10 Şubat 2020 Pazartesi

Nüfus Artışı Nereye Kadar?

Dünya nüfusu 7 milyarı aştı ve 8 milyara doğru gidiyor. 2050 yılında 9.7 milyara ulaşması beklenen dünya nüfusunun içinde bulunduğumuz yüzyılın sonunda 11 milyara ulaşması bekleniyor. Tabi ki bu beklentinin içinde olası salgın hastalıklar ve savaşlar ne kadar hesaba katıldı bilemiyoruz. Ayrıca dünyadaki pek çok ülkede nüfus artışı durmuş ve hatta bazı ülkelerde nüfus azalmaya başlamış durumda. Buna en dramatik örnek olarak Japonya verilebilir.

Nüfus artışı ülkeler için önemli. Nüfus ülkelerin gücünün ölçümünde dahi kullanılıyor. Demografik güç doğrudan nüfusa bağlı bir unsur olarak ülkelerin gücünün kıyaslanmasında kullanılıyor. Sonuçta nüfusu kalabalık bir ülke çok sayıda savaşabilecek askere de sahip oluyor. Ancak bu yazıda askeri konulara değinmeyeceğim.

Ekonomi açısından da nüfus önemlidir. İstisnasız her insan ya hem üretici hem tüketici ya da sadece tüketici olarak ekonomik sistemde yerini alır. Sadece tüketiciler grubuna herhangi bir alanda üretim yapamayacak kadar sağlık sorunları olan hastaları, küçük çocukları ve emekli maaşı ile geçinen yaşlıları koyabiliriz. Geri kalan nüfus mutlaka bir şeyler üretiyor ve tüketiyordur. Burada üretim tarladaki bir üründen fabrikadan çıkan bir mala veya kuaförün kestiği saça kadar her türlü mal ve hizmeti kapsarken, tüketim ise bu mal ve hizmetlerin bedel karşılığı kullanılmasıdır.

Ekonomilerde üretim tüketim tarafından tetiklenir. Ne kadar çok tüketim olursa, yani talep fazla ise üretim yapanlar o kadar çok üretmek isteyecektir. Nüfusun çokluğu da mal ve hizmetlere olan talebin artması demektir. Yani müşteri sayısı artıyor, pazar büyüyordur. Basit bir örnekle nüfusu 100 bin olan bir ülkede pantolon üreten bir işletme yılda 10 bin pantolon satabiliyorsa aynı işletme nüfus 1 milyon olması halinde 100 bin pantolon satabilecek denilebilir. Elbette buradaki düz mantık genellikle gerçek hayatta bire bir örtüşmese de ekonominin mantığını kavramak için kullanılır ve iktisatta ceteris paribus (diğer değişkenler sabitken) olarak bilinir.

Daha fazla insan daha fazla müşteri, daha büyük pazar ve daha çok gelir anlamına geldiğinden büyük işletmeler için nüfus artışı kar potansiyellerinin de artışı anlamına gelir. Elbette ki piyasadaki işletme sayısı da artacağından rekabet ortamı zorlaşacaktır ancak pasta büyümektedir ve pastadan alınan pay oran olarak sabit kalsa bile pasta büyüdükçe reel anlamda büyüme yaşanacaktır. Bu nedenle iş dünyası nüfusun büyümesini ister.

Sosyal güvenlik sistemleri nüfus artış hızı düşük ülkelerde zarar eder. Bunun nedeni de emekli maaşı ödenmesi gereken kişi sayısının çalışıp prim ödeyen kişi sayısından çok çok fazla hale gelmesidir. Nüfus artarsa iş hayatına atılıp çalışacak ve prim ödeyecek kişi sayısı da artacağından sosyal güvenlik sistemlerinin açığı azalır. Hatta tamamen kapanması dahi olasıdır. Nüfusu azalan ülkelerde sosyal güvenlik sisteminin açığı kamu maliyesinin üzerine çok büyük bir yük olarak biner. Çaresi ise nüfus artışıdır. Almanya gibi ülkelerin dışarıdan işçi almasının nedenlerinden biri de bu açığı kapatmaktır.

Nüfus azalan ülkelerde işletmeler personel bulmakta da zorlanacaktır. Emekli olan ya da bir nedenle işten çıkan bir kişinin yerine yeni personel bulmak nüfus azlığı nedeniyle zorlaşacaktır. Çünkü emek piyasası küçülecek, emek arzı daralacaktır. Bunun çaresi Almanya başta olmak üzere çeşitli Avrupa ülkelerinin yaptığı gibi işsizliğin çok olduğu ülkelerden emek ithal ederek çözülebilir. Ancak bu  da sosyal sorunlara yol açmaktadır. Hatta ülkelerin demografik yapısına zarar vermektedir. Almanya'da almandan çok göçmen olduğu bir gelecek olasıdır. Peki göçmenler kendi kültürel özelliklerini terk edip almanlaşacak mıdır yoksa nüfusu azalan almanlar kendi öz yurtlarında bir azınlık haline gelecek ve ülkelerinin kültürel ve sosyolojik dokusu göçmenler tarafından belirlenir bir hale mi gelecektir? Bu gelişmiş ve nüfusu artmayan hatta azalan ülkelerin önündeki en çetin sorulardan biridir.

Dünya nüfusunun artışı ülkeler tarafından askeri amaçlarla istenir, iş dünyası tarafından istenir, sosyal güvenlik kurumları tarafından istenir peki dünyamızın bir limiti yok mudur?

Asıl problem burada başlıyor. Dünya'da çok geniş alanlara yayılan devasa şehirlerde iç içe yaşayan insanlar trafik, stres, strese bağlı psikolojik bozukluklar gibi pek çok problemle başa çıkmak zorunda kalmaktadır. Aynı zamanda artan nüfusun beslenmesi gereklidir. Ancak şehirleşmeye açılan tarım alanları, sanayi atıkları ile kirletilen toprak ve sular, yok olan canlı türleri, kesilen yağmur ormanları dünyanın dengesinin iyice bozulmasına yol açmakta, bir yandan da insan sağlığını ve yaşamını tehdit eder hale gelmektedir.

Dünya'daki tarım alanları dünya nüfusunu doyurmak için yetersiz hale geldiğinde çözüm olarak fabrikalarda üretilen sentetik gıdalar tüketilmek zorunda kalınabilir. Matrix filminde örneğini gördüğümüz gibi, vücut için gerekli gıdaları içeren tamamen sentetik gıdalar tüketiyor olabiliriz. Hoş bir düşünce değil ancak şu anda bile tükettiğimiz gıdaların büyük bir bölümü hormonlu, GDO'lu... Bu şekilde üretilen tarım ürünlerinin insan sağlığına zararının olmadığını kabul etsek bile, dilimiz, damağımız bize bunların lezzet yoksunu olduğunu açıkça söylüyor. Sadece bitkisel ürünler de değil, meralarda otlayarak beslenen bir hayvanın etinin lezzetini mandırada neredeyse hiç gün ışığı görmeden hazır yemlerle beslenmiş bir hayvanın etinde bulamazsınız.

Damak tadı sonradan geliştiğinden gelecek nesiller doğal meyve ve sebzelerin ve doğal ortamda yetişmiş hayvanların etinin, sütünün, yumurtasının tadını bilmeyecek ve hormonlu, GDO'lu üretilmiş gıdalara alışacaktır. Onlar için bu konuda üzülsek de asıl sorun gıdanın yeterli olup olmayacağıdır. Tarım alanları yetersiz kalmaya başladığında ve fabrikasyon gıdalar piyasaya sürüldüğünde gıda fiyatları da ciddi oranda artacaktır. Özellikle de fakirler üzerinde ciddi yıkıcı etki gösterebilecek olan böyle bir senaryoda çok ciddi toplumsal krizler yaşanabilir. Çünkü insan beyninin bir kısmı hayatta kalma ve üreme gibi karşı konulması güç ve ilkel dürtülerin üretildiği ancak sosyal öğrenmeyle baskılanmış haldedir. Açlık ise hayatta kalma güdüsünü tetikleyerek insanları saldırgan canlılara dönüştürebilir.

Ayrıca dar alanlara sıkışan, gün ışığı görmeden çok uzun süreler kapalı alanlarda çalışılan hayatlar insan psikolojisini bozarak depresyona yol açmaktadır. Haliyle daha kalabalık bir dünya daha sorunlu toplumlar demek olacaktır. O halde nüfus artışına insanlar bir çözüm bulmak durumundadır. Ancak nüfusun artmamasının ve hatta azalmasının yaratacağı sorunlara da bir çözüm bulmak gerekecektir. Gelişen teknoloji ile pek çok işin robotlara devredilmesi böyle bir dünyayı mümkün kılabilir. Pek çok can sıkıcı işi robotlar yapabilir. Ancak bu durumda robotlar tarafında işleri elinden alınan insanlar hayatlarını nasıl idame ettirecekler. Yıllarca bir işi yapmış, o alanda uzmanlaşmış bir kişinin bir anda işini kaybettiğini düşünün. Böyle birinin daha önce hiç çalışmadığı bir alanda iş bulabilmesi ne kadar mümkün olacaktır? Küçük bir azınlık dışında geneli büyük bir travma yaşayacaktır.

İnsanlığın önünde çok büyük sorunlar var ve bu sorunların en büyüklerinden biri de nüfus artışı. Dünyamızın kaldırabileceği bir limit var. Ve belki de biz o limiti çoktan aştık ya da aşmak üzereyiz.

9 Şubat 2020 Pazar

Tıp Doktorları Neden Kafa Karıştırıyor?

Yaklaşık on yıldır televizyonu hayatından çıkarmış, evdeki televizyonu TV yayınlarını izlemek dışında genellikle film izlemek ve zaman zaman da monitör olarak kullanan biri olsam da, eskiden de olduğu gibi TV programlarına çıkan bir takım doktorların birbirleri ile çelişiyor gibi görünen açıklamalarda bulunduklarını zaman zaman internet üzerinde yapılan paylaşımlarda görmekteyim. Bu durum tıp eğitimi almamış bizlerin kafasını karıştırmaktan öteye gidemiyor. Hangisine inanacağımızı bilemiyoruz.
Açıklamalarıyla olay yaratabilen Dr. Mehmet ÖZ 

Öncelikle bilim dalları, tıp ve mühendislik gibi alanlarda eğitim almış, bu alanlarda çalışan insanların diğerlerine göre kendi alanlarda teknik üstünlüğü vardır. Onlar sizin zaman zaman yorum dahi yapamayacağınız şeyler söylerler ve ne derlerse doğru kabul etmek zorunda kalırsınız. Doktorlar diğer insanların en sık karşılaştığı teknik üstünlük sahibi kişilerdir. Hasta olup doktora gittiğinizde hekimin verdiği reçeteye müdahale edemezsiniz. O ilacı istemem diyemezsiniz. Yapabileceğiniz en çok varsa bildiğiniz alerjiniz olan ya da sizde yan etki gösteren ilaçları doktora söylemek olur. Belki de iğneden çok korkuyorsunuzdur ve doktora mümkünse iğne yazmamasını rica edersiniz. Ancak doktor ısrar ederse korkunuza rağmen uyarsınız. Çünkü doktor teknik üstünlüğe sahiptir. Eğer doktorun yeterliliğinden şüphe ederseniz belki bir başka hekime daha görünmek istersiniz. Ancak sonuç değişmez. Doktor ne derse o!

Bu durumun istisnası olan hastalar ancak kendi de doktor olan hastalar ile doktorun söylediklerini anlayıp yorum yapacak kadar konuya hakim, tıp ile yakın alanlarda uzman kişiler olabilir. Örneğin bir  farmakolog hasta olduğunda doktorla hasta olan bir esnafla aynı şekilde konuşmayabilir. Daha farklı sorular sorabilir, doktorun ne dediğini daha iyi anlayabilir.

Kimse hasta olmak istemez. Daha sağlıklı olmak için doktorların çeşitli alanlarda yaptıkları açıklamaların özellikle de yakınlarında hastalıklarla mücadele eden insanlar bulunan kişilerin ilgisini çekiyordur. Ancak doktorun biri başka diğeri başka bir şey söylediğinde kafa karışıklığının yaşanması kaçınılmaz. Aynı anda birkaç doktora muayene olmak ve her birinden ayrı şeyler duymak gibi bir durum. Tamam tıp eğitimi almamış kişiler olarak doktorların dilinden her zaman anlamayabiliriz ama birbirleri ile çelişen açıklamalar yaptıklarını anlamak için de tıp okumaya gerek yok.

Ekranlara çıkan doktorlar arasında açıklamalarıyla gündem oluşturan en popüler sanırım Canan KARATAY'dır. Canan KARATAY'ın geçmişine bakıldığında aldığı eğitim ve yaptıkları söylediklerinin yabana atılmaması gerektiği anlaşılır. Üstelik söylediklerini desteklemek için yapılan araştırmalar ve yapılan yayınlara atıflar da yapan Canan KARATAY meslektaşları ile neden bu kadar ters düşebiliyor?

Bir diğer önemli isim de genç sayılabilecek yaşta büyük başarılara imza atmış ve çok sayıda çalışması yayımlanmış Oytun ERBAŞ'tır. Oytun ERBAŞ'ın bazı açıklamaları Canan KARATAY ile son derecede ters düşer. Özellikle de karbonhidrat ve yağ tüketimi konusunda ayrışıyor gibi görünürlar. Peki biz neye nasıl karar vereceğiz?

Öncelikle her ikisinin de boş konuşmadığını kabul etmek gerekir. Canan KARATAY doğal beslenme düzenimizin işlenmiş gıdalar nedeniyle bozulmasından ve bunun sağlığımıza olan etkilerine odaklanmıştır. Oytun ERBAŞ ise beslenme konusunda her ne kadar Canan KARATAY'la ters düşen şeyler söylese de, meselenin temelinde ölçü algısı yatar. Canan KARATAY şeker yemeyin derken, sağlıklı ve doğal beslenen birinin menüsünde zaten doğal olarak ihtiyaç duyduğu şeker bulunacağından, işlenmiş şekere karşıdır. Günümüzde obezite sorunu ile karşı karşıya bulunan ABD'de tadı insana güzel gelsin diye içine şeker katılmamış hemen hiçbir yiyecek yoktur. 

Oytun ERBAŞ'a günde ne kadar şeker ya da kalori almamız gerek diye sorarsanız size belirli bir limit verecektir. En azından belirli bir aralık. Bir programında insanlar için kilonuz 100'ü geçmesin demiştir. "Baklava olmadan yaşanır mı ya!" diyen Oytun ERBAŞ, sürekli baklava gibi şekerli şerbetli şeylerin tüketilmesine de karşıdır. Çünkü aksi halde insanların kilosunu 100'ün altında tutması pek mümkün olmaz. 

Aslında televizyonlara çıkan doktorların hemen hepsi doğruları söyler. Sadece ifade biçimleri konuya hakim olmayanların ve doktorların söylediklerini sağlıklı değerlendiremeyecek kişilerin kafasını karıştırır. Şeker en doğal meyveden sebzeden tutun da et ve süt ürünlerine kadar her şeyde vardır. Şeker yemeyin diyen bir doktor çay şekerini ve şekerlemeleri ve tatlılar gibi şeker kaynaklarını kast ediyordur. Baklavasız hayat mı olur diyen Oytun ERBAŞ gibi doktorlar ise arada kaçamak yapmanın sorun çıkarmayacağını ifade ediyordur. Yani arada bir iki küçük kaçamak yaparsanız çok sorun olmaz ama biri ki dilim baklava ile yetinmez de tepsiyi bitirmeye kalkarsanız komaya girme riski ile karşı karşıya kalabilirsiniz. Kaldı ki Canan KARATAY pek çok şeyi sert ifadelerle yemeyin derken, bir programda biz ne desek diyelim zaten arada yiyecekler, ama ne kadar kesin konuşursak arada daha az yerler anlamında ifadeler kullanarak konuşmasındaki sertliğin ve kesinliğin amacını ortaya koymuştur. Kaçamak zaten yapacaklar, sert konuşayım da kaçamağın ölçüsünü kaçırmasınlar düşüncesinde olduğu söylenebilir. 

Televizyonlara çıkan doktorların sözüne itibar etmeden önce ismini internette kontrol edip geçmişine bir göz atmak gerekir. Ülkemizde herhangi bir alanda sözüne itibar edilecek bir geçmişi bulunmayan kişilerin uzman vs ünvanlarla yayınlara çıkarıldığı da bilinen bir gerçek. Bunların arasında doktor var mıdır bilemiyorum ancak ünvanı ne olursa olsun herkesin geçmişini bir incelemek, geçmişte aldığı eğitimler, gösterdiği başarılar doğrultusunda söylediklerine itibar edip etmemeye karar vermek gerekir.

8 Şubat 2020 Cumartesi

3D Televizyonlara Ne Oldu?

Bir zamanlar son derecede popüler olan 3D televizyonlar bir anda piyasadan çekildi. Artık 4K, HDR destekli akıllı TV'ler popülerken 3D özellikli güncel TV bulmak pek de mümkün değil. Peki bunun nedeni ne olabilir?

Evde oturduğumuz yerden 3D film izlemek, aksiyon sahnelerinin adeta içindeymişiz gibi hissetmek kulağa hoş geliyor. Ancak bunun için gözlük kullanmak biraz sıkıntı verici bir durum olabiliyor. Özellikle de aktif gözlükler ağır ve konforsuz. Üstelik tam filmi açtığınızda bir de bakıyorsunuz pili ya da şarjı bitmiş. Ya pil değiştireceksiniz ya da şarj olmasını bekleyeceksiniz. Kulağa hiç de pratik gelmiyor.

Ayrıca 3D gözlük kullanmak benim gibi hali hazırda gözlük kullananlar için büyük problem. Gözlüğün üzerine gözlük takmak zorunda kalıyorsunuz. Kesinlikle hoş bir deneyim değil.

Evimde bulunan 3D televizyonda en son ne zaman 3D film izlediğimiz hatırlamıyorum bile. 3D filmler hem az hem de pek çoğunda 3D efektler o kadar da etkileyici değil. Tabi üzerinde özel çalışılmış efektlere bakarsanız muhteşem olabiliyor. Ama filmlerde 3D izleyenler için efektlerin üzerinde fazladan çalışmayı pek istemiyorlar anlaşılan. Büyük ihtimalle maliyeti artıran bir yöntem.

3D gözlüklerin aktif olanları pahalı, ağır, konforsuz ve pil değişimi ya da şarj edilmesi gerekiyor. Pasif 3D gözlükler ucuz, hafif, ancak çözünürlüğü düşürüyor. Ayrıca hem aktif hem de pasif gözlükler pek çok kişide baş ağrısına yol açıyor. 3D filmlerde sahneler gözlükle izleyenler için özellikle üzerinde çalışılmış değil. TV'nin büyüklüğüne göre en iyi film deneyimi için belirli bir oturma pozisyonu var. Film izlemek için koltukları TV'ye göre öze ayarlamakla uğraşmak pek çok kişi için gereksiz zahmet. Ayrıca 3D ya da 2D izlenen filmlerden alınan keyif arasında çok da fark yok. Haliyle neden 3D ile uğraşayım ki? Bir kenara atıp sonra da şu anda benim hatırlamadığım gibi 3D gözlüklerin nerede olduğunu bile hatırlamayacaksanız neden 3D TV alıp fazladan para ödeyesiniz?

İşte TV üreticileri de bunu gördü. Teknoloji meraklıları 3D televizyonları aldılar  ve denediler. Ama kısa sürede gözlükleri kaldırıp bir kenara attılar. TV'lerini yenilemeleri gerektiğinde artık 3D özelliği onları için karar almalarında hiçbir öneme sahip değildi. O halde neden belki çok az bir azınlık dışında kimsenin ilgilenmediği bir özelliği TV'ye koyup üreticiler maliyetlerini ve dolayısıyla fiyatları artırsınlar. Üstelik rakipleri daha yüksek çözünürlük, daha gerçekçi renkler gibi 2D TV izlemekten son derecede mutlu insanları daha da mutlu eden çözümlerle ürünlerini piyasaya sürme yarışındayken. Yanlış bir teknolojiye yatırım yapma büyük ekonomik zarar demek olmaz mı? Bu riske hiçbir üretici girmedi. Denediler ve vazgeçtiler.

3D TV teknolojisi aslında güzel bir teknoloji ama her yıl en azından 3D TV'de izlemenize değecek, 3D izleyecekler için özel çalışılmış efektlerle dolu çok sayıda filmin çekilmesi gerek. Sonra da film severler bunları evlerinde efektlerin tadını çıkara çıkara 3D izleyebilirler. Tabi böyle olmadı.

Çok umut vadeden 3D teknolojisi TV dünyasından silindi gitti. Belki daha da gelişmiş bir şekilde ileride gözlüksüz 3D TV'ler ile hayatımıza girebilir. O zamana kadar TV'ler 2D kalacak gibi görünüyor.

6 Şubat 2020 Perşembe

Şeytan İnsanlara Bahşedilmiş En Büyük Nimet Olabilir Mi?

İnanışa göre Şeytan insanları Tanrı'nın ilahi yolundan saptıran ve onların günah işleyerek ahirette cehenneme gitmeleri için çabalayan ateşten yaratılmış bir varlık. Sinsi, kötü, tek amacı bize kötülük yaptırmaya çalışan ve bunu başarmak için türlü hilelere başvuran bir asi. Aynı zamanda kendini yaratana karşı gelecek kadar küstah, belki de budalanın teki.

İster inançlı olsun ister olmasın Şeytanın ne olduğunu herkes bilir. Ancak onun olmadığı bir dünyayı hayal edebilir miyiz? Hadi bir an için var olmadığını kabul edelim.

Eğer dinler doğruysa Şeytanın yokluğunda tüm insanların iyi olması gerekir. Asla ve kat'a kötülük yapmayan, sürekli başkalarına güleryüz gösteren, başkalarının yardımına koşan, paylaşımcı, bencillik nedir bilmeyen, adil, iyilik abidesi varlıklara dönüşmemiz gerekir. Çünkü bizi kötü yola saptıran varlık artık yoktur. Tıpkı enfeksiyona yol açan mikropların bir ilaçla yok edilmesiyle iyileşen bir hastalık gibi, hayatımızdan çıkarılan Şeytan da kötülük hastalığını tüm insanlıktan söküp atmalıdır. Bu mümkün müdür?

Tekrar inanışa dönelim. İnanışa göre Şeytanın asıl amacının insanları dinden çıkarmak olduğu açıktır. Mümkünse insanları atesit yapmaya çalışacaktır. Dini sorgulatacak, ibadetleri yaptırmayacaktır. Dinen yasaklanmış olan ne varsa yaptıracaktır. Bu durumda inançsızlarla işinin olmaması gerekir. Ya da yanlış bir inanışa sahip olanlarla. Mesela Japonya, Çin, Hindistan gibi İslam dışı inanışların yaşandığı yerlerde insanların melek gibi olması gerekir. Japon mafyası Yakuzaların işledikleri suçların temelinde Şeytanı aramak bu mantıkla mümkün değildir. Büyük Okyanusta bir ada olan Erromango yerlilerinin insan eti yemelerinin de temelinde Şeytanı aramak mantık dışı olacaktır. Çünkü bu insanlar bırakın islamı, semavi hiçbir dinle henüz tanışmış değildirler. İnsan eti de yediklerine göre... (İlgili haber: Dedenizi yedik özür dileriz)

İnsan yiyen yerliler, mafya sahibi Japon'lar...  Bu listeyi uzatmak son derecede mümkün. Yani Şeytan sadece inanç sahiplerine değil, tüm insanlara musallat oluyor. Peki zaten inanç sahibi olmayan ya da yanlış inananlarla neden uğraşıyor. Onlarla harcayacağı emeği cenneti kazanma olasılığı bulunan inançlı toplumlara yönlendirse daha çok insanı kandıramaz mı?

Bir başka açıdan bakarsak ve bu toplumlarla Şeytan'ın ilgilenmediğini düşünürsek, o vakit kötülük için illa ki Şeytanın varlığına gerek olmadığı sonucuna ulaşılır.Yani kötülük insanın içinde olmalıdır. Ki makul bir yaklaşımdır. Aksi  halde Japonya'da ve Kore'de hapishane bulunmazdı.

İster inananlar ister inançsızlar haklı olsun, doğru olan bir gerçek var ki Şeytanın varlığı en çok insanlara yarıyor. Şeytan sayesinde yaptığımız hataların suçunu üstüne atacak bir şamaroğlanımız var. Şeytana uydum diyor ve gönlümüzü rahatlatıyoruz. "Şeytana uydum, Şeytan olmasa çok iyi insanım aslında, hayatta  yapmazdım öyle şeyler" diye düşünebiliyor insanlar. Şeytan gerçekten var mıdır yok mudur ayrı bir konu. Ancak insanın içinde kötülük vardır ve insanlar yaptıkları hataların suçunu üstüne atıp içlerini rahatlatmak için Şeytana ihtiyaç duyar. Yaptığımız tüm hataların ve kötülüklerin tüm sorumluluğunu omuzlarımızda, şeytan gibi bir azmettirici ile paylaşmadan taşımaktan bizleri kurtardığı için o insanlık için en büyük nimetlerden biridir.