hep başkalarının oltalarına uğramıştır. Yani zaten hep bir kılçığın keyfini kaçırdığı o umutlar/hayaller/beklentiler de zor gerçekleştirilmiştir.
Gönül ipi kısmı biraz karışık. Nasrettin Hocan'nın ipe un serme fıkrası vardır. Fıkrayı anlatmayacağım tabi ki. Burada boşa çıkan hayaller/bekleyişler/umutlar, geçmişte kalan iyi kötü anılar bir ipe sıralanmıştır. Çamaşır iplerindeki mandallar gibi zamana göre sıralanmış mandallar ve onlara asılı çamaşırlar gibi. Burada ip aslında zamandır, yaşanılan zaman. O zamana serilen de yaşanmışlıklardır. Her birine gelinmiş, sonra terk edilmiştir. Hiç bir şey kar kalmamıştır. Her biri boşa çıkmıştır, kırmıştır, üzmüştür. Gönülde yaşanan içsel zamanda, yani aslında koşan zamanı sürünüyormuş gibi algılatan zamanda, pek çok olaylar olmuş pek çok yerlere gidilmiş, pek çok insanlarla tanışılmıştır belki. Ancak hepsi artık geçmişin bir parçasıdır, o kadar.
Sabah görmeden akşamı bulduk demekler belki ilk mısraya bir gönderme var. Yani daha balığın mutluluğunu yaşamaya başlamadan, ilk lokmada bir kılçık geldi takıldı ve onca zaman sabredilip beklenilen mutluluk bir anda, daha başlamadan sona erdi. Belki de zaman o kadar hızlı geçti ki, öyle algılandı. Belki de az da olsa mutlu olundu, ancak o anlar da mutluluğa doymayı bırakın, tadına alışamadan henüz sona erdi. Yarım kalan mutluluklar dizisi. Yarım kalan aşklar, arkadaşlıklar bir anda sona erdi, daha yaşanacak çok şey vardı belki ama, bir anda hazan yaprağı gibi solup sarardılar, döküldüler, yerde biriktiler. Burada çokluk da var. Yani balık denilince akla kılçık gelmesinin nedeni var. O kadar çok defalar kılçık takılmış ki boğaza, bu kılçıkların, belki de daha başlamadan sona erdirdiği mutlu anlar, tükenen hayaller, tükenen aşklar ve arkadaşlıklar,yani en azından bir zamanlar sevilen insanlar, sonbaharda toprağı yorgan gibi örten hazan yaprakları kadar çoktu demek ki.
Yakın ekip uzak bulmak. Yani erişmek için çabalamak. Adeta bir kıyıya ulaşmak için kulaç atmak gibi. Ancak yakınlaşmak için atılan her kulaç biraz daha uzaklaştırmıştır. Dalgalar, yani yaşam şartları, yani kader belki, galip gelmiştir hep. Tüm emekler boşa gitmiştir. Tene ten değmekten kasıt bir sevgilidir muhtemelen. Kaç kişiyi sevmilmişse ulaşılamamıştır, ulaşılmaya çalıştıkça araya mesafeler girmiş, ve bu mesafeler aşılmaya çalışıldıkça büyümüştür. Belki de salt sevgili değildir kasıt. Uzanıp dokunabileceğin, yardım elini sana uzatabilecek, güvenebileceğin arkadaşlardır. Oysa suya düşülmüştür bir kere, kulaçlar hep boşadır artık. Sarılınılacak tek şey ise yılandır. Acımasız hayatın soğukluğu, yani ayrılık ve bitişler.
İşte böyle, biraz acele oldu, ve de özensiz. Kusuruma bakmazsınız umarım.
1 Mart 2010 Pazartesi
YAŞAMAK
Yaşamak, içinde akşam kelebeği umutlarla. Bir anlık gülümseyiş için çekilen bin çile. Yaşamak ama, yaşamak yine de.
Yaşamak, herkesin ancak fotoğraflarda mutlu olabildiği bir dünyada. Mutlu görünebilme savaşımı içindeyken bir tebessüm için harcanan emek. Herkesi mutlu görmek istemek, fotoğraflarda olsun.
Yaşamak, bir kaç dakikalık zevkin sonucunda, sorulmadan bize, acılar içinde getirildiğimiz hayatı. Gelir gelmez attığımız ilk çığlık bir hastane koridorunu doldururken sevinen bir adama sonradan saygı duymak için yaşamak. Bize kendi doğrularını ve korkularını dayatan insanlar istedi diye yaşamak. Onlar istedi diye, zorla onlar gibi olmak. Ama bilmemek, kabullenmek onların bir zamanlar kabullendiği gibi, onlara dayatılanları. İçselleştirmek bir dili, bir dini, bir kültürü ve kanlı bir tarihi. Atalarının kaç bin kelle uçurduğu ile övünen ödleklerin arasında yaşamak.
Yaşamak, mümkün değil ne bir ağaç gibi tek ve hür, ne de bir orman gibi kardeşçesine. Yaşamak kavga içinde. Yaşamak sevmek için ve de sevdiklerini kırmak için, sonra kırıkları tekrar kırılabilir kılmak amacıyla yapıştırmak için.
Yaşamak, elinde bir avuç umutla ayakta durmak ve güneş çıkınca eriyen kardan adam gibi çökmek için. Yaşamak, bir gün kimsenin ne adını ne de sesini hatırlayacağı günlerin geleceğini bilirken, hatırlanmayı ummak için.
Yaşamak, hiç bir zaman kendin olamayacağın bir dünyada, başkaları olup, olduğun şeyi kendin kabul etmek, ve kendini o sanmak için.
Yaşamak, sadece iki nokta arasındaki yolu kat etmek için.
Her ne olursa olsun yaşamak, gelmeyecek olanları beklemek için. Yaşamak, beklemekten yorgun düşen bedenini bir duvara yaslayıp, nereye yetişmeye çalıştığını bilmediğin insanların anlamsız acele edişlerindeki zavallılığı görmezden gelmek için.
Yaşamak, neden yaşadığını bir gün bile kendine sormadan, hatta sormaya fırsat bulamadan, yaşamdan ansızın kopmak için.
Yaşamak, herkesin ancak fotoğraflarda mutlu olabildiği bir dünyada. Mutlu görünebilme savaşımı içindeyken bir tebessüm için harcanan emek. Herkesi mutlu görmek istemek, fotoğraflarda olsun.
Yaşamak, bir kaç dakikalık zevkin sonucunda, sorulmadan bize, acılar içinde getirildiğimiz hayatı. Gelir gelmez attığımız ilk çığlık bir hastane koridorunu doldururken sevinen bir adama sonradan saygı duymak için yaşamak. Bize kendi doğrularını ve korkularını dayatan insanlar istedi diye yaşamak. Onlar istedi diye, zorla onlar gibi olmak. Ama bilmemek, kabullenmek onların bir zamanlar kabullendiği gibi, onlara dayatılanları. İçselleştirmek bir dili, bir dini, bir kültürü ve kanlı bir tarihi. Atalarının kaç bin kelle uçurduğu ile övünen ödleklerin arasında yaşamak.
Yaşamak, mümkün değil ne bir ağaç gibi tek ve hür, ne de bir orman gibi kardeşçesine. Yaşamak kavga içinde. Yaşamak sevmek için ve de sevdiklerini kırmak için, sonra kırıkları tekrar kırılabilir kılmak amacıyla yapıştırmak için.
Yaşamak, elinde bir avuç umutla ayakta durmak ve güneş çıkınca eriyen kardan adam gibi çökmek için. Yaşamak, bir gün kimsenin ne adını ne de sesini hatırlayacağı günlerin geleceğini bilirken, hatırlanmayı ummak için.
Yaşamak, hiç bir zaman kendin olamayacağın bir dünyada, başkaları olup, olduğun şeyi kendin kabul etmek, ve kendini o sanmak için.
Yaşamak, sadece iki nokta arasındaki yolu kat etmek için.
Her ne olursa olsun yaşamak, gelmeyecek olanları beklemek için. Yaşamak, beklemekten yorgun düşen bedenini bir duvara yaslayıp, nereye yetişmeye çalıştığını bilmediğin insanların anlamsız acele edişlerindeki zavallılığı görmezden gelmek için.
Yaşamak, neden yaşadığını bir gün bile kendine sormadan, hatta sormaya fırsat bulamadan, yaşamdan ansızın kopmak için.
Son Dış Ticaret İstatistikleri
Ekonomideki gelişmeler halka hep çarpıtılarak iletilir. İktidar partisi ya da partileri her zaman olumlu rakamlar üzerine vurgu yapar, olumsuz rakamları halka açıklamaktan kaçınır. Muhalefet ise tablonun olumsuz rakamlarını görür. Gerçek ise ne iktidarın söylediği kadar parlak, ne de muhalefetin iddia ettiği kadar karamsardır. Bunun böyle oluşu ekonomik verilerin tek başına bir anlam ifade etmemesi, diğer veriler ile kıyaslanarak yorumlanmasının gerekliliğinden kaynaklanıyor.
Tuik 26 şubatta ocak ayı dış ticaret istatistiklerini açıkladı. Açıklanan verilere bakıldığında, durum ciddi denilebilir. Önce aşağıdaki grafiğe bakalım.
Geçen yılın ocak ayının ihracat rakamı ile bu yılın ihracat rakamı neredeyse aynı, çok az bir düşüş var ( %0.3 ). Bununla beraber ithalatta önemli bir artış söz konusu ( %23.9 ). Sonuç olarak dış ticaret açığı %160.6 gibi büyük bir artış göstermiş. Yani makas açılmış.
Burada ihracat ve ithalat gibi değerlerinin çok önemli olmadığını belirtmeliyim. Yani ocak ayı ithalatımız 11.504 milyar dolar değil de 115.04 milyar dolar da olabilirdi. Böyle bir değişiklik elbette ki önemsiz denilemez, sonuçta arada 10 katlık bir fark var. Buna ekonominin derinliği denilebilir. Ancak asıl önemli olan dış ticaret açığı oran olarak nedir ve nasıl seyretmekte olduğudur. %160.6'lık bir dış ticaret açığı artışı kesinlikle sürdürülebilir değildir.
Tablonun karanlık tarafına bir göz attıktan sonra, biraz olsun umut veren tarafına bakalım. Sermaye mallarının ithalat içindeki payı geçen yılın ocak ayında %13.0 iken bu yıl %13,4 olmuştur. Rakamsal olarak 1203 milyon dolardan 1540 milyon dolara yükselmiş. Bu değişim Türk sanayicilerin yatırım yapmaya isteğinin krize rağmen artış gösterdiğini söylüyor. Yani sanayicilerimiz ya teknolojilerini yenilemek ya da işlerini büyütmek için yatırım malları ithal etmiş. Bu güzel bir haber, özellikle de işsizler için. Her açılan ya da kapasitesi artırılan fabrika, yeni işçiler demek ne de olsa. Ara malı ithalatımızda da bir miktar artış olmuş. Yani sanayide çarklar az da olsa dönüyor, ancak ara malı ithalatının hem rakamsal hem de oransal olarak artıyor oluşu iyi değil. Türk sanayiciler yerli üretim ara malları kullanmaktansa ithal etmeyi tercih ediyor ve bu da yerli üreticileri zor durumda bırakıyor demektir.
Sanayici kar peşinde koşar, yerli ara malı üreticilerinin üzerindeki maliyet yükleri azaltılırsa belki ara malı ithalatı azalabilir. Ama hükümetin derdi daha çok darbe planları, anayasa değişikliği gibi konular olduğu için böyle bir düzenleme gelmeyecektir.
Tablo budur. İstatistiklere Tuik'in sitesinden ulaşabilirsiniz.
Tuik 26 şubatta ocak ayı dış ticaret istatistiklerini açıkladı. Açıklanan verilere bakıldığında, durum ciddi denilebilir. Önce aşağıdaki grafiğe bakalım.
Geçen yılın ocak ayının ihracat rakamı ile bu yılın ihracat rakamı neredeyse aynı, çok az bir düşüş var ( %0.3 ). Bununla beraber ithalatta önemli bir artış söz konusu ( %23.9 ). Sonuç olarak dış ticaret açığı %160.6 gibi büyük bir artış göstermiş. Yani makas açılmış.
Burada ihracat ve ithalat gibi değerlerinin çok önemli olmadığını belirtmeliyim. Yani ocak ayı ithalatımız 11.504 milyar dolar değil de 115.04 milyar dolar da olabilirdi. Böyle bir değişiklik elbette ki önemsiz denilemez, sonuçta arada 10 katlık bir fark var. Buna ekonominin derinliği denilebilir. Ancak asıl önemli olan dış ticaret açığı oran olarak nedir ve nasıl seyretmekte olduğudur. %160.6'lık bir dış ticaret açığı artışı kesinlikle sürdürülebilir değildir.
Tablonun karanlık tarafına bir göz attıktan sonra, biraz olsun umut veren tarafına bakalım. Sermaye mallarının ithalat içindeki payı geçen yılın ocak ayında %13.0 iken bu yıl %13,4 olmuştur. Rakamsal olarak 1203 milyon dolardan 1540 milyon dolara yükselmiş. Bu değişim Türk sanayicilerin yatırım yapmaya isteğinin krize rağmen artış gösterdiğini söylüyor. Yani sanayicilerimiz ya teknolojilerini yenilemek ya da işlerini büyütmek için yatırım malları ithal etmiş. Bu güzel bir haber, özellikle de işsizler için. Her açılan ya da kapasitesi artırılan fabrika, yeni işçiler demek ne de olsa. Ara malı ithalatımızda da bir miktar artış olmuş. Yani sanayide çarklar az da olsa dönüyor, ancak ara malı ithalatının hem rakamsal hem de oransal olarak artıyor oluşu iyi değil. Türk sanayiciler yerli üretim ara malları kullanmaktansa ithal etmeyi tercih ediyor ve bu da yerli üreticileri zor durumda bırakıyor demektir.
Sanayici kar peşinde koşar, yerli ara malı üreticilerinin üzerindeki maliyet yükleri azaltılırsa belki ara malı ithalatı azalabilir. Ama hükümetin derdi daha çok darbe planları, anayasa değişikliği gibi konular olduğu için böyle bir düzenleme gelmeyecektir.
Tablo budur. İstatistiklere Tuik'in sitesinden ulaşabilirsiniz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)