Uyanıp kalktım bir sabah, mevsim bahardı. Neden o kadar erken uyandığımı hatırlamıyorum, ama güneş daha karşıdaki sırtın üzerinde bulunan küçücük korunun ladin ağaçlarını aşamamıştı. Hatta ladin ağaçlarının arasından göz kırpmasına daha bir, bir buçuk saat kadar vardı. Kapıya çıktım buz gibi suyla yüzümü yıkadım.
Kuş sesi dışında hiç bir ses duyamadığınız anlar olmadıysa, neden bahsettiğimi anlayamazsınız. Hele bahar olunca, sabahları kuşlar pek geveze oluyor. Bazen insanı rahatsız ettiği bile olabilir. Bir süre sonra kayıtsız kalıyor insan, ancak doğaya yeni kavuşmuş iseniz henüz, uzunca bir aranın ardından, kuş seseleri baş ağrısı yapabilir. Ne kadar güzel de olsa, biri susmadan diğerinin başlaması ve 360 derece her an her yerden kuş sesi gelmesi, böyle bir duruma alışık olmayan beynin seslere karşı mesafe ve konum tanımlamaya çalışırken alışık olmadığı kadar fazla çalışıp hararet yapmasından olacak, bir baş ağrısıne sebebiyet veriyor. Bir zaman sonra zaten sıradanlaşan bu güzel seslere kayıtsız kalmaya başlıyorsunuz. Daha doğrusu, sanırım beyin gereksiz veri olarak algılamaya başlıyor bu ses kalabalığını ve kulaktan gelen bu titreşimleri bilgi olarak işlemeyerek, bu seslerin en azından çoğunu duysanız bile, farkında olmamanıza neden oluyor. Bunula birlikte kuş seslerine yeteri kadar duyarsızlaşacak kadar bir zaman oradaydım. Ancak sabah hem kuş sesinden başka pek ses olmaması, hem beyninizin temiz havada derin bir uykuyla dinlenmiş olması, bir de buz gibi suyun, üzerinizdeki tüm yataktan kalma sersemlik izlerini bir anda kovmasıyla, tüm sabah şarkılarını net bir şekilde farkedebiliyorsunuz kuşların.
Böyle bir durumda, kafanızı çevirip, yemyeşil otların üzerine düşmüş çiğ tanelerinin günün ilk ışıkları altında, elmas gibi ışıldadığını görünce, insan kendini cennette bile sanabiliyor. Kısa bir süre sonra buharlaşacak olan damlacıklara baktıkça insan, gece gökten yere elmas yağmış olduğuna kanaat getirebilir. Islak sabahın serin rüzgarı tüm tüylerimi diken diken edince içeri kaçtığımı hatırlıyorum. Yine de bir süre kuşların şarkıları eşliğinde bu güzel doğa olayını seyretmiştim. Daha çocuktum, kaç yaşlarımda olduğumu bile hatırlamıyorum. Bununla birlikte, hani insanın hayatında unutamadığı anlar vardır ya, işte o sabah da benim hayatımdaki, ilk olmasa da, güzel olan ilk unutamayacağım andı. Ne kadar süreceğini bilmediğim ömrümde gerçekten yaşadığımı hissettiğim nadir anlardan biri be belki de en güzeli.
Çocukken insan daha çok yaşıyor. Bundan belki de hemen her yetişkinin tekrar çocuk olsam demesi. Ne hayatın sonradan üzerine yüklediği sorumluluklar, ne de yaklaşan ölüm bu kadar önemli bir etken olabilir bu konuda. Çocukken daha çok hayali oluyor insanın, gerçekleşme, gerçekleştirme umudu taşıdığı. Zaman insanın bu hayallerinin büyük çoğunu bir güzel kırıp parçalıyor. Bir süre sonra kendine bile zaman ayıramayacak hale gelebiliyor insan. İstemediği şeyleri mecbur olduğu için yaparak ziyan edilen saatler, en büyük kısmını oluşturuyor uyanık geçirdiği bölümünün günlerin.
Bu nedenle çocukluktan kalma güzel anılar unutulmamalı asla. Çünkü insanın ömrü boyunca gerçekten yaşadığı zamanların çoğunu çocukluğu oluşturur.
27 Mart 2010 Cumartesi
25 Mart 2010 Perşembe
Kızıl Topraklı Yol
Bir dut ağacının altından geçen yolun kenarına çekilmiş çite yaslanmış, yolun kızıl toprağına bakarak kendi hariç kimsenin bilmediği, bilemeyeceği şeyler düşünen bir ihtiyar düşünün. Üstü başı eski püskü olsun, yüzündeki derin çizgilerden hayatı hakkında bir fikir edinmeye çalışın bu yaşlı ve zayıf adamın. Gençliğinize kapılıp, umursamadan geçmeyin yanından, geçip gitmeyin duyarsızca. Durun, inceleyin, hareketlerini takip edin, kaçırmayın size bakarsa gözlerinizi gözlerinden. Bir gün siz de onun yerinde olabilirsiniz, unutmayın.
Kızıl topraklı bir yol ve bir dut ağacı... Belki de o yaşlı adam dikmişti bu ağacı, hayvanlar zarar vermesin diye belki etrafını bile çevirmişti bir zamanlar çalı çırpı ile. Belki yaslandığı çürümüş, yer yer üzerinde mantarlar bitmiş çiti de o yapmıştır, yabancılar girmesin arazime diye. Belki uzak kalmak istemiştir, uzak tutmak istemiştir o kızıl topraklı yoldan geçen insanları evinden.
Belki o kızıl topraklı yolda birini beklemektedir. Yine o kızıl topraklı yola çıkıp adım adım ondan uzaklaşan birini beklemiştir belki. Yürürken yolda bıraktığı ayak izlerini görmüştür belki, o gittikten bir zaman sonra. Sonra o izleri yağmurun ya da rüzgarın yavaş yavaş silişini seyretmiştir. Belki o zaman anlamıştır dönmeyeceğini. Belki de birini beklememektedir. Kim bilir, belki de gelmeyeceğini bildiği halde beklemektedir.
Belki de o çiti, giden bir daha gelmesin, gelirse de içeri girmesin diye yapmıştır. Ama bir yandan da beklemiştir. İnsanoğlu garip. Yüreğinde saf çocuksu bir neşe olacaksa da gelirse beklediği, şimdi o kızıl yolun kızıl toprağına diktiği gözlerini zalimane dikecektir gözlerine ve soracaktır "Neden geldin?" diye buz gibi bir sesle.
Ama yine de beklemektedir. Onun bir yerlerde bu zamana kadar yaşadığını bilmek, hala yaşamakta olduğunu bilmek, onu sağ görmek yetecektir ona. Belki hep onu düşünmüştür ömrü boyunca. Nerede olduğunu, kimlerle olduğunu, iyi mi kötü mü olduğunu, mutlu mu mutsuz mu olduğunu merak edip durmuştur belki hep. Akşam sofraya oturunca onun akşam ne yediğini merak etmektedir, nasıl elbiseler giydiğini, saçını nasıl taradığını, en sevdiği kitabı hala çantasında taşıyıp taşımadığını merak etmektedir her an belki. Ama gelirse yine de hoş karşılamayacaktır belki. Kırgındır belki. Belki de gelinmeyecek bir yere gitmiştir, herkesin bir gün gideceği yere. Belki o yolun ilerisinde bir koru vardır, kayın ağaçları ile dolu. Belki o koruya gitmiştir, her tarafta üzeri yazılı beyaz taşlar bulunan oraya gitmiştir, ya da götürülmüştür, o kızıl yoldan.
Belki de bir yere gidecektir ama nereye gideceğini bilmiyordur. Belki de yoldan geçen sade bir yolcudur. Kimse bilmez böylelerinin nereden gelip nereye gittiğini. Sormaz da merak edip. Kimse umursamaz böyle yaşlı ve zayıf bir adamı. Belki de yorulmuş, o dut ağacını görünce biraz dinlenip nefes alayım demiştir. Ama öyle ise gittiği yerde hüzün olmalı. Öyle ki, böyle boş gözlerle bakabiliyor kızıl toprağa. Belki de bir şeyler konuşuyordur toprakla ve de yolla. Belki o yolun dilini öğrenmiştir bunca zamandır. Belki de karşılaştığı herkesin nereden gelip nereye gittiğini söylemektedir yol ona. Belki de o yolcu değil de, yolun kendisi olmuştur artık.
Bir durun, bakın o adama. Belki de siz o'sunuzdur.
Kızıl topraklı bir yol ve bir dut ağacı... Belki de o yaşlı adam dikmişti bu ağacı, hayvanlar zarar vermesin diye belki etrafını bile çevirmişti bir zamanlar çalı çırpı ile. Belki yaslandığı çürümüş, yer yer üzerinde mantarlar bitmiş çiti de o yapmıştır, yabancılar girmesin arazime diye. Belki uzak kalmak istemiştir, uzak tutmak istemiştir o kızıl topraklı yoldan geçen insanları evinden.
Belki o kızıl topraklı yolda birini beklemektedir. Yine o kızıl topraklı yola çıkıp adım adım ondan uzaklaşan birini beklemiştir belki. Yürürken yolda bıraktığı ayak izlerini görmüştür belki, o gittikten bir zaman sonra. Sonra o izleri yağmurun ya da rüzgarın yavaş yavaş silişini seyretmiştir. Belki o zaman anlamıştır dönmeyeceğini. Belki de birini beklememektedir. Kim bilir, belki de gelmeyeceğini bildiği halde beklemektedir.
Belki de o çiti, giden bir daha gelmesin, gelirse de içeri girmesin diye yapmıştır. Ama bir yandan da beklemiştir. İnsanoğlu garip. Yüreğinde saf çocuksu bir neşe olacaksa da gelirse beklediği, şimdi o kızıl yolun kızıl toprağına diktiği gözlerini zalimane dikecektir gözlerine ve soracaktır "Neden geldin?" diye buz gibi bir sesle.
Ama yine de beklemektedir. Onun bir yerlerde bu zamana kadar yaşadığını bilmek, hala yaşamakta olduğunu bilmek, onu sağ görmek yetecektir ona. Belki hep onu düşünmüştür ömrü boyunca. Nerede olduğunu, kimlerle olduğunu, iyi mi kötü mü olduğunu, mutlu mu mutsuz mu olduğunu merak edip durmuştur belki hep. Akşam sofraya oturunca onun akşam ne yediğini merak etmektedir, nasıl elbiseler giydiğini, saçını nasıl taradığını, en sevdiği kitabı hala çantasında taşıyıp taşımadığını merak etmektedir her an belki. Ama gelirse yine de hoş karşılamayacaktır belki. Kırgındır belki. Belki de gelinmeyecek bir yere gitmiştir, herkesin bir gün gideceği yere. Belki o yolun ilerisinde bir koru vardır, kayın ağaçları ile dolu. Belki o koruya gitmiştir, her tarafta üzeri yazılı beyaz taşlar bulunan oraya gitmiştir, ya da götürülmüştür, o kızıl yoldan.
Belki de bir yere gidecektir ama nereye gideceğini bilmiyordur. Belki de yoldan geçen sade bir yolcudur. Kimse bilmez böylelerinin nereden gelip nereye gittiğini. Sormaz da merak edip. Kimse umursamaz böyle yaşlı ve zayıf bir adamı. Belki de yorulmuş, o dut ağacını görünce biraz dinlenip nefes alayım demiştir. Ama öyle ise gittiği yerde hüzün olmalı. Öyle ki, böyle boş gözlerle bakabiliyor kızıl toprağa. Belki de bir şeyler konuşuyordur toprakla ve de yolla. Belki o yolun dilini öğrenmiştir bunca zamandır. Belki de karşılaştığı herkesin nereden gelip nereye gittiğini söylemektedir yol ona. Belki de o yolcu değil de, yolun kendisi olmuştur artık.
Bir durun, bakın o adama. Belki de siz o'sunuzdur.
23 Mart 2010 Salı
KARAKULAK / CARACAL CARACAL
Kedigiller familyasından vahşi bir hayvan türü olan karakulak, geçtiğimiz günlerde Antalya'da objektiflerin konuğu oldu. Dış görünüşü ile vaşağa benzese de, yapılan araştırmalar sonucu Afrika altın kedisi ve serval ile akraba olduğu belirlenmiştir. Karakulak aynı zamanda TÜBİTAK tarafından gelşitirilen Linux tabanlı işletim sistemi olan Pardus'un 2007.2 sürümüne de adını vermiştir.
Özellikleri:
ORtalama 7-9 kg ağırlığında, 75-90 cm boyunda ve 30-35 cm uzundluğunda bir kuyruğa sahiptirler. Kuyruğunun üst kısmında ucunda beyaz bir püskül bulunan siyah bir çizgi mevcuttur. Genellikle kahverengi tonlarında olan karakulakların gri ya da beyaz benekleri bulunur. Kulaklarınun ucu tüylü, ve kenarları siyah renktedir.
Karakulaklar tavşan ve tarla faresi gibi küçük memelilerle beslenir. Çok nadir olarak meyve yedikleri de olur. Avlarının iç organlarını yemezler.
Karakulaklar evcilleştirilebilen hayvanlardır. Ancak evcil hayvanlara da saldırabildiği için genellikle insanlar tarafından beslenmezler.
22 Mart 2010 Pazartesi
Sonsuz Hayatın Sıkıcılığı Ve Tanrı'nın Yalancı Olup Olmadığı
Öldükten sonra herkes cennete gitmek ister. Kendini cehenneme layık gören kimse yoktur. Cennete gitmek konusunda insanlar ümitsiz olabilirler, ancak yine de kendilerini cennete layık görmektedirler. İnsanların kendilerini nereye layık gördükleri bir tarafa, bu dünya hayatı cennet-cehennem arasında insanların nereye gideceğinin belirlendiği bir sınav niteliği taşımaktadır dinlere göre. Yani bu dünyada yaşıyor olmamızın amacı, nereye gideceğimizin belirlenmesidir.
Baştan sona bir sınav olan bu hayatın karşılığında alacağımız ödül ya da ceza, bu dünya hayatına ne kadar değer? İşte bu sorunun cevabını bilen kimse yok sanırım. Aslında bu soruyu soran da yok. Herkes sonsuz bir cennet hayatının hayalini kurar. Ancak sonsuz! olması biraz kafa karıştırıcı değil mi? Yani, öldünüz ve sizi cennete koydular, güzel de bir yer verdiler, fazlasında gözünüz yok zaten. Hoş, olsanız oraya girememeniz gerekir aç gözlü olmaktan, değil mi? Gerçi orasını biz bilemeyiz, sadece kişisel düşüncede kalır. Ancak sonsuz bir hayat, garip biraz.
Cennetteyiz diyelim, bir elimiz yağda ötekisi balda yaşayıp gidiyoruz. Ancak bir amaç olmalı? Hayatımızı anlamlandıracak bir amaç. Ne kadar güzel olursa olsun, ne kadar muhteşem olursa olsun, hiç bir yerde insan sonsuza kadar sıkılmadan yaşayamaz. Hayatınızı anlamlandıracak bir amaç olmalı, ancak ne olabilir ki? Hiç yok olmayacaksınız, ölmeyeceksiniz, hasta olmayacaksınız vs. Çalışmanız gerekmeyecek, her şey hazır, emrinizde hizmetçiler, huriler, güzel yiyecekler, içecekler. Sonusuza kadar yiyip içecek mi bu cennete giden insanlar. Sonsuza kadar yiyip içmek için mi cenneti kazanmaya çabalıyoruz, ya da çabalamalıyız. Burada cennetin alternatifinin cehennem olmasının da etkisi büyük tabi. Kimse yanmak istemez. Ancak cehennem olmasaydı cennetin ne kadar cazibesi kaldırdı?
Bülbülü altın kafese koymuşlar yine de evim demiş derler ya, öyle bir durum olur. Ne kadar rahat içinde olursak olalım, bir süre sonra cennete gidenlerin sıkılmaya başlayacağı muhakkak. Sonsuz bir hayat aynı zamanda amaçsız bir hayattır. Her şey ertelenebilir, üstelik ne yapacaksınız? Neden yapacaksınız? Zaten her şeye sahipsiniz? Ötesi yok!
Bu durumda cenneti cennet yapan, cenneti değerli yapan, güzelliğinden ziyade, alternatifinin cehennem oluşudur da diyebiliriz. Cehennem korkusu olmasa idi, cennet için bu dünyanın çilesini çekmeye değmezdi de denilebilir. Sonsuza kadar önünüzde yiyecekler içecekler içinde yiyip içip iyice obez olacağınız sonsuz bir hayat kadar sıkıcı başka bir şey hayal etmek güç. Cennet, cenneti kazananların güzel hapishanesi olacak da diyebiliriz belki. Sadece işkencenin olmadığı, sonsuza kadar mahkum olduğunuz bir hapishane.
Tanrı Yalan Söyler Mi?
Bu durumdan şikayetçi olanlar da olacaktır elbette bir süre sonra. Belki cennette 1000 yıl yaşayıp, " Yeter artık 1000 yıldır aynı şeyler sıkıldım ben" diyenler de olacaktır, peki o zaman ne olacak? Yeni bir dünya hayatına mı gönderilecek insanlar? Belki de sonsuz hayatı kaldıramamaya başlayan bazı kişiler var edildikleri gibi yok edilmeyi dileyebilirler. Yani hiç var edilmemiş gibi olmayı dileyecekler de olacaktır belki. Ancak Tanrı'nın bunu hoş karşılayacağını sanmam. Ama burada şöyle de bir sorun var, tanrı insanları yaratırken var olmayı isteyip istemediklerini sormadı. Zaten soramazdı, henüz var edilmemiş bir kişiye var olmak istiyor musun diye bir soru yöneltmek Tanrı için bile mümkün olmasa gerek. Ancak bu da bir çelişki doğuruyor, Kuran'da "O'nun her şey gücü yeter" ifadesi çok yerde geçer. Bu durumda Tanrı'nın gücü, bir varlığı yaratmadan da ona bir şeyler sormaya yetiyor olması gerekir. Bunun olabilmesi imkansız gibi görünüyorsa da öyle olmalı, aksi halde Tanrı yalan söylemiş demektir. Yalan söyleyen bir Tanrı ise inandığımız Tanrı olamaz. İnandığımız Tanrı yalan söylemiş ise, bu durumda diğer söyledikleri de sorgulanmaya başlanır ki, bu da tüm semavi dinleri batıl dinlere çevirir.
Tanrı'nın yalan söylemiş olamayacağına inanıyoruz, ancak bir varlığı yaratmadan onunla diyalog da kurabiliyor olmasını aklımız almıyor. Belki de "her şeye gücü yeter" ifadesinde bu durum kastedilmemiştir.
Bunula birlikte, Tanrı insanı yaratmadan önce, var olmayı isteyip istemediğini sormadı ise, var olmayı insana dayattı demektir. Bu durumda Tanrı despot, baskıcı ve de otoriter bir yapıya da sahip olmuş olur. Tanrı'yı benyaptımolducu olarak da tasvir edebiliriz. Bu durumda da adaleti sorgulanabilecektir. Tanrının adaleti, yani ilahi adalet gerçek manada kusursuz, saf bir adalet midir onun da temeli benyaptımolduculuk mudur?
Ancak bu konuları düşünmenin pratikte insana hiç bir faydası yoktur. Hatta zararı vardır, iç huzuru kaçabilir. Bununla birlikte, sonsuz bir yaşam, cennette bile olsa, ürkütücü seviyede sıkıcı olacaktır.
Baştan sona bir sınav olan bu hayatın karşılığında alacağımız ödül ya da ceza, bu dünya hayatına ne kadar değer? İşte bu sorunun cevabını bilen kimse yok sanırım. Aslında bu soruyu soran da yok. Herkes sonsuz bir cennet hayatının hayalini kurar. Ancak sonsuz! olması biraz kafa karıştırıcı değil mi? Yani, öldünüz ve sizi cennete koydular, güzel de bir yer verdiler, fazlasında gözünüz yok zaten. Hoş, olsanız oraya girememeniz gerekir aç gözlü olmaktan, değil mi? Gerçi orasını biz bilemeyiz, sadece kişisel düşüncede kalır. Ancak sonsuz bir hayat, garip biraz.
Cennetteyiz diyelim, bir elimiz yağda ötekisi balda yaşayıp gidiyoruz. Ancak bir amaç olmalı? Hayatımızı anlamlandıracak bir amaç. Ne kadar güzel olursa olsun, ne kadar muhteşem olursa olsun, hiç bir yerde insan sonsuza kadar sıkılmadan yaşayamaz. Hayatınızı anlamlandıracak bir amaç olmalı, ancak ne olabilir ki? Hiç yok olmayacaksınız, ölmeyeceksiniz, hasta olmayacaksınız vs. Çalışmanız gerekmeyecek, her şey hazır, emrinizde hizmetçiler, huriler, güzel yiyecekler, içecekler. Sonusuza kadar yiyip içecek mi bu cennete giden insanlar. Sonsuza kadar yiyip içmek için mi cenneti kazanmaya çabalıyoruz, ya da çabalamalıyız. Burada cennetin alternatifinin cehennem olmasının da etkisi büyük tabi. Kimse yanmak istemez. Ancak cehennem olmasaydı cennetin ne kadar cazibesi kaldırdı?
Bülbülü altın kafese koymuşlar yine de evim demiş derler ya, öyle bir durum olur. Ne kadar rahat içinde olursak olalım, bir süre sonra cennete gidenlerin sıkılmaya başlayacağı muhakkak. Sonsuz bir hayat aynı zamanda amaçsız bir hayattır. Her şey ertelenebilir, üstelik ne yapacaksınız? Neden yapacaksınız? Zaten her şeye sahipsiniz? Ötesi yok!
Bu durumda cenneti cennet yapan, cenneti değerli yapan, güzelliğinden ziyade, alternatifinin cehennem oluşudur da diyebiliriz. Cehennem korkusu olmasa idi, cennet için bu dünyanın çilesini çekmeye değmezdi de denilebilir. Sonsuza kadar önünüzde yiyecekler içecekler içinde yiyip içip iyice obez olacağınız sonsuz bir hayat kadar sıkıcı başka bir şey hayal etmek güç. Cennet, cenneti kazananların güzel hapishanesi olacak da diyebiliriz belki. Sadece işkencenin olmadığı, sonsuza kadar mahkum olduğunuz bir hapishane.
Tanrı Yalan Söyler Mi?
Bu durumdan şikayetçi olanlar da olacaktır elbette bir süre sonra. Belki cennette 1000 yıl yaşayıp, " Yeter artık 1000 yıldır aynı şeyler sıkıldım ben" diyenler de olacaktır, peki o zaman ne olacak? Yeni bir dünya hayatına mı gönderilecek insanlar? Belki de sonsuz hayatı kaldıramamaya başlayan bazı kişiler var edildikleri gibi yok edilmeyi dileyebilirler. Yani hiç var edilmemiş gibi olmayı dileyecekler de olacaktır belki. Ancak Tanrı'nın bunu hoş karşılayacağını sanmam. Ama burada şöyle de bir sorun var, tanrı insanları yaratırken var olmayı isteyip istemediklerini sormadı. Zaten soramazdı, henüz var edilmemiş bir kişiye var olmak istiyor musun diye bir soru yöneltmek Tanrı için bile mümkün olmasa gerek. Ancak bu da bir çelişki doğuruyor, Kuran'da "O'nun her şey gücü yeter" ifadesi çok yerde geçer. Bu durumda Tanrı'nın gücü, bir varlığı yaratmadan da ona bir şeyler sormaya yetiyor olması gerekir. Bunun olabilmesi imkansız gibi görünüyorsa da öyle olmalı, aksi halde Tanrı yalan söylemiş demektir. Yalan söyleyen bir Tanrı ise inandığımız Tanrı olamaz. İnandığımız Tanrı yalan söylemiş ise, bu durumda diğer söyledikleri de sorgulanmaya başlanır ki, bu da tüm semavi dinleri batıl dinlere çevirir.
Tanrı'nın yalan söylemiş olamayacağına inanıyoruz, ancak bir varlığı yaratmadan onunla diyalog da kurabiliyor olmasını aklımız almıyor. Belki de "her şeye gücü yeter" ifadesinde bu durum kastedilmemiştir.
Bunula birlikte, Tanrı insanı yaratmadan önce, var olmayı isteyip istemediğini sormadı ise, var olmayı insana dayattı demektir. Bu durumda Tanrı despot, baskıcı ve de otoriter bir yapıya da sahip olmuş olur. Tanrı'yı benyaptımolducu olarak da tasvir edebiliriz. Bu durumda da adaleti sorgulanabilecektir. Tanrının adaleti, yani ilahi adalet gerçek manada kusursuz, saf bir adalet midir onun da temeli benyaptımolduculuk mudur?
Ancak bu konuları düşünmenin pratikte insana hiç bir faydası yoktur. Hatta zararı vardır, iç huzuru kaçabilir. Bununla birlikte, sonsuz bir yaşam, cennette bile olsa, ürkütücü seviyede sıkıcı olacaktır.
20 Mart 2010 Cumartesi
İsveç'ten Mali Yardım
İsveç Türkiye'ye AB'ye üyelik sürecinde destek olmak için maddi yardım yapmaya karar almış. Her ne kadar Türkiye için olumlu gibi görünen bir gelişme olsa da, zamanlaması açısından son derecede can sıkıcıdır. Akıllara soru işaretleri takılmasına neden olmaktadır.
Zamanlama ilginçtir. İsveç meclisinde onaylanan Ermeni yasası, bir süredir gündemde. Bu yasa ile birlikte Türkiye-İsveç ilişkileri de bir miktar çatırdadı haliyle. Ekonomik yardım yapılacağının da hemen bu gelişmenin ardından gelmesi ile, yardımın gerçek amacı sorgulanabilir hale gelmiştir. Amaç, kızdırılan Türkiye'yi avutmak mıdır yoksa gerçekten destek olmak mıdır? Türkiye üç kuruş para ile kandırılabilecek kadar basiretsiz bir dış politika mı gütmektedir?
Bakalım Ermeni yasası ile bozulan Türkiye-İsveç ilişkileri üzerinde bu ekonomik yardım planı nasıl bir etki yapacak. AKP'nin bu plana yaklaşımı ne olacak.
Hangi ülke olduğunun önemi yok aslında, dünyadaki herhangi bir ülke ile soun yaşamak üzücü bir durumdur ve çözülmesi arzu edilir. Ancak ortada bir çözüm olacaksa bu çözüm, onurlu bir çözüm olmalıdır. Bu yardım paketi ise, Ermeni yasası ile zaten Türk halkının kalbini kırmış olan İsveç'in, şimdi de Türk halkını para ile kandırılabilecek bir ulus olarak gödüğü ve Türk halkını aşağıladığı şeklinde bir algılamaya neden olabilecektir.
Gönül ister ki İsveç dahil hiç bir ülke ile sorun yaşamadan dostane ilişkiler kuralım. Ama her sorunun çözümü onurlu olmak durumundadır. Onur kırıcı çözümler gerçek bir çözüm olamayacaktır. Hatta ilerde daha büyük sorunlara da neden olabilecek bir zemin oluşmasına da neden olabilir.
Zamanlama ilginçtir. İsveç meclisinde onaylanan Ermeni yasası, bir süredir gündemde. Bu yasa ile birlikte Türkiye-İsveç ilişkileri de bir miktar çatırdadı haliyle. Ekonomik yardım yapılacağının da hemen bu gelişmenin ardından gelmesi ile, yardımın gerçek amacı sorgulanabilir hale gelmiştir. Amaç, kızdırılan Türkiye'yi avutmak mıdır yoksa gerçekten destek olmak mıdır? Türkiye üç kuruş para ile kandırılabilecek kadar basiretsiz bir dış politika mı gütmektedir?
Bakalım Ermeni yasası ile bozulan Türkiye-İsveç ilişkileri üzerinde bu ekonomik yardım planı nasıl bir etki yapacak. AKP'nin bu plana yaklaşımı ne olacak.
Hangi ülke olduğunun önemi yok aslında, dünyadaki herhangi bir ülke ile soun yaşamak üzücü bir durumdur ve çözülmesi arzu edilir. Ancak ortada bir çözüm olacaksa bu çözüm, onurlu bir çözüm olmalıdır. Bu yardım paketi ise, Ermeni yasası ile zaten Türk halkının kalbini kırmış olan İsveç'in, şimdi de Türk halkını para ile kandırılabilecek bir ulus olarak gödüğü ve Türk halkını aşağıladığı şeklinde bir algılamaya neden olabilecektir.
Gönül ister ki İsveç dahil hiç bir ülke ile sorun yaşamadan dostane ilişkiler kuralım. Ama her sorunun çözümü onurlu olmak durumundadır. Onur kırıcı çözümler gerçek bir çözüm olamayacaktır. Hatta ilerde daha büyük sorunlara da neden olabilecek bir zemin oluşmasına da neden olabilir.
19 Mart 2010 Cuma
F35 JSF-YENİ NESİL SAVAŞ UÇAKLARI
F35 JSF projesi Türkiye'nin de ortak olduğu bir proje. Gelecekte bu uçaklar F16'ların yerini alacaklar. Tabi THK önce envanterindeki F4'leri kullanımdan kaldıracaktır büyük ihtimalle. Ancak F4'lerimizin de kötü durumda olmadığını söylemek gerek. F4'ler teknoloji açısından F16'ların bile gerisinde iken, F35'ler ile mücadele edebilmeleri düşünülemez. Ancak özellikle PKK'ya düzenlenen operasyonlarda son derecede etkinler.
Bunula birlikte modernleşmek gerekiyordu ve TSK, en son teknolojileri takip etme politikası gereği F35'lerle THK'lerini güçlendirme kararı aldı. F35 projesi pek çok açıdan faydalı bir projedir. Her şeyden önce, THK en modern savaş uçaklarına sahip olacak. Bunun ötesinde bir miktar teknoloji ve bilgi transferi de yapılacak. F35'in bazı parçaları Türkiye'de üretilecek. Gelecekte Türkiye'nin tamamen yerli bir savaş uçağı projelendirebilme kabiliyeti artacak. Ancak bu şimdilik mükün değil. Nedeni sadece kaynak sıkıntısı olması. Böyle büyük bir proje için yeterli ödenek ayırabilecek kadar güçlü bir ekonomiye sahip değil Türkiye.
F35'lerin testleri yavaş yavaş tamamlanıyor. Kısa sayılabilecek bir zaman sonra ilk F35'ler yurda gelecektir. Bunun THK'lerinin caydırıcılığına katkısı büyük olacaktır. F35'ler dikey olarak kalkış ve iniş yapabilme yeteneğine de sahip. Yani uzun ve düz pistler istemiyorlar. Bu durum merkezi hava üslerine bağımlılığı kaldırması açısından önemli. Küçük bir alana inebilen bu uçaklar için, normalde hava alanı olamayacak bir yerde hava üssü oluşturmak olası. Ayrıca uçak gemileri gibi zaten kısıtlı yer olan yapılarda da büyük kolaylıklar sağlamakta. Ancak uçak gemimiz olmadığı için, şimdilik bu avantajı bizi ilgilendirmiyor.
F35'lerin gelişini beklerken, Türkiye'nin bu kadar önemli bir projeden uzak kalmaması gerektiğini, be bu anlamda doğru olanın yapıldığını söylemek gerek. Gittikçe ısınan ortadoğu coğrafyasında yarın ne olacağını kestirmek güç. Son derecede sürpriz gelişmeler her an olabilir. Rusya-Gürcistan çekişmesi gibi, bir anda bulunduğumuz coğrafyada silahlar çekilebilir, ve Türkiye bu duruma müdahil olmak zorunda kalabilir. Aksi halde, böyle pahalı bir işe girişmek, askeri harcamaları böyle artırmak, hele hele ekonomisi sıkıntı içinde olan bir ülkenin yapması gereken en son şeydir. Ancak içinde bulunduğumuz coğrafyanın pamuk ipliğine bağlı huzuru pekişmeden, Türkiye'nin askeri harcamalarından çok da feragat etmesi zordur. Güçlü ve caydırıcı olma önemlidir. Ancak F35C sipariş verir mi, belki.
F35A,F35B,F35C olmak üzere 3 farklı modele sahip. Türkiye şimdilik sadece F35A alacak gibi görünüyor. F35A'lar alışılmış şekilde iniş ve kalkış gerçekleştiriyor. F35B modeli dikey iniş ve kalkış gerçekleştirebilen model. F35C ise daha sağlam iniş takımları ve geniş kanatlar ile, uçak gemileri için tasarlanmış. Ayrıca kanatları daha büyük olduğundan daha çok yakıt depolayabiliyorlar ve böylece menzilleri uzuyor. Türkiye belki ilerde F35B de sipariş verebilir.
F35'ler vatana millete hayırlı olsun diyorum. Keşke böyle pahalı oyuncaklar almamızı gerektirmeyecek kadar barışın hakim olduğu bir dünyada yaşasaydık.
Lockheed Martin F-35
Yükleyen domi00. - Güncel bilim ve teknoloji videoları.
F-35 Joint Strike Fighter
Yükleyen Virgilio-News. - Bilim ve teknoloji videoları
F-35 JSF VERTICAL TAKEOFF
Yükleyen Best-Chris. - Dünyadan haber videoları
Gerçekten Yaşamak
Çekip gitmek gerek bazen uzaklara. Ne bağlar insanı bulunduğu yere. Koskoca bir dünya var üzerinde yaşadığımız, ya da yaşadığımızı sandığımız. Oysa kim yaşıyor ki bu koca dünyada. Herkes görünmez duvarlarla örülmüş birer zindanda ölümü bekliyor. Kafesteki kuşlardan farklı değil kimse. İşin garibi rutin bir döngünün esiri olabilmek için canla başla çırpınıp duruyor herkes. Evet, hayat rutin bir döngü oluyor bir süre sonra. İşten eve, evden işe. Hoş, öğrencilikte de durum farklı değil elbet.
Kimse çekip gidemiyor. Kolay değil öyle kopmak, asi gelmek onbinlerce yıldan bu yana yaşatılan sisteme. Çalışmak gerek, para kazanmak gerek, kirayı, faturaları ödemek gerek. Kaç kişi düşünüyor günde bir kez, bir an olsun, yaşamanın da gerekli olduğunu. Kaç kişi sorguluyor yaşamanın gerçekten de faturaları ödeyecek parayı kazanmanın dışında bir eylem olduğunu. Ya da okulda başarılı olmanın, yüksek notlar almanın dışında bir eylem.
Bir an yaşadıysa insan koca ömrünü tamamlayıp son nefesini verdiğinde, ne kadar şanslıdır bilemez. Bir an yaşamak belki yetmiş yıllık zamanda bir an. Bir an kaldırmak kafayı, dik durmak, milyarlarca soruyu, o ana kadar sorulmamış, beklemiş durmuş milyarlarca soruyu yıldırım hızında sormak. Deşmek üzeri tozlanmış meseleleri, tozu dumana katmak, bir an, bitince gündelik hayatın savsatalarına dalıp, aslında yaşam olmayan bir şeyi yaşam diye yaşamak.
Sevgi, en komik ve yüzeysel kavram, derin olması gerekirken. Alışmakla karıştırılır çoğu zaman. Kimi sürekli görse bir süre sonra alışır insan. Sevmeden evlenenler, ya da sevdiğini sanarak evlenenler, eşini sevdiğini sanarak yaşayanlarla dolu bir dünya. Hayır, siz onun varlığına alıştınız desek gülerler, çünkü sevmemişler, gerçek sevgiyi aşkı tatmamışlar ki, ne olduğunu, olduğu sandıkları şeyden nasıl farklı olduğunu nereden bilsinler. Zaten sorun da burada başlamıyor mu? Bir şeyler hissetmek kolaydır, zor olansa sevmek. Nereden bilebilirsiniz hissettiğiniz şeyin gerçek sevgi olup olmadığını, aslında aşık olmadığınızı? İmkansız gibi, ama düşünmez insan, zaten önemli de değildir çoğu zaman. Bir erkeğin bir kadına, bir kadının da bir erkeğe ihtiyacı vardır. Karşı cinslerin birlikteliğini insanlarda hayvanlardan ayıran tek insani unsur, insanların hayvanların ihtiyaç duymadığı, aslında son derecede gereksiz olan, yapmacık olan, olsun diye olan evlilik gibi bir töreni gerçekleştirmeleridir. Yoksa insanları kalıplara sokamazsınız, ergimiş metal gibi bir daha kolay kolay değişmeyeceği bir şekle sokamazsınız. Kültür diyeceksiniz adına, etik diyeceksiniz, ahlak diyeceksiniz, gelenek, görenek, örf, adet her ne boksa artık.
Düzeni korumaktır asıl amaç, düzeni korumak. Ne için olduğu belli olmayan bir düzeni korumak. İnsanlar kendini hayvanlardan üstün göredursun, aslında en vahşi hayvan olma özelliğine sahiptir, her ne kadar kendine yakıştıramaıyorsa bile. Hangi hayvan bu kadar ölüme sebep olmuştur ki, üstelik sadece öldürmek için öldürerek.
Ama insan yaşar bu hayatı. Yaşadığını sanarak. Sokulduğu kalıbı kendi şekli sanarak yaşar. Bir kişilik geçirilir üzerine, bir elbise gibi. Kimse kendine ait değildir, herkes toplumun malıdır. Herkesin görevi yaşadığını sanıp, yaşadığı toplumun düzenini sağlamaya yarayan eylemlerle ömrünü harcamaktır. Bir parmak da bal çalarlar ağzına insanın, yaşadığını sansın diye. Bir parmak bal çalarlar insanın ağzına, göğün maviliğine kansın diye. Bir parmak bal çalarlar insanın ağzına, kalıba mahkum edilen özü uyusun diye.
Sonra insan kendi olmaktan çıkar. Sonra insan artık insan bile değil bir makinedir. sonra insan kördür, sağırdır, dilsizdir. Görmesi istenilenleri görür, duyması istenilenleri duyar, istenilenleri dillendirir, inanması istenilenlere insanır. Kaç kişi çocukken Allah'a annesi ve babası inandığı için inanmadı? Hiç görmediği, bilmediği, ne olduğunu anlamadığı, aslında onu çok da umursamayacak olan, hatta ona bin türlü çile çektirip, adında da kaza ve kader diyen bir varlığa inandı. Sevdi güya onu, sevdi öyle mi...
Yani yaşamak nedir? Yaşamak, yaşarken bilemeyeceğiniz ve yapamayacağınız, nefes alıp vermenin ötesinde, canlılığın ötesinde, hayatı idame ettirmenin ötesinde, zincirlere boyun eğmenin ötesinde bir şeydir. O öyle bir şeydir ki, insanın yüreğine bahar gelir. Cenneti içinizde bulursunuz. İçinizde size ait bir güneş vardır, ve de yıldızlar. İçinizde size ait bir dünya vardır, size ait bir cennet. Ne göğün sahte maviliği, ne tanrının bal, süt ve şarap ırmakları ile donattığı cenneti değildir umurunuzda. Siz kendi içinizdeki cennetinizde yaşarsınız, kendi içinizdeki güneşle aydınlanırsınız. İşte o zaman kendi benliğinizi bulur, ve kendi yüreğinizle konuşur, ve gerçek sevgi ne imiş o zaman anlarsınız. Bu nedenle belki de bu dünya yalandır. Bu dünyada yaşayan herkes ama herkes, kendi dışında biri olup, o kendi dışındaki kişiyi kendi sanmaktadır.
Bir an olsun yaşayın, bir an. Son nefesinizi vermeden bir an.
Kimse çekip gidemiyor. Kolay değil öyle kopmak, asi gelmek onbinlerce yıldan bu yana yaşatılan sisteme. Çalışmak gerek, para kazanmak gerek, kirayı, faturaları ödemek gerek. Kaç kişi düşünüyor günde bir kez, bir an olsun, yaşamanın da gerekli olduğunu. Kaç kişi sorguluyor yaşamanın gerçekten de faturaları ödeyecek parayı kazanmanın dışında bir eylem olduğunu. Ya da okulda başarılı olmanın, yüksek notlar almanın dışında bir eylem.
Bir an yaşadıysa insan koca ömrünü tamamlayıp son nefesini verdiğinde, ne kadar şanslıdır bilemez. Bir an yaşamak belki yetmiş yıllık zamanda bir an. Bir an kaldırmak kafayı, dik durmak, milyarlarca soruyu, o ana kadar sorulmamış, beklemiş durmuş milyarlarca soruyu yıldırım hızında sormak. Deşmek üzeri tozlanmış meseleleri, tozu dumana katmak, bir an, bitince gündelik hayatın savsatalarına dalıp, aslında yaşam olmayan bir şeyi yaşam diye yaşamak.
Sevgi, en komik ve yüzeysel kavram, derin olması gerekirken. Alışmakla karıştırılır çoğu zaman. Kimi sürekli görse bir süre sonra alışır insan. Sevmeden evlenenler, ya da sevdiğini sanarak evlenenler, eşini sevdiğini sanarak yaşayanlarla dolu bir dünya. Hayır, siz onun varlığına alıştınız desek gülerler, çünkü sevmemişler, gerçek sevgiyi aşkı tatmamışlar ki, ne olduğunu, olduğu sandıkları şeyden nasıl farklı olduğunu nereden bilsinler. Zaten sorun da burada başlamıyor mu? Bir şeyler hissetmek kolaydır, zor olansa sevmek. Nereden bilebilirsiniz hissettiğiniz şeyin gerçek sevgi olup olmadığını, aslında aşık olmadığınızı? İmkansız gibi, ama düşünmez insan, zaten önemli de değildir çoğu zaman. Bir erkeğin bir kadına, bir kadının da bir erkeğe ihtiyacı vardır. Karşı cinslerin birlikteliğini insanlarda hayvanlardan ayıran tek insani unsur, insanların hayvanların ihtiyaç duymadığı, aslında son derecede gereksiz olan, yapmacık olan, olsun diye olan evlilik gibi bir töreni gerçekleştirmeleridir. Yoksa insanları kalıplara sokamazsınız, ergimiş metal gibi bir daha kolay kolay değişmeyeceği bir şekle sokamazsınız. Kültür diyeceksiniz adına, etik diyeceksiniz, ahlak diyeceksiniz, gelenek, görenek, örf, adet her ne boksa artık.
Düzeni korumaktır asıl amaç, düzeni korumak. Ne için olduğu belli olmayan bir düzeni korumak. İnsanlar kendini hayvanlardan üstün göredursun, aslında en vahşi hayvan olma özelliğine sahiptir, her ne kadar kendine yakıştıramaıyorsa bile. Hangi hayvan bu kadar ölüme sebep olmuştur ki, üstelik sadece öldürmek için öldürerek.
Ama insan yaşar bu hayatı. Yaşadığını sanarak. Sokulduğu kalıbı kendi şekli sanarak yaşar. Bir kişilik geçirilir üzerine, bir elbise gibi. Kimse kendine ait değildir, herkes toplumun malıdır. Herkesin görevi yaşadığını sanıp, yaşadığı toplumun düzenini sağlamaya yarayan eylemlerle ömrünü harcamaktır. Bir parmak da bal çalarlar ağzına insanın, yaşadığını sansın diye. Bir parmak bal çalarlar insanın ağzına, göğün maviliğine kansın diye. Bir parmak bal çalarlar insanın ağzına, kalıba mahkum edilen özü uyusun diye.
Sonra insan kendi olmaktan çıkar. Sonra insan artık insan bile değil bir makinedir. sonra insan kördür, sağırdır, dilsizdir. Görmesi istenilenleri görür, duyması istenilenleri duyar, istenilenleri dillendirir, inanması istenilenlere insanır. Kaç kişi çocukken Allah'a annesi ve babası inandığı için inanmadı? Hiç görmediği, bilmediği, ne olduğunu anlamadığı, aslında onu çok da umursamayacak olan, hatta ona bin türlü çile çektirip, adında da kaza ve kader diyen bir varlığa inandı. Sevdi güya onu, sevdi öyle mi...
Yani yaşamak nedir? Yaşamak, yaşarken bilemeyeceğiniz ve yapamayacağınız, nefes alıp vermenin ötesinde, canlılığın ötesinde, hayatı idame ettirmenin ötesinde, zincirlere boyun eğmenin ötesinde bir şeydir. O öyle bir şeydir ki, insanın yüreğine bahar gelir. Cenneti içinizde bulursunuz. İçinizde size ait bir güneş vardır, ve de yıldızlar. İçinizde size ait bir dünya vardır, size ait bir cennet. Ne göğün sahte maviliği, ne tanrının bal, süt ve şarap ırmakları ile donattığı cenneti değildir umurunuzda. Siz kendi içinizdeki cennetinizde yaşarsınız, kendi içinizdeki güneşle aydınlanırsınız. İşte o zaman kendi benliğinizi bulur, ve kendi yüreğinizle konuşur, ve gerçek sevgi ne imiş o zaman anlarsınız. Bu nedenle belki de bu dünya yalandır. Bu dünyada yaşayan herkes ama herkes, kendi dışında biri olup, o kendi dışındaki kişiyi kendi sanmaktadır.
Bir an olsun yaşayın, bir an. Son nefesinizi vermeden bir an.
18 Mart 2010 Perşembe
Türkiye'deki Ermeniler
Türkiye'deki Ermeni'ler derken, bu ülkenin vatandaşı olmayanlardan bahsedeceğiz. Yoksa bu ülkenin vatandaşı olan, yurttaşımız olanlar bu yazının konusu dışındadırlar.
Yüce insan!!! R.T.E. beyefendi yine incilerini döktü. Türkiye'de 100 binden fazla yabancı uyruklu Ermeni varmış ve onlar sınırdışı edilebilirmiş. Olaya bakınız. Bir kere, birileri Ermeni soykırımını tanıyan yasaları meclislerinden geçirdi diye Türkiye'de bulunan Ermeniler'i sınırdışı etmek son derecede acizane bir durum. Gücün bu topraklara sığınan Ermeniler'e yetiyor, Kasımpaşalılığın onlara mı söküyor ey R.T.E! Evet aynen öyle. Zayıfı ez, güçlü olanlara ancak lafta kalan sitemler yolla, göstermelik büyükelçi çekmeler falan, işi idare et, içerde halk "Helal olsun be! Bak büyükelçiyi bile çekti, ne büyük adam?" desin. Türkiye'nin itibarı, Türklüğün itibarı, üstelik haksız yere lekelensin, sen bir de bunun üzerine oylarını artır. Ne güzel dünya ya!
Hiç sormazlar mı;" Bu yasa tasarılarının meclise geleceği zaten belliydi, hazırlıklar yapıldı, insanlar ikna edildi, siz o zamanlar nerelerdeydiniz, aklınız neredeydi, ne yaptınız ne yapamadınız?" diye. E ama R.T.E. de haklı şimdi. Ergenekonmuş, balyozmuş meşgul adam canım. O ara gözünden kaçmış demek ki. Eee, ama şimdi AKP'nin selameti ile uğraşırken, bir iki tasarı gavur!!! meclislerinden geçmiş, geçerse geçsin, Ergenekon, Balyoz vs daha önemli ama değil mi? Evet, malesef öyle. AKP Ergenekon'la ve Balyoz'la uğraştığının yarısı kadar bu tasarıları önlemeye odaklansaydı, belki de bu tasarılarla hiç karşılaşmazdık.
Şimdi Türkiye'ye sığınmış Ermeniler'i sınır dışı etmekten bahsediyor. Ne kadar çocukça bir tavır. Türkiye'de 100 binin üzerinde kaçak Ermeni olmasından mutlu falan değilim. Aksine, başbakanın açıklamalarından yola çıkarak diyorum ki, zaten işsizliğin büyük sorun olduğu ülkemizde, kaçak da olsa 100 bin kişinin çalışıyor olması kabul edilebilir değil. Bu insanların yurda kaçak girmesine kim göz yumdu? Neden? Neden var oldukları biliniyor da, hala yurdumda barındırılıyor? Bu ülkenin insanları iş bulamazken, bu ülkenin vatandaşı olmayan, Ermeni olsun olmasın, kaçak gelmiş insanların, bu ülkenin işsiz insanlarının ekmeğini elinden almasına, bu devlet neden göz yumuyor? Yoksa bu ülkenin vatandaşı olmak, bu ülkede ikinci sınıf olmak mı? Oların ayrıcalığı nedir? Hele hele bu ülkede insanların yüzde 70'i gibi bir oran malesef sağ görüşlü iken, ve bunların da önemli bir kısmı ırkçı bir zihniyete sahipken, soydaşlarımızı daha dün katleden bir milletin insanlarını bu ülkede nasıl tutuyorlar.Soruyorum, o 100 binden fazla kişinin içinde, Azeriler'in katline karışmış, kadın erkek, genç yaşlı, büyük küçük demeden soydaşlarımızın öldürülmesine karışmış, hatta bizzat öldürmüş kaç Ermeni vardır? Bu duruma göz yumuyorsa bu ülkenin Ülkücüleri olsun, ümmetçileri olsun milliyetçilerin hepsi, ben bu ülkedeki milliyetçiliğe şaşarım. Özde değil, laf salatası bir milliyetçiliktir bu demekki. Bu ülkenin milliyetçileri, Türk milliyetçileri, İsrail'den çok Ermenistan karşıtı olmak durumundadır. Çünkü İsrail kendi topraklarını üç pula satarak kendi başına ördüğü çorapla uğraşan Filistin'lilerin sorunudur ancak, Ermenistan bizzat soydaşlarımızın kanını dökmüş, topraklarını işgal etmiş ve halen de işgal altında tutmaktadır. Bu nasıl bir milliyetçiliktir böyle şaşarım. Sol görüşlü biri olarak şaşarım, buna şaşıran bir sağ görüşlü, kendine milliyetçiyim diyen biri yok, işte buna daha da çok şaşarım.
Sonuç olarak sayın büyük insan R.T.E. efelenme boşuna, daha fazla oyuncağı çalınmış çocuk gibi mızmızlanma da, komik duruma düşmeyelim. Aç biraz gözlerini, aç da neler oluyor etrafta görelim. Sorunları aşacak, komşuları ile sıfır sorun politikası güdecek insanlara bakın siz, var olan sorunları çözmeyi bırakın, burunlarının ucuna gelmiş sorunları göremiyorlar. Bir kısır döngü içine sürüklediler ülkeyi gidiyorlar. Saygı nedir bilmiyorlar. Bunlar ATATÜRK'ü de tanımıyorlar. Halktan biri sesini çıkardı mı fırçalıyorlar, hele bir de köylüyse vay haline. Yazık bu millete diyeceğim ama, bu millet getirdi bu adamları başımıza, bu millete değil de, bu milletin içinde yaşayan bir avuç gözleri gören, kulakları duyan, beyni çalışan insana yazık.
Yüce insan!!! R.T.E. beyefendi yine incilerini döktü. Türkiye'de 100 binden fazla yabancı uyruklu Ermeni varmış ve onlar sınırdışı edilebilirmiş. Olaya bakınız. Bir kere, birileri Ermeni soykırımını tanıyan yasaları meclislerinden geçirdi diye Türkiye'de bulunan Ermeniler'i sınırdışı etmek son derecede acizane bir durum. Gücün bu topraklara sığınan Ermeniler'e yetiyor, Kasımpaşalılığın onlara mı söküyor ey R.T.E! Evet aynen öyle. Zayıfı ez, güçlü olanlara ancak lafta kalan sitemler yolla, göstermelik büyükelçi çekmeler falan, işi idare et, içerde halk "Helal olsun be! Bak büyükelçiyi bile çekti, ne büyük adam?" desin. Türkiye'nin itibarı, Türklüğün itibarı, üstelik haksız yere lekelensin, sen bir de bunun üzerine oylarını artır. Ne güzel dünya ya!
Hiç sormazlar mı;" Bu yasa tasarılarının meclise geleceği zaten belliydi, hazırlıklar yapıldı, insanlar ikna edildi, siz o zamanlar nerelerdeydiniz, aklınız neredeydi, ne yaptınız ne yapamadınız?" diye. E ama R.T.E. de haklı şimdi. Ergenekonmuş, balyozmuş meşgul adam canım. O ara gözünden kaçmış demek ki. Eee, ama şimdi AKP'nin selameti ile uğraşırken, bir iki tasarı gavur!!! meclislerinden geçmiş, geçerse geçsin, Ergenekon, Balyoz vs daha önemli ama değil mi? Evet, malesef öyle. AKP Ergenekon'la ve Balyoz'la uğraştığının yarısı kadar bu tasarıları önlemeye odaklansaydı, belki de bu tasarılarla hiç karşılaşmazdık.
Şimdi Türkiye'ye sığınmış Ermeniler'i sınır dışı etmekten bahsediyor. Ne kadar çocukça bir tavır. Türkiye'de 100 binin üzerinde kaçak Ermeni olmasından mutlu falan değilim. Aksine, başbakanın açıklamalarından yola çıkarak diyorum ki, zaten işsizliğin büyük sorun olduğu ülkemizde, kaçak da olsa 100 bin kişinin çalışıyor olması kabul edilebilir değil. Bu insanların yurda kaçak girmesine kim göz yumdu? Neden? Neden var oldukları biliniyor da, hala yurdumda barındırılıyor? Bu ülkenin insanları iş bulamazken, bu ülkenin vatandaşı olmayan, Ermeni olsun olmasın, kaçak gelmiş insanların, bu ülkenin işsiz insanlarının ekmeğini elinden almasına, bu devlet neden göz yumuyor? Yoksa bu ülkenin vatandaşı olmak, bu ülkede ikinci sınıf olmak mı? Oların ayrıcalığı nedir? Hele hele bu ülkede insanların yüzde 70'i gibi bir oran malesef sağ görüşlü iken, ve bunların da önemli bir kısmı ırkçı bir zihniyete sahipken, soydaşlarımızı daha dün katleden bir milletin insanlarını bu ülkede nasıl tutuyorlar.Soruyorum, o 100 binden fazla kişinin içinde, Azeriler'in katline karışmış, kadın erkek, genç yaşlı, büyük küçük demeden soydaşlarımızın öldürülmesine karışmış, hatta bizzat öldürmüş kaç Ermeni vardır? Bu duruma göz yumuyorsa bu ülkenin Ülkücüleri olsun, ümmetçileri olsun milliyetçilerin hepsi, ben bu ülkedeki milliyetçiliğe şaşarım. Özde değil, laf salatası bir milliyetçiliktir bu demekki. Bu ülkenin milliyetçileri, Türk milliyetçileri, İsrail'den çok Ermenistan karşıtı olmak durumundadır. Çünkü İsrail kendi topraklarını üç pula satarak kendi başına ördüğü çorapla uğraşan Filistin'lilerin sorunudur ancak, Ermenistan bizzat soydaşlarımızın kanını dökmüş, topraklarını işgal etmiş ve halen de işgal altında tutmaktadır. Bu nasıl bir milliyetçiliktir böyle şaşarım. Sol görüşlü biri olarak şaşarım, buna şaşıran bir sağ görüşlü, kendine milliyetçiyim diyen biri yok, işte buna daha da çok şaşarım.
Sonuç olarak sayın büyük insan R.T.E. efelenme boşuna, daha fazla oyuncağı çalınmış çocuk gibi mızmızlanma da, komik duruma düşmeyelim. Aç biraz gözlerini, aç da neler oluyor etrafta görelim. Sorunları aşacak, komşuları ile sıfır sorun politikası güdecek insanlara bakın siz, var olan sorunları çözmeyi bırakın, burunlarının ucuna gelmiş sorunları göremiyorlar. Bir kısır döngü içine sürüklediler ülkeyi gidiyorlar. Saygı nedir bilmiyorlar. Bunlar ATATÜRK'ü de tanımıyorlar. Halktan biri sesini çıkardı mı fırçalıyorlar, hele bir de köylüyse vay haline. Yazık bu millete diyeceğim ama, bu millet getirdi bu adamları başımıza, bu millete değil de, bu milletin içinde yaşayan bir avuç gözleri gören, kulakları duyan, beyni çalışan insana yazık.
17 Mart 2010 Çarşamba
Yök'ün Katsayı İşkencesi
Tartışmalı bir şekilde Yök başkanlığına atanan Prof. Dr. Y. Ziya Özcan adeta yargı ile katsayı kavgasına girdi. Yargıdan dönen düzenlemelerin hedefi ise belli, imam hatiplilerin önünü açmak. Yargı buna izin vermiyor, Ziya bey inat ediyor, olan ise üniversite sınavlarına hazırlanan öğrencilere oluyor.
İmam hatip lisesi mezunlarının önü neden kapalıdır o ayrı bir sorun zaten. Aslında sorun önlerinin katsayılarla neden kapandığı değildir, neden bu kadar çok imam hatip lisesi olduğudur. İmam hatip liseleri meslek lisesi statüsünde olup, din görevlisi yetiştirme amacına hizmet etmelidir. Bu bakımdan imam hatip liselilerin ilahiyatla ilgili bölümlere sınavsız geçiş hakkı dahil pek çok kolaylığa sahip olması olağandır. Ancak ilerde tıp ya da mühendislik okumak isteyen biri neden imam hatip lisesine gidip sonra da yaygarayı koparır bu bilinmez. Kaldı ki o kadar çok din görevlisine ihtiyaç olmadığı da ortada iken, bu kadar çok imam hatip lisesinin amacı nedir o da belli değil. Aslında belli, belli bir siyasi görüşü gençlere aşılamak. Zaten yeni getirilen düzenlemelerin yargıdan dönmesinin asıl sebebi de budur.
Yargıdan düzenlemelerin dönmesinin sebebi, imam hatip liselerinin resmi olmayan amacı olunca da ortaya yargının ne kadar evrensel hukuk çerçevesinde hareket ettiğine dair sorular çıkıyor. Ülkemizde yargı organları, evrensel bir hukuk anlayışından ziyade, tamamen siyasi olarak kararlar almaktadırlar. Bu durumu laiklik savunuculuğu olarak görmek yanlış olur, çünkü yargının görevi laikliği savunmak değildir, yargının görevi yasaları savunmaktır. Yasalar ne derse yargı o yönde karar vermek durumundadır. Yargı organlarının karar mekanizmasında, kanunlar dışında başka etkenler de söz sahibi olursa, orada ne bağımsız yargıdan, ne de hukuktan bahsedemezsiniz. Evet, mahkemeler vardır, yargı organları fiziki olarak vardır, hatta o mahkemelerde yargılamalar da yapılmaktadır ama hukuk yoktur. Ülkemizde olan budur. Hukuk denilen şey malesef yoktur.
Burada imam hatip liselilerinin önünün açılmasını savunuyor değilim. Anack çok başarılı bir imam hatip lisesi öğrencisi neden diğer bölümlere de gidemesin, o ayrı bir tartışma konusudur zaten. Burada asıl önemli nokta sınava hazırlanan öğrenciler. Zaten hayatlarının en önemli sınavına hazırlanmanın verdiği yoğun baskı altında ezildikleri yetmiyormuş gibi, bir de sınav sistemindeki belirsizliklerin stresini yaşamaya mahkum edilen gençler. Onları kimse düşünmüyor, ne YÖK gençleri umursuyor ne de yargı.
Her zaman derim bu ülkede devlet, ve devlete bağlı kurumlar, bu ülkenin vatandaşlarına hiç değer vermez diye. Üniversiteye giriş sistemi ile ilgili yaşanan bu kargaşalar da bunu bir kez daha ispatlamakta olup, haklı çıkmaktan hiç de mutlu olmadığım bu konuda yine, evet yine üzülerek haklı çıkıyorum.
İmam hatip lisesi mezunlarının önü neden kapalıdır o ayrı bir sorun zaten. Aslında sorun önlerinin katsayılarla neden kapandığı değildir, neden bu kadar çok imam hatip lisesi olduğudur. İmam hatip liseleri meslek lisesi statüsünde olup, din görevlisi yetiştirme amacına hizmet etmelidir. Bu bakımdan imam hatip liselilerin ilahiyatla ilgili bölümlere sınavsız geçiş hakkı dahil pek çok kolaylığa sahip olması olağandır. Ancak ilerde tıp ya da mühendislik okumak isteyen biri neden imam hatip lisesine gidip sonra da yaygarayı koparır bu bilinmez. Kaldı ki o kadar çok din görevlisine ihtiyaç olmadığı da ortada iken, bu kadar çok imam hatip lisesinin amacı nedir o da belli değil. Aslında belli, belli bir siyasi görüşü gençlere aşılamak. Zaten yeni getirilen düzenlemelerin yargıdan dönmesinin asıl sebebi de budur.
Yargıdan düzenlemelerin dönmesinin sebebi, imam hatip liselerinin resmi olmayan amacı olunca da ortaya yargının ne kadar evrensel hukuk çerçevesinde hareket ettiğine dair sorular çıkıyor. Ülkemizde yargı organları, evrensel bir hukuk anlayışından ziyade, tamamen siyasi olarak kararlar almaktadırlar. Bu durumu laiklik savunuculuğu olarak görmek yanlış olur, çünkü yargının görevi laikliği savunmak değildir, yargının görevi yasaları savunmaktır. Yasalar ne derse yargı o yönde karar vermek durumundadır. Yargı organlarının karar mekanizmasında, kanunlar dışında başka etkenler de söz sahibi olursa, orada ne bağımsız yargıdan, ne de hukuktan bahsedemezsiniz. Evet, mahkemeler vardır, yargı organları fiziki olarak vardır, hatta o mahkemelerde yargılamalar da yapılmaktadır ama hukuk yoktur. Ülkemizde olan budur. Hukuk denilen şey malesef yoktur.
Burada imam hatip liselilerinin önünün açılmasını savunuyor değilim. Anack çok başarılı bir imam hatip lisesi öğrencisi neden diğer bölümlere de gidemesin, o ayrı bir tartışma konusudur zaten. Burada asıl önemli nokta sınava hazırlanan öğrenciler. Zaten hayatlarının en önemli sınavına hazırlanmanın verdiği yoğun baskı altında ezildikleri yetmiyormuş gibi, bir de sınav sistemindeki belirsizliklerin stresini yaşamaya mahkum edilen gençler. Onları kimse düşünmüyor, ne YÖK gençleri umursuyor ne de yargı.
Her zaman derim bu ülkede devlet, ve devlete bağlı kurumlar, bu ülkenin vatandaşlarına hiç değer vermez diye. Üniversiteye giriş sistemi ile ilgili yaşanan bu kargaşalar da bunu bir kez daha ispatlamakta olup, haklı çıkmaktan hiç de mutlu olmadığım bu konuda yine, evet yine üzülerek haklı çıkıyorum.
14 Mart 2010 Pazar
Her Şeyin Kanunu
Her şeyin kanununa ulaşılabilir mi? Pek mümkün görünmemekte ancak dünyanın en keskin zekaya sahip bilim adamlarının hayali, özellikle de fizikçilerin, bir gün her şeyin kanununa ulaşmak. Öyle bir kanun ki, uzunca bir denklemle ifade edilecek muhtemelen, ve o denklem açıklamaya yetecek her şeyi.
Fizik tüm bilimlerin temelidir. Ancak matematiğe muhtaçtır. Aslında fizik matematiğe muhtaç değildir, matematiğe muhtaç olan, fiziği anlamak için matematiği kullanan insandır. Belki de her şeyin kanununa ulaşmadaki en büyük engel de matematiktir. Daha okula gitmeden küçücük beyinlere işlenen matematiksel kavramlar, belki de evreni anlamamızın önündeki en büyük engeli oluşturuyor. Zaten matematikçilerin dersi veren öğretim görevlilerinin de saçmalamaları boldur. Akıllarının almadığı her şeye tanımsız der geçerler. Bu "tanımsız" ifadesi, "Allah öyle yaratmış" kadar bilime düşmandır. Tanımsız ise tanımlayın o zaman. Neden hiç bir sayı 0'a bölünemezmiş, ya da bir sayıyı sonsuza bölersek ne olur? "Tanımsız matematikçilerin sığınağıdır, ancak onları artık koruyamaz.
Diyeceksiniz ki nasıl fizik tüm bilimlerin temeli oluyor? Şöyle, tüm etkileşimlerin temeli fizik. Hatta madde ile enerji arasındaki döngüyü de fizikle açıklayabiliyoruz. Enerjinin maddeye dönüşümü ve maddenin enerjiye dönüşümü olayları. Enerji maddeye dönüştükten sonra ancak devreye kimya girebiliyor. Biyoloji vs diğer pozitif bilimler de öyle. Devreye biyoloji ve diğer bilimler girdikten sonra ancak canlıdan ve canlılıktan bahsedebiliyoruz. Ondan sonra da sosyal bilimlere geçebilirsiniz ancak. Yani fizikle açıklanan olaylar hiç olmasaydı, zaten evren de olmayacaktı, ve insan da, o halde neyin tarihinden ya da sosyolojisinden bahsedebilirdik.
Maddenin korunumu diye bir şey yoktur desem size ne dersiniz. Evet, yıllarca size madde korunur dediler değil mi? Hayır, madde korunmaz, hem de hiç. 16 Kg oksijen ile 2 Kg hidrojeni tepkimeye sokarsanız 18 Kg H2O yani su elde edemezsiniz. Elde ettiğiniz su 18 Kg'dan daha azdır, ancak bu azalan miktar o kadar küçüktür ki, ölçebilecek kadar hassas hemen hiçbir ölçme sistemi yoktur. Bu nedenle madde sabit kabul edilir, oysa örnek tepkimemizde bir miktar madde enerjiye dönüşmüştür. Bunun gibi daha pek çok yanlış, ama pratikte bir şey değiştirmeyen bilgilerle donatılarak geliyoruz bu günlere.Ancak mesele evreni anlamak olunca doğru bilgi şart oluyor.
Kimyasal tüm tepkimelerin nedeni aslında fizikseldir. Bir atomun elektron verme eğilimi, yani elektropozitifliği, diğer bir atomun elektron alma eğilimi, yani elektronegatifliği, tamamıyla atomun çekirdek yapısının özellikleri (en başta gravitasyonu ) sonra çekirdekten en uzaktaki elektronların atom çekirdeğine mesafesi ve bu mesafeye bağlı hızı vb. özellikler, yani tamamen fizik ile açıklayabileceğiniz özellikler kimyasal tepkimelere neden olur. Kimya soygazların neden tepkimeye girmediğini tam açıklamaz. Nötr ve kararlı der geçer, çünkü bunu açıklayabilecek olan fiziktir. Tüm kimyasal denklemleri yok sayarsanız fizik size maddeler arası etkileşimleri açıklamak için yetecektir. Ancak kimyanın hakkını yememek gerek. Çünkü fiziksel denklemlerle bu etkileşimleri hesaplayabilmek çok çok zor olacaktır ve karmaşık hesaplamalar gerektirecektir. Biyoloji da zaten moleküller arası düzenli tepkimeler kompozisyonudur. Düzen bozulursa canlılık biter gider.
Tüm bilimlerin temelinin fizik olduğunu açıkladıktan sonra her şeyin kanununa dönelim. Ütopik bir kanun olan her şeyin kanunu ile evrendeki tüm etkileşimleri tam olarak açıklamak mümkün olacaktır. Ancak her şeyin kanununu sadece yaratıcının bildiğini ya da kavrayabileceğini de düşünmek, hele de inançlı biri iseniz son derecede ussal bir tutum olacaktır. Yine de aklı kullanarak insanlık her şeyin kanununun ne kadarını öğrenebilirse, bilgi anlamında yaratıcıya o kadar yaklaşmış olacaktır. Bilim insanları yaratıcıya kutsak kitaplardan ve dinlerden daha fazla yaklaştırmaktadır aslında. Şöyle ki, uzun yıllar önce insanlar dünyayı bir tepsi gibi düz sanıyordu, ve bugünkü insanların bildiği pek çok şeyi bilmiyordu. Yağmurun nasıl yağdığı, neden şimşek çaktığını, neden günlerin geceleri izlediğini, neden mevsimlerin olduğunu vs. Oysa bugün bildiklerimize bakın, insanlığın geldiği yere bakın. Atomları parçalayabiliyor ya da birleştirebiliyoruz ( Fisyon-Füsyon ), moleküllere müdahale edip istediğimiz özellikte malzemeler elde edebiliyoruz ( Nanoteknoloji ), en hayati organların başında gelen kalbi nakledebiliyoruz ve yapayını yapabiliyoruz. Artık karadeliklerin en azından varlığının farkındayız ve bildiğimiz ışığı bile yuttuğunu biliyoruz. Biz bunları bilmezden önce de yaratıcı bunları elbette biliyordu. Bilgi bakımından evrenin çözdüğümüz her gizemi, bizi yaratıcıya yaklaştırmıştır. Her çözdüğümüz gizemle sadece yaratıcının bildiği bir bilgiyi, sadece yaratıcının bildiği bir bilgi olmaktan çıkartmaktayız.
Toplam bilgiyi bir piramit, yaratıcıyı da piramitin tepesinde olarak modeller isek, her yeni keşif ile biraz daha ona yaklaşıyoruz, bir basamak daha yukarı çıkıyoruz. Ancak kaç basamak olduğunu söylemek elbette ki imkansız. Ancak zaten amaç ulaşmak değil, yaklaşmak olmalı.
Bir bakıma tanrı 0'dır. Sonsuzlar onda kesişir ve kendini nötrler, ve ona ulaşmak imkansızdır. Tüm herşey 0'dan başlar, ancak 0'a ulaştığınızda hiçbir şey var olarak kalamaz, tam bir yokluk bulursunuz. 0 big bang'tir, 0 Tanrı'dır.
Bir küre düşünün, merkezinden sonsuz tane doğru geçsin ( bir noktadan sonsuz doğru geçer-iki boyutlu düzlemde bile ). Şimdi, bu kürenin merkezine 0 diyelim ve doğruları sonsuza kadar uzatalım. Oluşan hacim, işte size evren. Tabi doğrular sıfırdan geçtiğine göre, sonsuz tane doğrumuzun sonsuz tane artı ve eksi sonsuzu oldu. Bu sonsuz tane artı ve eksi sonsuzu toplarsak ne olur. Bu soruyu bir matematikçiye, hele de matematik öğretmeninize sormayın sakın, beyni kısa devre yapabilir. Sonsuza giden her doğrunun her pozitif değerine karşılık bir negatif değerimiz de olacağından, yani her pozitif değeri bir negatif değer nötrleyeceğinden, cevap kocaman bir 0 olmalıdır.
Fizikçiler bir gün her şeyin kanununa ulaşırlarsa, bu küreyi, ve her şeyin nasıl sıfırdan başlayıp, 0'da bittiğini de anlamış olacaklar. Zaten her şeyin kanunu bir bakıma sıfırın kanunu olacaktır.Zaten küre de iki boyutlu bakarsanız 0'a benzer. Bu da tuhaf bir anekdot.
Fizik tüm bilimlerin temelidir. Ancak matematiğe muhtaçtır. Aslında fizik matematiğe muhtaç değildir, matematiğe muhtaç olan, fiziği anlamak için matematiği kullanan insandır. Belki de her şeyin kanununa ulaşmadaki en büyük engel de matematiktir. Daha okula gitmeden küçücük beyinlere işlenen matematiksel kavramlar, belki de evreni anlamamızın önündeki en büyük engeli oluşturuyor. Zaten matematikçilerin dersi veren öğretim görevlilerinin de saçmalamaları boldur. Akıllarının almadığı her şeye tanımsız der geçerler. Bu "tanımsız" ifadesi, "Allah öyle yaratmış" kadar bilime düşmandır. Tanımsız ise tanımlayın o zaman. Neden hiç bir sayı 0'a bölünemezmiş, ya da bir sayıyı sonsuza bölersek ne olur? "Tanımsız matematikçilerin sığınağıdır, ancak onları artık koruyamaz.
Diyeceksiniz ki nasıl fizik tüm bilimlerin temeli oluyor? Şöyle, tüm etkileşimlerin temeli fizik. Hatta madde ile enerji arasındaki döngüyü de fizikle açıklayabiliyoruz. Enerjinin maddeye dönüşümü ve maddenin enerjiye dönüşümü olayları. Enerji maddeye dönüştükten sonra ancak devreye kimya girebiliyor. Biyoloji vs diğer pozitif bilimler de öyle. Devreye biyoloji ve diğer bilimler girdikten sonra ancak canlıdan ve canlılıktan bahsedebiliyoruz. Ondan sonra da sosyal bilimlere geçebilirsiniz ancak. Yani fizikle açıklanan olaylar hiç olmasaydı, zaten evren de olmayacaktı, ve insan da, o halde neyin tarihinden ya da sosyolojisinden bahsedebilirdik.
Maddenin korunumu diye bir şey yoktur desem size ne dersiniz. Evet, yıllarca size madde korunur dediler değil mi? Hayır, madde korunmaz, hem de hiç. 16 Kg oksijen ile 2 Kg hidrojeni tepkimeye sokarsanız 18 Kg H2O yani su elde edemezsiniz. Elde ettiğiniz su 18 Kg'dan daha azdır, ancak bu azalan miktar o kadar küçüktür ki, ölçebilecek kadar hassas hemen hiçbir ölçme sistemi yoktur. Bu nedenle madde sabit kabul edilir, oysa örnek tepkimemizde bir miktar madde enerjiye dönüşmüştür. Bunun gibi daha pek çok yanlış, ama pratikte bir şey değiştirmeyen bilgilerle donatılarak geliyoruz bu günlere.Ancak mesele evreni anlamak olunca doğru bilgi şart oluyor.
Kimyasal tüm tepkimelerin nedeni aslında fizikseldir. Bir atomun elektron verme eğilimi, yani elektropozitifliği, diğer bir atomun elektron alma eğilimi, yani elektronegatifliği, tamamıyla atomun çekirdek yapısının özellikleri (en başta gravitasyonu ) sonra çekirdekten en uzaktaki elektronların atom çekirdeğine mesafesi ve bu mesafeye bağlı hızı vb. özellikler, yani tamamen fizik ile açıklayabileceğiniz özellikler kimyasal tepkimelere neden olur. Kimya soygazların neden tepkimeye girmediğini tam açıklamaz. Nötr ve kararlı der geçer, çünkü bunu açıklayabilecek olan fiziktir. Tüm kimyasal denklemleri yok sayarsanız fizik size maddeler arası etkileşimleri açıklamak için yetecektir. Ancak kimyanın hakkını yememek gerek. Çünkü fiziksel denklemlerle bu etkileşimleri hesaplayabilmek çok çok zor olacaktır ve karmaşık hesaplamalar gerektirecektir. Biyoloji da zaten moleküller arası düzenli tepkimeler kompozisyonudur. Düzen bozulursa canlılık biter gider.
Tüm bilimlerin temelinin fizik olduğunu açıkladıktan sonra her şeyin kanununa dönelim. Ütopik bir kanun olan her şeyin kanunu ile evrendeki tüm etkileşimleri tam olarak açıklamak mümkün olacaktır. Ancak her şeyin kanununu sadece yaratıcının bildiğini ya da kavrayabileceğini de düşünmek, hele de inançlı biri iseniz son derecede ussal bir tutum olacaktır. Yine de aklı kullanarak insanlık her şeyin kanununun ne kadarını öğrenebilirse, bilgi anlamında yaratıcıya o kadar yaklaşmış olacaktır. Bilim insanları yaratıcıya kutsak kitaplardan ve dinlerden daha fazla yaklaştırmaktadır aslında. Şöyle ki, uzun yıllar önce insanlar dünyayı bir tepsi gibi düz sanıyordu, ve bugünkü insanların bildiği pek çok şeyi bilmiyordu. Yağmurun nasıl yağdığı, neden şimşek çaktığını, neden günlerin geceleri izlediğini, neden mevsimlerin olduğunu vs. Oysa bugün bildiklerimize bakın, insanlığın geldiği yere bakın. Atomları parçalayabiliyor ya da birleştirebiliyoruz ( Fisyon-Füsyon ), moleküllere müdahale edip istediğimiz özellikte malzemeler elde edebiliyoruz ( Nanoteknoloji ), en hayati organların başında gelen kalbi nakledebiliyoruz ve yapayını yapabiliyoruz. Artık karadeliklerin en azından varlığının farkındayız ve bildiğimiz ışığı bile yuttuğunu biliyoruz. Biz bunları bilmezden önce de yaratıcı bunları elbette biliyordu. Bilgi bakımından evrenin çözdüğümüz her gizemi, bizi yaratıcıya yaklaştırmıştır. Her çözdüğümüz gizemle sadece yaratıcının bildiği bir bilgiyi, sadece yaratıcının bildiği bir bilgi olmaktan çıkartmaktayız.
Toplam bilgiyi bir piramit, yaratıcıyı da piramitin tepesinde olarak modeller isek, her yeni keşif ile biraz daha ona yaklaşıyoruz, bir basamak daha yukarı çıkıyoruz. Ancak kaç basamak olduğunu söylemek elbette ki imkansız. Ancak zaten amaç ulaşmak değil, yaklaşmak olmalı.
Bir bakıma tanrı 0'dır. Sonsuzlar onda kesişir ve kendini nötrler, ve ona ulaşmak imkansızdır. Tüm herşey 0'dan başlar, ancak 0'a ulaştığınızda hiçbir şey var olarak kalamaz, tam bir yokluk bulursunuz. 0 big bang'tir, 0 Tanrı'dır.
Bir küre düşünün, merkezinden sonsuz tane doğru geçsin ( bir noktadan sonsuz doğru geçer-iki boyutlu düzlemde bile ). Şimdi, bu kürenin merkezine 0 diyelim ve doğruları sonsuza kadar uzatalım. Oluşan hacim, işte size evren. Tabi doğrular sıfırdan geçtiğine göre, sonsuz tane doğrumuzun sonsuz tane artı ve eksi sonsuzu oldu. Bu sonsuz tane artı ve eksi sonsuzu toplarsak ne olur. Bu soruyu bir matematikçiye, hele de matematik öğretmeninize sormayın sakın, beyni kısa devre yapabilir. Sonsuza giden her doğrunun her pozitif değerine karşılık bir negatif değerimiz de olacağından, yani her pozitif değeri bir negatif değer nötrleyeceğinden, cevap kocaman bir 0 olmalıdır.
Fizikçiler bir gün her şeyin kanununa ulaşırlarsa, bu küreyi, ve her şeyin nasıl sıfırdan başlayıp, 0'da bittiğini de anlamış olacaklar. Zaten her şeyin kanunu bir bakıma sıfırın kanunu olacaktır.Zaten küre de iki boyutlu bakarsanız 0'a benzer. Bu da tuhaf bir anekdot.
11 Mart 2010 Perşembe
Tarım'da yeni düzenleme
Türk tarımı yapısal sorunlarını aşabalicek mi? Güzel bir soru. Yakında tarımda reform olarak adlandırılabilecek bir düzenleme ile karşılaşmamız olası. Bu düzenlemeye göre, miras yolu ile tarım alanlarının küçülmesinin önüne geçilmeye çalışılacak. Mevcut durumda, aile büyükleri öldüğünde sahip oldukları araziler mirasçıları arasında paylaşılmakta. Bu durum ise ciddi sorunları beraberinde getirmekte.
Örnek bir aile yapısıyla devam edelim. Bir aileyi geçindirmek için yeterli büyüklükte arazisi olan bir kişinin dört çocuğu olsun. Mevcut sistemde arazisi ölümünün ardından dörde bölünmekte ve mirasçılarına kalan arazi bir aileyi geçindirebilecek kadar büyük olmamakta haliyle. Sonuç olarak bu durumda, babasının karnını doyurduğu gibi çocuklarının karnını toprağıyla doyuramayan kişiler şehirlere göçmek zorunda kalmakta. Ondan sonra alın size göç sorunu, büyük şehirlerde nüfus patlaması, çarpık kentleşme vs. Bu da yetmezmiş gibi çoğu zaman şehir yaşamına adapte olmaya çabalarken arazilerinden de vazgeçemeyen kişiler, arazileri ile şehirden yeteri kadar ilgilenemediklerinden verim düşüklüğü ile de karşı karşı kalabilmekteler. Sonuçta hem köylü yurttaşlarımız hem de ülkemiz kaybetmekte.
Gelmesi muhtemel yeni miras kanununda arazilerin parçalanması engellenecek. En çok parayı veren mirasçı arazileri alacak ya da bir hakim arazileri ehil olana verecek. Yani tarım konusunda en yetkin olan mirasçı arazileri alacak. Bunu dışında kurumsallaşma da özendirilecek. Bir aile şirketi kurulup arazilerin şirkete devri de mümkün olacak. Bu sayede hem tarımla gerçekten ilgilenen mirasçılar tarım yapmaya devam ederken, hem de arazilerin parçalanması önlenmiş olacak. Kulağa hoş geliyor ancak toprağa çok değer veren bir ulus olduğumuz için uygulanmasında sorunlar yaşayabiliriz. Babasından kalan araziyi her zaman kutsal olarak gören yurttaşlarımız, payına düşeni devretmemekte ısrarcı olabilir.
Türkiye'de tarım alanında yapısal reformların önündeki en büyük engel kültürel yapıdır. Önce kültüren yapıdaki direnç oluşturan konuların üstüne gidilmeli ve insanların toprakları ile aralarındaki duygusal bağlar zayıflatılmalıdır. Bu duygusal bağlar yüzünden küçülen arazilerde tarım yapılmakta, sonra da devlete kızılmakta neden biz geçinemiyoruz diye.
Bir örnek verelim. Bir A ürünümüz olsun ve bu A ürününde geçimini 4 kişilik bir ailenin rahatça sağlayabilmesi için 10000 kg yıllık ürün alması gereksin. Bir 4 kişilik ailenin ise tam 10000 kg yıllık ürün veren arazisi olsun. Bu ailenin büyükleri öldüğünde araziler iki kardeş arasında bölünecektir. Bu iki kardeş de bir aile kuracak (erkek olduklarını kabul edelim), ve paylarına düşen arazide tarıma devam edeceklerdir. Ancak artık kardeşler 5000 kg ürün alabilmekteler. Haliyle ailelerini geçindirememeleri son derecede doğal. Bir de bu arazilerin tekrar paylaşıldığını düşünün. Devlet bu A ürününe, yıllık 5000 kg ürün alabilenler de geçinebilsin diye aşırı sübvansiyon vermeli midir? Şimdiye kadar yapılan buydu. Ancak sonuçta tarımsal alandaki sorunların kaçı çözülebildi? Hemen hiç bir sorun çözülemedi. Demek ki yapılan sadece durumu idare edebilmiştir, hatta edememektedir. Türk halkı uysal bir yapıya sahip olduğundan, ki bunun da nedeni saltanat geçmişidir, kolay kolay isyan etmemekte, meydanlara doluşup isyan etmemektedir. Tabi yakın geçmişte meydanların dolduğunu da görmeye başladık. Demek ki Türk köylüsünün de artık sabrı kalmamış, bıçak kemiği de yarılamış.
Meclis gündemine yakında gelecek olan düzenlemenin tüm Türk halkına hayırlı olmasını diliyorum.
9 Mart 2010 Salı
Vatanım Olduğu Kadar Ülkem Olmayan Topraklar
Bu devlet kadar insanına değer vermeyen kaç devlet vardır dünyada? Bu soruyu kendime sordum, ve belki bir kaç Afrika ülkesi olabilir diye bir cevap geldi içimdeki sesten. Kesinlikle bu devlet kadar vatandaşına değer vermeyen başka bir devlet bulmak, en azından ülkemizi kıyasladığımız ve de kıyaslamak istediğimiz ülkelerle karşılaştırdığımızda imkansız gibi.
Bu ülkenin vatandaşıysanız hasta olmayın. Hastaneye gittiğinizde, bir yakınınıza refakat edene sağlıklı biri iseniz bile, kuyruklarda beklerken sinir hastası olur çıkarsınız. Sosyal güvenceniz olduğu halde cebinizden pek çok ödeme yapmak zorunda kalırsınız. Hatta bazı ilaçları ya da tedavileri SGK karşılamaz. Hastaneler her gün normalin kat kat üstünde hasta ile boğuşmak zorunda kalan hekilmerle doludur. O kadar ki sizin hastalığınıza gerekli özeni gösteremezler, ve belirtilere bakıp, o belirtiler hangi sık karşılaşılan hastalığa uyuyorsa hemen onu teşhis olarak belirleyip, reçetenizi verirler. Kanser olarak hastaneye gidip, grip teşhisiyle eve dönebilirsiniz bu ülkede.
Bu ülkede kaza geçirmeyeceksiniz bir de. Ya da kalp krizi falan. Yani aman ambulans çağırma ihtiyacı duymayın. Duysanız da çağırmayın, zaten siz öldükten sonra, ya da artık müdahale için çok geç kalındıktan sonra gelecektir ambulans. Hatta bir hastanenin bir kaç adım ilerisinde kaza geçirseniz bile değişen bir şey olmaz. Ambulans yine geç gelir. E bu ülkede çok insan var, bir eksilse ne olur mantığı tüm devlet kurumlarına hakimdir. Kimse size insan olarak bakmaz ve size insan olarak değer vermez.
Bu ülkede, hele de doğu bölgelerinde prematüre doğmak suçtur. Devletin başka işi yok mu da sizin için küvez temin edecek. Ha babanız yediği her ekmek için KDV ödemektedir bu devlete ama olsun, devlet ona da bir değer vermemiştir ki.
Ha erken doğmadınız tamam. İyi kötü büyüdünüz ne güzel. Sakın çağdaş bir eğitim beklemeyin. Matematik bilmeyen matematik hocalarınız olacaktır, ya da Tarih dersini Osmanlı propagandası yapmak sanan tarih hocalarınız olacaktır. Öğretmenlerinizin çoğu mesleğini isteyerek seçmemiştir, sevmeyerek ders anlatan öğretmenlerden nasıl bir eğitim bekleyebilirsiniz ki. Unutun Feride'yi, o sadece bir roman kahramanıdır. Gerçek hayatta öyle öğretmenler bulma olasılığınız yok gibidir.
Bu ülkede iyi kötü büyürsünüz. Önünüze devlet hep engel çıkarır durur. Neredeyse soluduğunuz hava için bile vergi ödersiniz ama size döndüğü görülmemiştir. Birileri bir yerlerde gemiciklerine gemicik ekler. Siz vergi verirsiniz. Ayıp olmasın diye de arada kaldırımlar değişir, yollar genişletilir. Amaç size hizmet götürmek değildir ama. Amaç sizin gözünüzü boyayıp oyunuzu almaktır. Bir de ihaleyi alan kişiler hep birilerinin tanıdığı olur. Amaç eş dost para kazansın.
Sonra askerlik çağınız gelir, ama bazılarına gelmez o çağ. Bazılarının parası vardır, gider yurtdışına. Sonra gelir üç beş gün kamp havasında askerlik yapar gider. Siz gidersiniz, dağda ölürsünüz. Nefes filminde komutanın dediği gibi, 45 saniye televizyonlarda kahraman olursunuz. Sonra unuturlar sizi. Zaten adınızı haberlerde duyanlar da, bir dakika sonra hatırlamaz artık adınızı, eğer tanıdığı biri değilseniz. Ama şehitler ölmez vatan bölünmez nutukları atılır bu ülkede. Oğulları askerlik değil kamp yapanlar çıkar televizyona, timsah gözyaşları döker, halkın gönlünü kazanmaya çalışır. Aslında halkın oyunu kazanmaya çalışmaktadır. Siz canınızı verirsiniz, birileri sizin canınızın üzerinden siyaset yapar, oy kapar.
Bu ülke böyle bir ülke. Her geçen gün biraz daha düzeleceğine dair umutlarımı kaybettiğim ülke. Her geçen gün kırgınlığımın arttığı vatanım. Toprağı üstünde yaşayanlar vatan kılar, ölerek, yaşayarak, inşa ederek, ekerek, biçerek. Vatanı üzerinde yaşayanlar ülke yapar, düzen kurarak, imar ederek. Bu topraklar vatan olmuştur ama, bozuk bir ülkedir malesef. Keşke bu topraklara vatanım diyebildiğim kadar içime sinerek ülkem de diyebilsem. Ama olmuyor işte.
Bu ülkenin vatandaşıysanız hasta olmayın. Hastaneye gittiğinizde, bir yakınınıza refakat edene sağlıklı biri iseniz bile, kuyruklarda beklerken sinir hastası olur çıkarsınız. Sosyal güvenceniz olduğu halde cebinizden pek çok ödeme yapmak zorunda kalırsınız. Hatta bazı ilaçları ya da tedavileri SGK karşılamaz. Hastaneler her gün normalin kat kat üstünde hasta ile boğuşmak zorunda kalan hekilmerle doludur. O kadar ki sizin hastalığınıza gerekli özeni gösteremezler, ve belirtilere bakıp, o belirtiler hangi sık karşılaşılan hastalığa uyuyorsa hemen onu teşhis olarak belirleyip, reçetenizi verirler. Kanser olarak hastaneye gidip, grip teşhisiyle eve dönebilirsiniz bu ülkede.
Bu ülkede kaza geçirmeyeceksiniz bir de. Ya da kalp krizi falan. Yani aman ambulans çağırma ihtiyacı duymayın. Duysanız da çağırmayın, zaten siz öldükten sonra, ya da artık müdahale için çok geç kalındıktan sonra gelecektir ambulans. Hatta bir hastanenin bir kaç adım ilerisinde kaza geçirseniz bile değişen bir şey olmaz. Ambulans yine geç gelir. E bu ülkede çok insan var, bir eksilse ne olur mantığı tüm devlet kurumlarına hakimdir. Kimse size insan olarak bakmaz ve size insan olarak değer vermez.
Bu ülkede, hele de doğu bölgelerinde prematüre doğmak suçtur. Devletin başka işi yok mu da sizin için küvez temin edecek. Ha babanız yediği her ekmek için KDV ödemektedir bu devlete ama olsun, devlet ona da bir değer vermemiştir ki.
Ha erken doğmadınız tamam. İyi kötü büyüdünüz ne güzel. Sakın çağdaş bir eğitim beklemeyin. Matematik bilmeyen matematik hocalarınız olacaktır, ya da Tarih dersini Osmanlı propagandası yapmak sanan tarih hocalarınız olacaktır. Öğretmenlerinizin çoğu mesleğini isteyerek seçmemiştir, sevmeyerek ders anlatan öğretmenlerden nasıl bir eğitim bekleyebilirsiniz ki. Unutun Feride'yi, o sadece bir roman kahramanıdır. Gerçek hayatta öyle öğretmenler bulma olasılığınız yok gibidir.
Bu ülkede iyi kötü büyürsünüz. Önünüze devlet hep engel çıkarır durur. Neredeyse soluduğunuz hava için bile vergi ödersiniz ama size döndüğü görülmemiştir. Birileri bir yerlerde gemiciklerine gemicik ekler. Siz vergi verirsiniz. Ayıp olmasın diye de arada kaldırımlar değişir, yollar genişletilir. Amaç size hizmet götürmek değildir ama. Amaç sizin gözünüzü boyayıp oyunuzu almaktır. Bir de ihaleyi alan kişiler hep birilerinin tanıdığı olur. Amaç eş dost para kazansın.
Sonra askerlik çağınız gelir, ama bazılarına gelmez o çağ. Bazılarının parası vardır, gider yurtdışına. Sonra gelir üç beş gün kamp havasında askerlik yapar gider. Siz gidersiniz, dağda ölürsünüz. Nefes filminde komutanın dediği gibi, 45 saniye televizyonlarda kahraman olursunuz. Sonra unuturlar sizi. Zaten adınızı haberlerde duyanlar da, bir dakika sonra hatırlamaz artık adınızı, eğer tanıdığı biri değilseniz. Ama şehitler ölmez vatan bölünmez nutukları atılır bu ülkede. Oğulları askerlik değil kamp yapanlar çıkar televizyona, timsah gözyaşları döker, halkın gönlünü kazanmaya çalışır. Aslında halkın oyunu kazanmaya çalışmaktadır. Siz canınızı verirsiniz, birileri sizin canınızın üzerinden siyaset yapar, oy kapar.
Bu ülke böyle bir ülke. Her geçen gün biraz daha düzeleceğine dair umutlarımı kaybettiğim ülke. Her geçen gün kırgınlığımın arttığı vatanım. Toprağı üstünde yaşayanlar vatan kılar, ölerek, yaşayarak, inşa ederek, ekerek, biçerek. Vatanı üzerinde yaşayanlar ülke yapar, düzen kurarak, imar ederek. Bu topraklar vatan olmuştur ama, bozuk bir ülkedir malesef. Keşke bu topraklara vatanım diyebildiğim kadar içime sinerek ülkem de diyebilsem. Ama olmuyor işte.
8 Mart 2010 Pazartesi
Ege'de Tampon Bölge
Okuduğum bir habere göre Atina Ankara'ya yeni bir öneri ile gelmeye hazırlanıyormuş. Bu teklifte Ege'de bir bölge Türk ve Yunan savaş uçakları için uçuşa kapatılması öngörülmekteymiş. Böylece Türk ve Yunan savaş uçaklarının karşılaşması engellenecekmiş. Gerçekten ilgi çekici bir öneri, bizimkilerin neden aklına gelmez ki böyle bir öneri götürmek.
Her şeyden önce, bir AB ülkesi, aynı zamanda da NATO üyesi olan Yunanistan, her iki bakımdan da müttefikimiz olmaktadır. AB'ye girme politikası güden bir Türkiye nasıl olur da bir AB üyesi ülkeye karşı düşmanca tavır alır. Aynı şey Yunanistan için de geçerli. Bir AB üyesi ülke nasıl olur da gelecekte AB'ye üye olacak bir ülkeyle askeri sorun yaşar. Aynı şeyi NATO için de söyleyebiliriz. Yarın bir savaş olsa, aynı safta yan yana savaşması muhtemel iki ordunun askerleri neden karşı karşıya gelsin? Bunda mantıklı bir yer var mı?
Kıta sahanlığı konusu zaten karışık. Ortada çok karmaşık bir coğrafi yapı var. Bir iç içe geçişmişlik söz konusu. Kolay da çözüm bulunacak bir konu değil. Ancak çözüm savaş uçaklarımızın ikide bir it dalaşına girişmesi ile gelmeyecektir, orası kesin. Eğer bu iki ulus gelecekte barış içinde yaşayacaksa, yaşamak istiyorsa, aralarındaki sorunları barışçıl yöntemlerle halletmesi gerekmektedir. Atina bu konuda son derecede olumlu karşılanması gereken bir adımın eşiğinde habere göre. Proaktif siyaset güttüğünü iddia eden AKP'ye de güzel bir cevap oluyor aynı zamanda.
Bu adım gerçeğe dönüşürse Atina'nın kazanacağı çok şey var. Her şeyden önce, son yaşanılan ekonomik krizde, Yunanistan'ın silahlanma konusunda Türkiye ile yarışmasının etkisi büyük. Türkiye ile silahlanma yarışına girince artan askeri harcamalar, Yunanistan ekonomisini son derecede zorlamıştır. Bu tür barışçıl adımlar sayesinde ise, gelecekte askeri harcamaların bütçe üzerindeki yükünü azaltmak mümkün olacaktır. Sonuçta Yunanistan kendine en büyük tehdit olarak Türkiye'yi görmekteydi. Eğer Türkiye tehdit olarak algılanmaz ise askeri harcamaları düşürmek de olası olacaktır.
Bu noktada Türkiye için değişen pek bir şey olmayacaktır. Yunanistan da Türkiye tarafından bir tehdit olarak görülmektedir. Yakın geçmişte yaşanan Kardak krizi gibi sorunlar da tehdit algılamasını karşılıklı olarak güçlendirmiştir. Ancak Türkiye'nin tehdit algılaması biraz farklı. Bu durumda askeri harcamalar açısından Türkiye'de önemli bir değişiklik olmayacaktır.
Sadece havada değil denizde de benzer bir tutum pek ala izlenebilir. Tartışmalı bölgelerde iki ülke ortak bir güvenlik birimi oluşturup, güvenliği birlikte sağlayabilirler. İki ülke sahil güvenlikleri bir Ege sahil güvenliği neden oluşturmasın. Ancak bu, sadece bu iki ülke halklarının ve de yöneticilerini birbirini tehdit olarak görmekten vazgeçip, dost olarak görmeye başlamasıyla mümkün olabilir.
Sonuçta barış güçlenecekse ve de her şey karşılıklılık ilkesine bağlı olarak gerçekleşecekse, gelecek son derecede olumlu gelişmelere gebe gibi görünüyor. Seyredelim ve herkesin en iyi olanda karar kılmasını umalım. Zaten ötesi elimizden gelmez.
7 Mart 2010 Pazar
Asıl Kızılması Gereken Kim?
Millet olarak sorunları görmezden gelme konusunda üzerimize yok. Plan yapmak, bir yol tutturmak, bu yolda kararlı bir şekilde azimle yürümek, uzun soluklu çaba içine girmek, uzun vadeli düşünmek mi, geçin siz onları. Anı yaşamak üzerine programlanmış bizim zihinlerimiz ve de tembellik. Yatalım kalkalım ve en iyiler bizim olsun, oh ne güzel.
Ermeni lobisi büyük bir zafer kazandı geçenlerde. Hemen ardından tepkiler geldi. Hiç kimse dış işlerimizi yönlendirenlere çamur atmadı. Öyle ya, onların oy kullanma hakkı yoktu değil mi? Tabi bu mazeret yetiyor bize. Hemen kızalım ABD'ye, tu kaka diyelim. Ama yıllar boyu birbirleri ile didişmekten ne bu halka ne de bu ülkenin dış politikasına gerekli özeni göstermeyen güzide siyasetçilerimize dokunmayalım. Onların yetersizliklerine kapatalım gözlerimizi. Sonra onlar da bizden olduklarından, yani gökten gelmedikleri için, içimizden çıktıkları için, bizim gibi oldukları için, bizim gibi düşünüyorlar ve tepki veriyorlar. Bu ülkenin Cumhurbaşkanı da, başbakanı da, sokaktaki herhangi bir insanın vereceği tepkiyi vermekle yetiniyor. Ha bir konumları gereği küfür edemiyorlar doyasıya, ancak politik bir lisan kullanıp geçiştiriyorlar.
Sonra da ABD düşmanlığı hortlasın. Oh ne güzel. Çalışan kazanır, uyanın artık. Geçmişte ermeni lobisine karşı Yahudi lobisini kullanırdık ve de genelde işe yarardı. Şimdi İsraille bu kadar didişince, Yahudi lobisinden de yardım isteyemiyoruz haliyle. Tabi biz millet olarak tembel olduğumuzdan, ABD de bir Türk lobisi yok. Peki nasıl etkileyeceksiniz oradaki oylamaları. Silah alımları, ticari, politik, stratejik tavizler vs. Bırakın ABD'yi daha AB'de doğru dürüst etkimiz yok. Sonra da kızalım, neden bizim aleyhimizde kararlar çıkıyor diye. E biz uyurken adamlar çalışıyordu harıl harıl, biz uyurken birileri el sıkışıyordu, birileri ikna ediliyordu, birileri satın alınıyordu hatta belki. Biz ne yapıyorduk. Uyuyorduk. Sonra da kızalım. Önce kendinimize kızmamız gerekmez mi?
Yok ama biz hep en iyiyiz. Biz hiç gereksiz yere adam öldürmedik. Anayurttan kopup ta Avrupalara kadar da hiç cinayet işlemeden ilerledik biz. Zaten zamanından beri rumlar olsun, slavlar olsun, araplar olsun ne bileyim, "Ya şu Türkler gelse de bize hükmetse" diyip duruyorlardı. Sonra bizim yeniçeriler gittikleri yerde son derecede aklı başında davrandı hep. Her biri erdem ve ahlak timsali idi. Her ne kadar 40'lı yaşlara kadar evlenemiyor olsalar da, abazalık yoktu onlarda, hiç gittikleri yerlerde kadınlara kızlara yan gözle bakmadılar, her gavur! kadın onların bacısıydı. Öyle ya, biz hep masumuz.
Kimse aç gözlüydük, gücümüz yetse tüm cihanı kese kese ele geçirirdik demez. Diyemez. Ama öyleyiz, bugün Afganistan'a giren, Irak'ı işgal eden ABD ne ise biz de oyduk. Şimdi ABD karşıtlarının bu kadar tepki göstermesinin altında biraz da kıskançlık var. Sen bir zamanların dünya devi cüce ol, kolay mı.
Tabi bu sözlerden Ermeni soykırımını desteklediğimi düşünebilirsiniz. Yok ama o kadar da değil. Dediğim bireysel olarak sapkınlıklarımız bizim de olmuştur. Ancak soykırım başka bir olaydır. Sistematik olması gerekir, devlet politikası olması gerekir.
Ama gelin görün ki biz kendimizi savunma gereği duymuyoruz. Yolda yürüyen sarhoş gibiyiz. Hem sarhoşuz hem de ayağımıza her çarpan taşa kızıyoruz. Yani aymazlık aslında bizimkisi. Ama ne yapacaksın, böyle yetersiz insanları kendi başına getiren bir millet de, böyle rezil olmayı hak etmiştir aslında. Doğru kişiler çıkaracaktık, doğru kişileri seçecektik. Ama bu toplumda doğru kişi mi var. Herkes gemicik derdinde.
Pek bir şey beklemeyin sakın, bu millet kendi adam olmadıktan sonra, adam gibi adamları başına seçemedikten sonra, bu ülke şamar oğlanı olmaktan kurtulamayacaktır.
Ermeni lobisi büyük bir zafer kazandı geçenlerde. Hemen ardından tepkiler geldi. Hiç kimse dış işlerimizi yönlendirenlere çamur atmadı. Öyle ya, onların oy kullanma hakkı yoktu değil mi? Tabi bu mazeret yetiyor bize. Hemen kızalım ABD'ye, tu kaka diyelim. Ama yıllar boyu birbirleri ile didişmekten ne bu halka ne de bu ülkenin dış politikasına gerekli özeni göstermeyen güzide siyasetçilerimize dokunmayalım. Onların yetersizliklerine kapatalım gözlerimizi. Sonra onlar da bizden olduklarından, yani gökten gelmedikleri için, içimizden çıktıkları için, bizim gibi oldukları için, bizim gibi düşünüyorlar ve tepki veriyorlar. Bu ülkenin Cumhurbaşkanı da, başbakanı da, sokaktaki herhangi bir insanın vereceği tepkiyi vermekle yetiniyor. Ha bir konumları gereği küfür edemiyorlar doyasıya, ancak politik bir lisan kullanıp geçiştiriyorlar.
Sonra da ABD düşmanlığı hortlasın. Oh ne güzel. Çalışan kazanır, uyanın artık. Geçmişte ermeni lobisine karşı Yahudi lobisini kullanırdık ve de genelde işe yarardı. Şimdi İsraille bu kadar didişince, Yahudi lobisinden de yardım isteyemiyoruz haliyle. Tabi biz millet olarak tembel olduğumuzdan, ABD de bir Türk lobisi yok. Peki nasıl etkileyeceksiniz oradaki oylamaları. Silah alımları, ticari, politik, stratejik tavizler vs. Bırakın ABD'yi daha AB'de doğru dürüst etkimiz yok. Sonra da kızalım, neden bizim aleyhimizde kararlar çıkıyor diye. E biz uyurken adamlar çalışıyordu harıl harıl, biz uyurken birileri el sıkışıyordu, birileri ikna ediliyordu, birileri satın alınıyordu hatta belki. Biz ne yapıyorduk. Uyuyorduk. Sonra da kızalım. Önce kendinimize kızmamız gerekmez mi?
Yok ama biz hep en iyiyiz. Biz hiç gereksiz yere adam öldürmedik. Anayurttan kopup ta Avrupalara kadar da hiç cinayet işlemeden ilerledik biz. Zaten zamanından beri rumlar olsun, slavlar olsun, araplar olsun ne bileyim, "Ya şu Türkler gelse de bize hükmetse" diyip duruyorlardı. Sonra bizim yeniçeriler gittikleri yerde son derecede aklı başında davrandı hep. Her biri erdem ve ahlak timsali idi. Her ne kadar 40'lı yaşlara kadar evlenemiyor olsalar da, abazalık yoktu onlarda, hiç gittikleri yerlerde kadınlara kızlara yan gözle bakmadılar, her gavur! kadın onların bacısıydı. Öyle ya, biz hep masumuz.
Kimse aç gözlüydük, gücümüz yetse tüm cihanı kese kese ele geçirirdik demez. Diyemez. Ama öyleyiz, bugün Afganistan'a giren, Irak'ı işgal eden ABD ne ise biz de oyduk. Şimdi ABD karşıtlarının bu kadar tepki göstermesinin altında biraz da kıskançlık var. Sen bir zamanların dünya devi cüce ol, kolay mı.
Tabi bu sözlerden Ermeni soykırımını desteklediğimi düşünebilirsiniz. Yok ama o kadar da değil. Dediğim bireysel olarak sapkınlıklarımız bizim de olmuştur. Ancak soykırım başka bir olaydır. Sistematik olması gerekir, devlet politikası olması gerekir.
Ama gelin görün ki biz kendimizi savunma gereği duymuyoruz. Yolda yürüyen sarhoş gibiyiz. Hem sarhoşuz hem de ayağımıza her çarpan taşa kızıyoruz. Yani aymazlık aslında bizimkisi. Ama ne yapacaksın, böyle yetersiz insanları kendi başına getiren bir millet de, böyle rezil olmayı hak etmiştir aslında. Doğru kişiler çıkaracaktık, doğru kişileri seçecektik. Ama bu toplumda doğru kişi mi var. Herkes gemicik derdinde.
Pek bir şey beklemeyin sakın, bu millet kendi adam olmadıktan sonra, adam gibi adamları başına seçemedikten sonra, bu ülke şamar oğlanı olmaktan kurtulamayacaktır.
5 Mart 2010 Cuma
Etten Ve Kemikten
Sakın kızma bana sensizliği seçtim diye. Ben seni sensizlikte buluyorum. Sen, bazen karşıma çıkan kedisin sokakta, bazen yüzüme çarpan rüzgar, gözüme kaçan tozsun bazen. Uzak ve de yabancı bir diyarda ağlayan bir çocuğun kırılmış oyuncağı yüreğim. Tamir edemezsin artık. Sensizlikte seni dondurdum ben, sen artık bendeki sana dokunamazsın.
Kalabalık bir sokağından gelip geçen insan selinin ortasında, her adımda yeni bir kompozisyon olur yaşam. Her verdiğim nefesi almak için çektiğim çileye değmeyen bir hayatı yaşarken öğrendim nihayet, manası olmadığını yaşamanın, zaten sonunda ayrılık olacak birliktelikleri. Bırakacağın bir eli tutmayacaksın, tuttuğun el bir uçurumdan düşen birinin bile olsa. Bırak düşsün, paramparça olsun bedeni. Yüreğin paramparça olamayışından iyidir çekilecek bir anlık bilinçli acı ve hemen ardından gelecek karanlık.
Sonbahar ağaçları kadar hüzne gömülmüş olunca insan kışı özlüyor. Ancak kış hep geç kalır, hep kalmıştır. Sen bahar şarkıları söyleme bir daha kulağıma sakın. Sakın bir daha bahsetme o günlerden. Gönlün mevsimlerinin döngüsü yoktur, geçtim ben bahardan ve yazdan, erken de olsa biraz. Artık kış var önümde, buzdan bir kale inşa edilcek, ve içinde saklanacak bozulmadan bahardan ve yazdan kalan her şey. Sen de orada olacaksın, bozulmadan saklananlar arasında. Dert etme, ne ak düşecek saçlarına orada, ne gözündeki ışık sönecek, ne de ellerin titreyecek. Hep taze kalacaksın, hep taze, ama suskun, bir ölü gibi suskun.
Artık şarkılar yok, masallar tükendi. Artık yağmur yağınca topraktan yaşam kokusu yükselmiyor. Her yanda paslı zincirler ve kalın duvarlar var artık. Güneş artık aydınlatmaya yetmiyor, güneş kemiklerimi ısıtamıyor artık.
Sen hala görmedin gelen fırtınayı. Oysa yaptığımız her şeyi yıkıp geçeli çok oldu, çok oldu sulara gömüleli kumdan kalelerimiz. Sen hala geceleri gezinip yıldızları seyrettiğin surları soruyorsun. Oysa öğrenememiştin hangi yıldızın Süreyya olduğunu bir türlü. Artık o da yok. Şimdi git, etten ve kemikten olan, git şimdi geldiğin yere.
Kalabalık bir sokağından gelip geçen insan selinin ortasında, her adımda yeni bir kompozisyon olur yaşam. Her verdiğim nefesi almak için çektiğim çileye değmeyen bir hayatı yaşarken öğrendim nihayet, manası olmadığını yaşamanın, zaten sonunda ayrılık olacak birliktelikleri. Bırakacağın bir eli tutmayacaksın, tuttuğun el bir uçurumdan düşen birinin bile olsa. Bırak düşsün, paramparça olsun bedeni. Yüreğin paramparça olamayışından iyidir çekilecek bir anlık bilinçli acı ve hemen ardından gelecek karanlık.
Sonbahar ağaçları kadar hüzne gömülmüş olunca insan kışı özlüyor. Ancak kış hep geç kalır, hep kalmıştır. Sen bahar şarkıları söyleme bir daha kulağıma sakın. Sakın bir daha bahsetme o günlerden. Gönlün mevsimlerinin döngüsü yoktur, geçtim ben bahardan ve yazdan, erken de olsa biraz. Artık kış var önümde, buzdan bir kale inşa edilcek, ve içinde saklanacak bozulmadan bahardan ve yazdan kalan her şey. Sen de orada olacaksın, bozulmadan saklananlar arasında. Dert etme, ne ak düşecek saçlarına orada, ne gözündeki ışık sönecek, ne de ellerin titreyecek. Hep taze kalacaksın, hep taze, ama suskun, bir ölü gibi suskun.
Artık şarkılar yok, masallar tükendi. Artık yağmur yağınca topraktan yaşam kokusu yükselmiyor. Her yanda paslı zincirler ve kalın duvarlar var artık. Güneş artık aydınlatmaya yetmiyor, güneş kemiklerimi ısıtamıyor artık.
Sen hala görmedin gelen fırtınayı. Oysa yaptığımız her şeyi yıkıp geçeli çok oldu, çok oldu sulara gömüleli kumdan kalelerimiz. Sen hala geceleri gezinip yıldızları seyrettiğin surları soruyorsun. Oysa öğrenememiştin hangi yıldızın Süreyya olduğunu bir türlü. Artık o da yok. Şimdi git, etten ve kemikten olan, git şimdi geldiğin yere.
ERMENİ TASARISI
Ve korkulan oldu. ABD ulusal meclisi Ermeni soykırımı tasarısını kabul etti. Bu tasarı Türkiye-ABD ilişkilerini nasıl etkileyecek, Türk siyasetçileri halkın beklediği onurlu duruşu sergileyebilecekler mi? Merakla bekliyoruz.
Bu tasarının geçmesi Türk dış siyasetinin ne kadar beceriksizce gerçekleştirildiğini, dış işlerimizin ne kadar büyük bir zafiyet için olduğunun göstergesidir. Dış işleri bakanından istifa bekleyebilirdik, eğer bizim siyasetçilerimizde pek çok dış ülkede olduğu gibi, sorumluluk duygusu ve utanma olsaydı. Bir Ermeni lobisi ile başa çıkamayan hükümet ve dış işleri acilen halka kocaman bir özür borçludur.
Tasarının kabulünün ardından ABD büyükelçimiz yurda çağrıldı. Çağrılma nedeni istişare yapılacak olmasıdır. Ancak büyükelçi geri gönderilmez ve de ABD'nin Türkiye büyükelçisine de yol verilirse, sanırım hem oldukça popülist bir tavır takınılmış olur, hem de halkı tatmin edecek bir adım atılmış olur. Bununla birlikte İncirlik üssünün kullanım süresi bir daha uzatılmayarak ABD askerlerinin üssü boşaltması sağlanabilir. Ancak acaba bunları yapabilecek yürek RTE ve AKP hükümetinde var mı? Asıl şimdi kocaman bir ONE MINUTE bekliyor bu halk, beklemeli.
Türk yetkililerin yapacağı açıklamaların içeriği de, kullanılacak dil de çok önemlidir. Büyükelçiyi çekmeden de, oldukça ağır ve keskin bir dil kullanarak ve de bazı sert tepkiler vererek de gerekli cevap verilmiş olur.
Dünyanın neresine giderseniz gidin, meclislerin görevi tarihi tespitler yapmak değildir. Meclis üyeleri arasında tarihçiler olabilir, ancak bir kaç tarihçi bir ülkenin meclisini tarih komisyonu niteliğine büründürmez. Meclisin görevi ülkenin sıkıntılarını giderecek yasal önlemler almaktır. Meclislerin görevi yasamaktır, tarih yazmak değil.
ABD düşmanı olmak Türkiye'de moda oldu biraz. Şimdi bu moda iyice yaygınlaşacaktır. Aslında ABD politikalarını anlamak çok da zor değil. Yani Türkiye ABD'nin yerinde olsaydı yapacakları ABD'nin yaptıklarından çok da farklı olmayacaktı. ABD kendi çıkarlarının peşinde koşuyor. Her ülkenin yaptığı gibi. Ülkeler arası dostluk diye bir şey yoktur. Ne kan, ne tarih, ne de kültürel bağlar iki ülkeyi birbirine dost yapmaz, yapamaz. Her ülke kendi çıkarları ile uyuştuğu ölçüde diğer ülkelerle iyi ilişkiler geliştirir. Çıkarlar çatışırsa bir anda dostluk bağları kopar. Bu bakımdan ABD politikalarına kızmaya hakkımız vardır belki ama, ABD yapması gerekeni yapmaktadır genel olarak. Şimdi hükümetten beklentimiz şunlar olamalıdır.
*Büyükelçi geldikten sonra acil bir MGK toplantısı yapılır, ABD-Türkiye ilişkileri tüm boyutları ile masaya yatırılır.
*Atılacak her adım, sağlayacağı faydalar ve maliyetleri ince ince hesaplanır.
*Bu tasarıya tepki göstermemek daha sonraki adımlar için Ermeni lobisinin elini güçlendireceğinden, olabildiğince sert bir tepki verilir. Aksi halde gelecekte daha çok başımızı ağrıtacak sonuçlar doğuran gelişmeler olabilecektir.
*Türkiye'ye karşı bu tür tasarılar kabul etmenin ya da adımlar atmanın, Türkiye ile ilişkilerin kopmasına neden olabileceği dünya ülkelerine gösterilmelidir. Böylece Türkiye ile ilişkileri koparmayı göze alabilen ülkeler böyle adımlar atabilsinler.
*Büyükelçi geri çekilmese bile, İncirlik üssü kesinlikle boşaltılması ciddi olarak gündeme gelmelidir ki en azından temsilciler meclisinden tasarı geçmesin.
*ABD ile ilişkiler minimum noktaya getirilmelidir. Yetkililerin ABD'ye ziyaret planları varsa iptal edilmeli, Türkiye'ye ABD'den olacak ziyaretler de iptal ettirilmelidir. Bu esnada kullanılacak dilin dozu yeterli sertlikte olmalıdır.
*Türkiye NATO'dan çıkmasa bile, NATO'dan çıkmayı masaya yatırarak, durumdan rahatsızlığının derecesini göstermelidir. Hatta artık bir anlamı olmayan NATO'dan çıkılabilir.
*RTE en kısa sürede bir basın açıklaması yaparak, Türkiye-ABD ilişkilerinin bir daha eskisi gibi olmasının pek mümkün olmadığını söylemelidir. Kınama mesajları ile geçiştirilemeyecek bir olaydır bu. ABD'ye verilecek yanıt, diğer dünya ülkelerine de bir uyarı niteliğinde olmalıdır.
Gerçekten sert bir tepki vermek gerekmekte. Türk halkına gelince, Türk köylüsüne, Tekel işçisine, memura, emekliye sıra gelince Kasımpaşalılığını konuşturan RTE ve tayfası, İsrail'e gösterdiği tepkinin kat kat fazlasını göstermelidir ABD'ye şimdi. Bakalım RTE ve tayfasının Kasımpaşalılığı ABD'ye karşı da sökecek mi.
Bu tasarının geçmesi Türk dış siyasetinin ne kadar beceriksizce gerçekleştirildiğini, dış işlerimizin ne kadar büyük bir zafiyet için olduğunun göstergesidir. Dış işleri bakanından istifa bekleyebilirdik, eğer bizim siyasetçilerimizde pek çok dış ülkede olduğu gibi, sorumluluk duygusu ve utanma olsaydı. Bir Ermeni lobisi ile başa çıkamayan hükümet ve dış işleri acilen halka kocaman bir özür borçludur.
Tasarının kabulünün ardından ABD büyükelçimiz yurda çağrıldı. Çağrılma nedeni istişare yapılacak olmasıdır. Ancak büyükelçi geri gönderilmez ve de ABD'nin Türkiye büyükelçisine de yol verilirse, sanırım hem oldukça popülist bir tavır takınılmış olur, hem de halkı tatmin edecek bir adım atılmış olur. Bununla birlikte İncirlik üssünün kullanım süresi bir daha uzatılmayarak ABD askerlerinin üssü boşaltması sağlanabilir. Ancak acaba bunları yapabilecek yürek RTE ve AKP hükümetinde var mı? Asıl şimdi kocaman bir ONE MINUTE bekliyor bu halk, beklemeli.
Türk yetkililerin yapacağı açıklamaların içeriği de, kullanılacak dil de çok önemlidir. Büyükelçiyi çekmeden de, oldukça ağır ve keskin bir dil kullanarak ve de bazı sert tepkiler vererek de gerekli cevap verilmiş olur.
Dünyanın neresine giderseniz gidin, meclislerin görevi tarihi tespitler yapmak değildir. Meclis üyeleri arasında tarihçiler olabilir, ancak bir kaç tarihçi bir ülkenin meclisini tarih komisyonu niteliğine büründürmez. Meclisin görevi ülkenin sıkıntılarını giderecek yasal önlemler almaktır. Meclislerin görevi yasamaktır, tarih yazmak değil.
ABD düşmanı olmak Türkiye'de moda oldu biraz. Şimdi bu moda iyice yaygınlaşacaktır. Aslında ABD politikalarını anlamak çok da zor değil. Yani Türkiye ABD'nin yerinde olsaydı yapacakları ABD'nin yaptıklarından çok da farklı olmayacaktı. ABD kendi çıkarlarının peşinde koşuyor. Her ülkenin yaptığı gibi. Ülkeler arası dostluk diye bir şey yoktur. Ne kan, ne tarih, ne de kültürel bağlar iki ülkeyi birbirine dost yapmaz, yapamaz. Her ülke kendi çıkarları ile uyuştuğu ölçüde diğer ülkelerle iyi ilişkiler geliştirir. Çıkarlar çatışırsa bir anda dostluk bağları kopar. Bu bakımdan ABD politikalarına kızmaya hakkımız vardır belki ama, ABD yapması gerekeni yapmaktadır genel olarak. Şimdi hükümetten beklentimiz şunlar olamalıdır.
*Büyükelçi geldikten sonra acil bir MGK toplantısı yapılır, ABD-Türkiye ilişkileri tüm boyutları ile masaya yatırılır.
*Atılacak her adım, sağlayacağı faydalar ve maliyetleri ince ince hesaplanır.
*Bu tasarıya tepki göstermemek daha sonraki adımlar için Ermeni lobisinin elini güçlendireceğinden, olabildiğince sert bir tepki verilir. Aksi halde gelecekte daha çok başımızı ağrıtacak sonuçlar doğuran gelişmeler olabilecektir.
*Türkiye'ye karşı bu tür tasarılar kabul etmenin ya da adımlar atmanın, Türkiye ile ilişkilerin kopmasına neden olabileceği dünya ülkelerine gösterilmelidir. Böylece Türkiye ile ilişkileri koparmayı göze alabilen ülkeler böyle adımlar atabilsinler.
*Büyükelçi geri çekilmese bile, İncirlik üssü kesinlikle boşaltılması ciddi olarak gündeme gelmelidir ki en azından temsilciler meclisinden tasarı geçmesin.
*ABD ile ilişkiler minimum noktaya getirilmelidir. Yetkililerin ABD'ye ziyaret planları varsa iptal edilmeli, Türkiye'ye ABD'den olacak ziyaretler de iptal ettirilmelidir. Bu esnada kullanılacak dilin dozu yeterli sertlikte olmalıdır.
*Türkiye NATO'dan çıkmasa bile, NATO'dan çıkmayı masaya yatırarak, durumdan rahatsızlığının derecesini göstermelidir. Hatta artık bir anlamı olmayan NATO'dan çıkılabilir.
*RTE en kısa sürede bir basın açıklaması yaparak, Türkiye-ABD ilişkilerinin bir daha eskisi gibi olmasının pek mümkün olmadığını söylemelidir. Kınama mesajları ile geçiştirilemeyecek bir olaydır bu. ABD'ye verilecek yanıt, diğer dünya ülkelerine de bir uyarı niteliğinde olmalıdır.
Gerçekten sert bir tepki vermek gerekmekte. Türk halkına gelince, Türk köylüsüne, Tekel işçisine, memura, emekliye sıra gelince Kasımpaşalılığını konuşturan RTE ve tayfası, İsrail'e gösterdiği tepkinin kat kat fazlasını göstermelidir ABD'ye şimdi. Bakalım RTE ve tayfasının Kasımpaşalılığı ABD'ye karşı da sökecek mi.
4 Mart 2010 Perşembe
Darbeci TSK Ve Darbeler
Kurtuluş savaşını gerçekleştiren, ardından ilk büyük değişimleri, yani inkılapları gerçekleştiren askeri ağırlıklı egemen güç, dolayısıyla TSK, iradenin halka geçmesinden sonra da, demokrasiye pek alışık olmadığından ve askeri zihniyetin demokrasi ile bağdaşmamasından olacak, sık sık doğrudan ya da dolaylı yoldan siyasete müdahale gereği duymuştur. Bu durum ülkemizde demokrasinin gelişimini baltalamış olup, yapılan darbeler Türk halkına faydadan çok zarar vermiştir.
Türk Ordusu Darbeci Bir Ordudur:
Kısacık cumhuriyet tarihimize bakıldığında, yapılan darbeler ile siyasete ordunun dolaylı müdahalelerini göz önüne alırsak, Türk ordusunun darbeci bir ordu olduğu sonucuna ulaşırız. Burada darbelerin nedenlerinin geçerliliğini sorgulamıyorum. Sadece şunu söylüyorum, bu kadar kısa bir sürede bu kadar darbe ve siyasete müdahale gerçekleştiren bir orduya, dünyanın neresine giderseniz gidin, darbeci diyeceklerdir.
27 Mayıs Darbesi (1960)
Belki de en gereksiz darbedir. Bu darbe sonunda TSK'da bir darbe yapma alışkanlığı başladı da denilebilir. Bir kere yaptık, yine yapalım ne olacak mantığı orduya hakim olmuştur.
Bu darbenin tuhaf yanlarından biri de, darbeyi gerçekleştirenlerin dönemin genelkurmay başkanını da tutuklamış olmalarıdır. Orduda darbe taraftarları galip gelmiştir.
Nedenleri:
Darbenin nedenlerinin en önemlisi, CHP ile DP arasındaki mücadeledir. Bir tek demokrasiyi tam olarak kavrayamamakla TSK'yı itham edersek çok büyük haksızlık olur. Dönemin siyasileri de, daha emekleme döneminde olan çok partili sistemi, yani demokrasiyi kavrayamamış, ta o zamandan beri bel altından vurmak olarak tabir edebileceğimiz bir siyaset tarzını benimsemişlerdir. Söylemelerdeki üslup sertleşmiş, sosyal gruplar kışkırtılmıştır. Özellikle İnönü'nün yurt gezilerinin bazı şehirlerde Valiler tarafından engellenmesi, dönemin siyasetinin ne kadar demokratik bir ortamda gerçekleştiğini göstermektedir. Hatta İnönü Topkapı'da (İstanbul) darp edilmiştir.
DP, sürekli darbe korkusu altında gerilimli bir iktidar sürmüştür. Darbe endişesi altında yapılan bazı uygulamalar hem TSK'yı hem de CHP'yi kışkırtmıştır. Takınılan sert tavır, darbenin başlıca nedenidir. Ancak, darbeye gerçek manada geçerli bir neden bulmak zordur.
Darbe sonunda MBK ( Milli Birlik Komitesi ) DP hakkında yalan haberler yayarak darbeyi meşrulaştırmaya çabalamıştır. Yine darbe sonunda meşruluğu tartışılır mahkemelerce insanlar yargılanmıştır ve büyük çoğunluğu mahkum edilmiştir. Adnan Menderes'in idama mahkum edilişi de bu mahkemelerin icraatlarından olup, TC tarihinin belki de en kara lekesidir.
Darbe sonunda hazırlanan yeni anayasada 1924 anayasasından farklı olarak halkçılık, devletçilik ve inkılapçılık yoktur. Askeri güç, demokrasiyi sağlamak söylemiyle darbe yapıp, demokrasiyle bağdaşmayan bir anayasa hazırlamıştır.
Darbe sonunda OYAK kurulmuş, MGK (Milli Güvenlik Kurulu) siyaset yaşamımıza sokularak askerin siyasete müdahalesinin devamlılığı da sağlanmıştır.
Darbe sonucunda yapılan yeni seçimlerden çıkan sonuç komutanları yine rahatsız etmiş, tekrar darbe planları yapıldıysa da, lütufkar ordumuz! 1960 darbesinin hemen ardından darbe yapmayarak sivil iradeye bir şans! tanımıştır.
12 Mart 1970 Muhtırası
Bu muhtıra belki tam olarak darbe tanımına uymayabilir. Sonuçta kapatılan bir parti yoktur, ve anayasaya da müdahale edilmemiştir. Ancak hükümet istifaya zorlanmış, yeni bir başbakan ve yeni bir hükümet göreve gelmiştir.
12 Mart Muhtırasına giden yolun başında SSCB'nin etkisine giren sol örgütler, sonuçta çıkan siyasi kavgalar ve kanlı pazar (16 Şubat 1969) gibi olaylar yer almaktadır. Türkiye'de demokrasiyi tutan pamuk ipliği yeniden kopmuş, sokağa çıkma yasakları, kitapları toplatmalar ve yakmalar, işkenceler (Deniz Gezmiş ve arkadaşları) TİP ve DİSK'in kapatılması gibi olaylar yaşanmıştır.
Bu muhtıra farklı grupları birbirine karşı daha düşmanlaştırmaktan öteye gidememiştir. "Parlamento ve hükümet, süregelen tutum, görüş ve icraatıyla yurdumuzu anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokmuş, Atatürk'ün bize hedef verdiği çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak ümidini kamuoyunda yitirmiş ve anayasasının öngördüğü reformları tahakkuk ettirememiş olup, Türkiye Cumhuriyeti'nin geleceği ağır bir tehlike içine düşürülmüştür." şeklinde TRT radyolarından halka 12 Martta duyurulan gerekçelere muhtıranın kendi neden olmuştur da denilebilir.
12 Eylül Darbesi 1980
TSK'nın gerçekleştirdiği 3. ve son doğrudan müdahaledir. Oldukça keskin kararlar alınmıştır. Hükümet ve meclis feshedilerek halkın iradesi ortadan kaldırılmış, derneklerin ve sendikaların faaliyetleri durdurulmuştur. Ayrıca genel sıkıyönetim ilan edilmiştir.
Nedenleri:
Belki de gerekçeleri en geçerli darbedir. TBMM'nin Cumhurbaşkanı seçmedeki sıkıntısı da gerekçe olarak gösterilmişse de, bunun darbeye gerekçe sayılmasına çocuklar bile bir başka yerleri ile güler. Ancak taze İran devrimi akabinde Konya'daki Kudüs Mitingi ile irtaca endişesi iyice yükselmiştir. Ayrıca sağ-sol kavgası iyice içinden çıkılamaz bir hale gelmiştir. Hatta emniyet teşkilatının içinde bile kamplaşmalar oluşmuştur. Hükümet ülkeyi kaplayan bu kaos ortamını dindirmekte aciz kalınca, asker olaya el atma gereği hissetmiştir. TSK bu darbeyi gerçekleştirmekte belki haklıydı, bu ülkenin insanlarının birbirini öldürmesine seyirci kalması daha kabullenilemez olabilirdi. Bugünkü darbe karşıtları o zaman da neden darbe yapılmadı diye TSK'ya yüklenebilirdi. Ancak, bu darbede TSK, toplumdaki kamplaşmış grupların bibirine kıymasına seyirci kalmamıştır ama, tüm gruplara kendisi pek güzel kıymıştır. Belki darbe gerekliydi ancak yapılış şekli son derecede yanlış olmuştur.
Darbe öncesinde sağ-sol çekişmeleri ve işlenen cinayetler-ki kimin kim ya da kimler tarafından neden öldürüldüğü hala belli değildir- de dönemin ne denli karmaşık olduğunun bir göstergesidir. Ayrıca 12 Eylül öncesi TSK en azından sivil iradeyi bir mektupla uyarmıştır.
12 Eylül darbesinin sonuçlarına gelince, yine yeni bir anayasamız oldu. Siyasetle ilgilenen gençlerin birbirlerine girmesi, girmek derken, kanlı kavgalar ve ölümler, gösterdi ki bu ülkenin gençleri henüz demokrasiyi bilmiyor, anlamıyor. Sonuçta gençlerin siyasete atılmamaları, siyasetle ilgilenmelerinin engellenmesi sağlandı. Bu nedenle bugünün gençleri çoğunlukla apolitiktir.
SONUÇ
Bu darbelerin dışında zaman zaman pasif müdahaleler de olmuştur. 28 şubat olayı gibi. İşin ilginç yanı, 12 Eylül darbesinde de önemli rol oynayan Erbakan, 28 Şubat'ın da baş aktörlerindendir. Huylu huyundan vazgeçmezmiş.
Darbelerin nedenleri ve gerekliliklerini bir kenara koyup, nasıl yapıldığına bakarsak, TSK'nın siyasi iradeye bakış açısını yakalayabiliriz. Her şeyden önce TSK, yeri geldiğinde sivil iradeyi tamamen yok sayabilmektedir. Yani, egemenlik kayıtsız şartsız milletin değildir. Egemenlik TSK'nın hoşgördüğü, müsade ettiği ölçüde milletin olmuştur hep.
Ayrıca, darbe dönemlerinde yaşanan hukuk dışı, hatta insanlık dışı yargılamalar, gözaltılar, işkenceler vb uygulamalar da tarihimizde kara bir leke olarak yerini almıştır. Darbeyi yapanlar, haklı haksız ayırımına pek gitmeden, önüne çıkan herkesin canını orantısız olarak yakmıştır. Bu ülkede milli iradenin önündeki en büyük engel, onu koruduğunu iddia eden TSK olagelmiştir.
Belki darbelerin ya da müdahalelerin en azından birkaçı için gerçekten geçerli sebepler vardı. Ancak hiçbir geçerli sebep bu kadar acının, kıyılan canın, dökülen kanın mazereti olamaz. TSK malesef çok defa insanlık suçu işlemiştir.
Bugün darbeler tartışıldığında en çok üzerinde durulan da zaten darbe dönemlerinde askerin sivile karşı takındığı tutumdur. Darbenin nedenlerinden çok, halka çektirilen işkenceler ve dökülen gözyaşları ön plana çıkmaktadır.
Sonuç olarak, bu ülkede yaşamaktayız. İkinci bir ordumuz da yok. Diyorlar ki TSK'yı yıpratmayın. Hayır, bu yazının amacı TSK'yı yıpratmak ya da kötülemek değildir. Başka bir ordumuz olmadığına göre TSK'ya destek olmak, ve savunmak boynumuzun borcudur. Hatta onun doğal birer üyesi olarak kendimizi görme hakkımız bile vardır. Askerliğini yapmamış olanlar bile, doğal olarak bu yüce ordunun bir üyesidir. Ve yine ancak, doğruları da, hatalarımız olsa da düşüncelerimizi en azından söylemeliyiz özgürce. Söylemeliyiz ki, bir daha darbeler olmasın. Söylemeliyiz ki bir daha kimse darbeyi gerekli kılacak işler yapmasın. Söylemeliyiz ki asker bir daha siville karşı karşıya gelmesin. Söylemeliyiz ki bir daha bu ülkede canlar yanmasın, kanlar dökülmesin. Söylemeliyiz ki, egemenlik bir gün gerçekten de kayıtsız şartsız milletin olabilsin.
Türk Ordusu Darbeci Bir Ordudur:
Kısacık cumhuriyet tarihimize bakıldığında, yapılan darbeler ile siyasete ordunun dolaylı müdahalelerini göz önüne alırsak, Türk ordusunun darbeci bir ordu olduğu sonucuna ulaşırız. Burada darbelerin nedenlerinin geçerliliğini sorgulamıyorum. Sadece şunu söylüyorum, bu kadar kısa bir sürede bu kadar darbe ve siyasete müdahale gerçekleştiren bir orduya, dünyanın neresine giderseniz gidin, darbeci diyeceklerdir.
27 Mayıs Darbesi (1960)
Belki de en gereksiz darbedir. Bu darbe sonunda TSK'da bir darbe yapma alışkanlığı başladı da denilebilir. Bir kere yaptık, yine yapalım ne olacak mantığı orduya hakim olmuştur.
Bu darbenin tuhaf yanlarından biri de, darbeyi gerçekleştirenlerin dönemin genelkurmay başkanını da tutuklamış olmalarıdır. Orduda darbe taraftarları galip gelmiştir.
Nedenleri:
Darbenin nedenlerinin en önemlisi, CHP ile DP arasındaki mücadeledir. Bir tek demokrasiyi tam olarak kavrayamamakla TSK'yı itham edersek çok büyük haksızlık olur. Dönemin siyasileri de, daha emekleme döneminde olan çok partili sistemi, yani demokrasiyi kavrayamamış, ta o zamandan beri bel altından vurmak olarak tabir edebileceğimiz bir siyaset tarzını benimsemişlerdir. Söylemelerdeki üslup sertleşmiş, sosyal gruplar kışkırtılmıştır. Özellikle İnönü'nün yurt gezilerinin bazı şehirlerde Valiler tarafından engellenmesi, dönemin siyasetinin ne kadar demokratik bir ortamda gerçekleştiğini göstermektedir. Hatta İnönü Topkapı'da (İstanbul) darp edilmiştir.
DP, sürekli darbe korkusu altında gerilimli bir iktidar sürmüştür. Darbe endişesi altında yapılan bazı uygulamalar hem TSK'yı hem de CHP'yi kışkırtmıştır. Takınılan sert tavır, darbenin başlıca nedenidir. Ancak, darbeye gerçek manada geçerli bir neden bulmak zordur.
Darbe sonunda MBK ( Milli Birlik Komitesi ) DP hakkında yalan haberler yayarak darbeyi meşrulaştırmaya çabalamıştır. Yine darbe sonunda meşruluğu tartışılır mahkemelerce insanlar yargılanmıştır ve büyük çoğunluğu mahkum edilmiştir. Adnan Menderes'in idama mahkum edilişi de bu mahkemelerin icraatlarından olup, TC tarihinin belki de en kara lekesidir.
Darbe sonunda hazırlanan yeni anayasada 1924 anayasasından farklı olarak halkçılık, devletçilik ve inkılapçılık yoktur. Askeri güç, demokrasiyi sağlamak söylemiyle darbe yapıp, demokrasiyle bağdaşmayan bir anayasa hazırlamıştır.
Darbe sonunda OYAK kurulmuş, MGK (Milli Güvenlik Kurulu) siyaset yaşamımıza sokularak askerin siyasete müdahalesinin devamlılığı da sağlanmıştır.
Darbe sonucunda yapılan yeni seçimlerden çıkan sonuç komutanları yine rahatsız etmiş, tekrar darbe planları yapıldıysa da, lütufkar ordumuz! 1960 darbesinin hemen ardından darbe yapmayarak sivil iradeye bir şans! tanımıştır.
12 Mart 1970 Muhtırası
Bu muhtıra belki tam olarak darbe tanımına uymayabilir. Sonuçta kapatılan bir parti yoktur, ve anayasaya da müdahale edilmemiştir. Ancak hükümet istifaya zorlanmış, yeni bir başbakan ve yeni bir hükümet göreve gelmiştir.
12 Mart Muhtırasına giden yolun başında SSCB'nin etkisine giren sol örgütler, sonuçta çıkan siyasi kavgalar ve kanlı pazar (16 Şubat 1969) gibi olaylar yer almaktadır. Türkiye'de demokrasiyi tutan pamuk ipliği yeniden kopmuş, sokağa çıkma yasakları, kitapları toplatmalar ve yakmalar, işkenceler (Deniz Gezmiş ve arkadaşları) TİP ve DİSK'in kapatılması gibi olaylar yaşanmıştır.
Bu muhtıra farklı grupları birbirine karşı daha düşmanlaştırmaktan öteye gidememiştir. "Parlamento ve hükümet, süregelen tutum, görüş ve icraatıyla yurdumuzu anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokmuş, Atatürk'ün bize hedef verdiği çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak ümidini kamuoyunda yitirmiş ve anayasasının öngördüğü reformları tahakkuk ettirememiş olup, Türkiye Cumhuriyeti'nin geleceği ağır bir tehlike içine düşürülmüştür." şeklinde TRT radyolarından halka 12 Martta duyurulan gerekçelere muhtıranın kendi neden olmuştur da denilebilir.
12 Eylül Darbesi 1980
TSK'nın gerçekleştirdiği 3. ve son doğrudan müdahaledir. Oldukça keskin kararlar alınmıştır. Hükümet ve meclis feshedilerek halkın iradesi ortadan kaldırılmış, derneklerin ve sendikaların faaliyetleri durdurulmuştur. Ayrıca genel sıkıyönetim ilan edilmiştir.
Nedenleri:
Belki de gerekçeleri en geçerli darbedir. TBMM'nin Cumhurbaşkanı seçmedeki sıkıntısı da gerekçe olarak gösterilmişse de, bunun darbeye gerekçe sayılmasına çocuklar bile bir başka yerleri ile güler. Ancak taze İran devrimi akabinde Konya'daki Kudüs Mitingi ile irtaca endişesi iyice yükselmiştir. Ayrıca sağ-sol kavgası iyice içinden çıkılamaz bir hale gelmiştir. Hatta emniyet teşkilatının içinde bile kamplaşmalar oluşmuştur. Hükümet ülkeyi kaplayan bu kaos ortamını dindirmekte aciz kalınca, asker olaya el atma gereği hissetmiştir. TSK bu darbeyi gerçekleştirmekte belki haklıydı, bu ülkenin insanlarının birbirini öldürmesine seyirci kalması daha kabullenilemez olabilirdi. Bugünkü darbe karşıtları o zaman da neden darbe yapılmadı diye TSK'ya yüklenebilirdi. Ancak, bu darbede TSK, toplumdaki kamplaşmış grupların bibirine kıymasına seyirci kalmamıştır ama, tüm gruplara kendisi pek güzel kıymıştır. Belki darbe gerekliydi ancak yapılış şekli son derecede yanlış olmuştur.
Darbe öncesinde sağ-sol çekişmeleri ve işlenen cinayetler-ki kimin kim ya da kimler tarafından neden öldürüldüğü hala belli değildir- de dönemin ne denli karmaşık olduğunun bir göstergesidir. Ayrıca 12 Eylül öncesi TSK en azından sivil iradeyi bir mektupla uyarmıştır.
12 Eylül darbesinin sonuçlarına gelince, yine yeni bir anayasamız oldu. Siyasetle ilgilenen gençlerin birbirlerine girmesi, girmek derken, kanlı kavgalar ve ölümler, gösterdi ki bu ülkenin gençleri henüz demokrasiyi bilmiyor, anlamıyor. Sonuçta gençlerin siyasete atılmamaları, siyasetle ilgilenmelerinin engellenmesi sağlandı. Bu nedenle bugünün gençleri çoğunlukla apolitiktir.
SONUÇ
Bu darbelerin dışında zaman zaman pasif müdahaleler de olmuştur. 28 şubat olayı gibi. İşin ilginç yanı, 12 Eylül darbesinde de önemli rol oynayan Erbakan, 28 Şubat'ın da baş aktörlerindendir. Huylu huyundan vazgeçmezmiş.
Darbelerin nedenleri ve gerekliliklerini bir kenara koyup, nasıl yapıldığına bakarsak, TSK'nın siyasi iradeye bakış açısını yakalayabiliriz. Her şeyden önce TSK, yeri geldiğinde sivil iradeyi tamamen yok sayabilmektedir. Yani, egemenlik kayıtsız şartsız milletin değildir. Egemenlik TSK'nın hoşgördüğü, müsade ettiği ölçüde milletin olmuştur hep.
Ayrıca, darbe dönemlerinde yaşanan hukuk dışı, hatta insanlık dışı yargılamalar, gözaltılar, işkenceler vb uygulamalar da tarihimizde kara bir leke olarak yerini almıştır. Darbeyi yapanlar, haklı haksız ayırımına pek gitmeden, önüne çıkan herkesin canını orantısız olarak yakmıştır. Bu ülkede milli iradenin önündeki en büyük engel, onu koruduğunu iddia eden TSK olagelmiştir.
Belki darbelerin ya da müdahalelerin en azından birkaçı için gerçekten geçerli sebepler vardı. Ancak hiçbir geçerli sebep bu kadar acının, kıyılan canın, dökülen kanın mazereti olamaz. TSK malesef çok defa insanlık suçu işlemiştir.
Bugün darbeler tartışıldığında en çok üzerinde durulan da zaten darbe dönemlerinde askerin sivile karşı takındığı tutumdur. Darbenin nedenlerinden çok, halka çektirilen işkenceler ve dökülen gözyaşları ön plana çıkmaktadır.
Sonuç olarak, bu ülkede yaşamaktayız. İkinci bir ordumuz da yok. Diyorlar ki TSK'yı yıpratmayın. Hayır, bu yazının amacı TSK'yı yıpratmak ya da kötülemek değildir. Başka bir ordumuz olmadığına göre TSK'ya destek olmak, ve savunmak boynumuzun borcudur. Hatta onun doğal birer üyesi olarak kendimizi görme hakkımız bile vardır. Askerliğini yapmamış olanlar bile, doğal olarak bu yüce ordunun bir üyesidir. Ve yine ancak, doğruları da, hatalarımız olsa da düşüncelerimizi en azından söylemeliyiz özgürce. Söylemeliyiz ki, bir daha darbeler olmasın. Söylemeliyiz ki bir daha kimse darbeyi gerekli kılacak işler yapmasın. Söylemeliyiz ki asker bir daha siville karşı karşıya gelmesin. Söylemeliyiz ki bir daha bu ülkede canlar yanmasın, kanlar dökülmesin. Söylemeliyiz ki, egemenlik bir gün gerçekten de kayıtsız şartsız milletin olabilsin.
Nasal Myiasis
Nasal myiasis, çoğunlukla Sarcophagidae ve Calliphorinae türlerinin neden olduğu bir hastalıktır. Burun paraziti de denilebilir. Burun kanallarına yerleşen larvalar, ölü ve canlı dokular ve de mukus ile besleniyorlarmış anladığım kadarıyla. Anladığım kadarıyla diyorum çünkü bu konuda elime geçen makale tıbbi terimlerle doluydu. Ancak videoya bir göz atabilirseniz, nelere yol açabileceklerini tahmin etek zor değil.
Solda Sarcophagidae sağda Calliphorinae görünüyor.
Ayrıca bu larvalar akciğere de inebiliyorlarmış sanırım, onu da aşağıdaki filmden anlıyoruz.
Şimdilik ülkemiz için korkulacak bir şey yok belki. Bu sinekler tropik bölgelerde yaşıyorlar. Ancak küresel ısınma ile özellikle tropik bir iklime sahip olması beklenen Karadeniz bölgesinde gelecekte boy gösterebilirler. Bununla birlikte, bu larvaların konak olarak insanı seçmesi durumu, yani nasal myiasis adı verilen durum çok nadir görülmekteymiş.
Videoda da Hindistanda'ki bir hastaya müdahale görünmekte. Ancak videoyu gerçekten sağlam sinirleriniz varsa seyrediniz lütfen.
Solda Sarcophagidae sağda Calliphorinae görünüyor.
Ayrıca bu larvalar akciğere de inebiliyorlarmış sanırım, onu da aşağıdaki filmden anlıyoruz.
Şimdilik ülkemiz için korkulacak bir şey yok belki. Bu sinekler tropik bölgelerde yaşıyorlar. Ancak küresel ısınma ile özellikle tropik bir iklime sahip olması beklenen Karadeniz bölgesinde gelecekte boy gösterebilirler. Bununla birlikte, bu larvaların konak olarak insanı seçmesi durumu, yani nasal myiasis adı verilen durum çok nadir görülmekteymiş.
Videoda da Hindistanda'ki bir hastaya müdahale görünmekte. Ancak videoyu gerçekten sağlam sinirleriniz varsa seyrediniz lütfen.
3 Mart 2010 Çarşamba
Güzel bir dünyada yaşanan çirkin hayatlar
Koca bir dünyada yaşamakta insan. Ancak bu koca dünyada her yeri göremeyecek. Bazen kaldırır kafamı ve güneşe bakarım. Benimle birlikte aynı anda aydınlattığı kim bilir nereler var, uzaklarda, çok uzaklarda bir yerler, hiç gitmeyeceğim yerler, hiç bilmeyeceğim yerler. Ben de sizinle aynı anda gündüzü yaşadım diyemeyeceğim yerler.
Ben gündüzü yaşarken geceyi yaşayan yerler de var. Gündüzü aynı anda hiç yaşayamayadığım insanlar var, ben kahvaltı yaparken akşam yemeği için sofraya oturanlar var.
Dünyanın pek azını yaşayabiliyoruz, pek azına yetiyor ömür. Bazen çok uzak yerlere gitmek isterim. Ta Madagaskar limanlarından Çin limanlarına kadar gitmek isterim bir gemide bazen. Belki benim de her gece yıldızlara karşı Hoy lu lu şarkısı söyleyen arkadaşlarım olurdu. Ancak Madagaskar'a gideceğimi hiç sanmıyorum. Hiç Uluru'ya akşam güneşi ihtişamlı bir kırmızı renk bahşederken, o manzarayı bir kanguru ile paylaşacağımı da sanmıyorum.Kamçatka'nın adı konmamış volkanlarının yamaçlarında yeni bir güne merhaba demeyeceğim sanırım hiç bir gün.
Hal böyle iken nasıl olur da; "bu dünyada yaşıyorum" diyebilirim ki? Nasıl diyebilirsiniz? Bazen yola çıkarım, bir şehrinden bir başkasına giderim ülkemin. Yolda köyler, şehirler, hiç gezmediğim, hiç gezmeyeceğim yollar. Bir meraktır sarar beni. Acaba kimler yaşıyor bu evlerde? Acaba ne dertleri, nasıl hayalleri var? Bir an içimden kendi hayatımdan sıyrılıp, onların hayatına karışmak geçer. Bir başka yerde, hiç tatmadığım bir hayat.
Bir hayat, bir ömür yetmiyor bu dünyayı yaşayabilmek için. Bakmayın dünya küçüldü diyenlere. Onlar kendilerine koca bir dünyada sınırlar içinde daraltılmış küçük dünyacıklar kuruyorlar. Onlar küçük dedikleri dünyanın kaçta kaçını yaşıyorlar. Hepsinin bir şehirde geçmiyor mu hayatları? Hepsi iş-ev arasında bir kısırdöngü ile tüketmiyorlar mı yaşamlarını? Ha arada tatile falan çıkarlar, üç beş şehir görürler. Arada sınırlarını aşarlar. Ancak yine de topu topu bir kaç şehirde tüketirler hayatlarını. O şehirlerin de çok az bir kısmını yaşarlar. Ben İstanbul'da yaşarken bazen boğazı görmeden aylar geçerdi. Oysa ne keyiflidir yosunlu taşlar arasında süzülen bir sarganı seyretmek. Ya da suya dalan bir karabatağın çıkacağı yeri tahmin etmeye çalışmak.
Bu güzel dünyada ne çirkin hayatlar yaşanıyor, inanılır gibi değil. Gerçekten değil.
Ben gündüzü yaşarken geceyi yaşayan yerler de var. Gündüzü aynı anda hiç yaşayamayadığım insanlar var, ben kahvaltı yaparken akşam yemeği için sofraya oturanlar var.
Dünyanın pek azını yaşayabiliyoruz, pek azına yetiyor ömür. Bazen çok uzak yerlere gitmek isterim. Ta Madagaskar limanlarından Çin limanlarına kadar gitmek isterim bir gemide bazen. Belki benim de her gece yıldızlara karşı Hoy lu lu şarkısı söyleyen arkadaşlarım olurdu. Ancak Madagaskar'a gideceğimi hiç sanmıyorum. Hiç Uluru'ya akşam güneşi ihtişamlı bir kırmızı renk bahşederken, o manzarayı bir kanguru ile paylaşacağımı da sanmıyorum.Kamçatka'nın adı konmamış volkanlarının yamaçlarında yeni bir güne merhaba demeyeceğim sanırım hiç bir gün.
Hal böyle iken nasıl olur da; "bu dünyada yaşıyorum" diyebilirim ki? Nasıl diyebilirsiniz? Bazen yola çıkarım, bir şehrinden bir başkasına giderim ülkemin. Yolda köyler, şehirler, hiç gezmediğim, hiç gezmeyeceğim yollar. Bir meraktır sarar beni. Acaba kimler yaşıyor bu evlerde? Acaba ne dertleri, nasıl hayalleri var? Bir an içimden kendi hayatımdan sıyrılıp, onların hayatına karışmak geçer. Bir başka yerde, hiç tatmadığım bir hayat.
Bir hayat, bir ömür yetmiyor bu dünyayı yaşayabilmek için. Bakmayın dünya küçüldü diyenlere. Onlar kendilerine koca bir dünyada sınırlar içinde daraltılmış küçük dünyacıklar kuruyorlar. Onlar küçük dedikleri dünyanın kaçta kaçını yaşıyorlar. Hepsinin bir şehirde geçmiyor mu hayatları? Hepsi iş-ev arasında bir kısırdöngü ile tüketmiyorlar mı yaşamlarını? Ha arada tatile falan çıkarlar, üç beş şehir görürler. Arada sınırlarını aşarlar. Ancak yine de topu topu bir kaç şehirde tüketirler hayatlarını. O şehirlerin de çok az bir kısmını yaşarlar. Ben İstanbul'da yaşarken bazen boğazı görmeden aylar geçerdi. Oysa ne keyiflidir yosunlu taşlar arasında süzülen bir sarganı seyretmek. Ya da suya dalan bir karabatağın çıkacağı yeri tahmin etmeye çalışmak.
Bu güzel dünyada ne çirkin hayatlar yaşanıyor, inanılır gibi değil. Gerçekten değil.
2 Mart 2010 Salı
Bir Şiir Ve Hakkında Uzun Sözler
Diyince
Balık diyince aklıma kılçık gelir
Kılçık diyince toz
Toz diyince nem
Sürünürek koşan günler geçtiğince
Hayat diyince aklıma ter gelir
Bir ömür bildiğimce
Gelir gider olduk
Gönül ipi serdiğimce
Sabah görmeden akşamı bulduk
Hazan yaprağı sevdiğimce
Yakın ektik uzak bulduk
Tene ten değdiğince
12.04.09 06.30
Şiirin Açıklaması:
*****Önemli Önsöz*****
Öncelikle şiir yazanın değil okuyanın şiirdir. Bu bakımdan bir şairin şiiri hakkında açıklama yazması aslında çok da doğru bir şey değil. Ancak bu açıklama belki, bundan sonraki şiir paylaşımlarımda şiirin nasıl okunması gerektiği hakkında bir ipucu verebilir diye düşünmekteyim. Zaten bundan sonra paylaştığım şiirlerin açıklamasını yapmacağım. Sizler ne anladığınızı yorum ekleyerek ifade edebilirsiniz.
Açıklama:
Öncelikle şiiri yazarken ne düşündüğümü ve hissettiğimi tam olarak hatırlamadığımı belirtmem gerek.
"Balık diyince aklıma kılçık gelir"
Burada balıkla ne kast edilmiştir? Balık avına gittiğinizde oltanıza yemi takar ve beklersiniz. Bu bakımdan balık beklenilendir, umulandır, hayali kurulandır. Balık size sabretmeyi öğretendir. Üstelik geleceğinin de garantisi yoktur, belki umutsuz bir bekleyiştir, ancak bitmeyecek bir bekleyiştir aynı zamanda.
Balık yerken eğer dikkat etmezseniz boğazınıza kılçık takılabilir. Kılçık yediğiniz balığın tüm keyfini kaçırır, yediğiniz balık burnunuzdan gelir adeta. Balık denilince kılçığın akla gelmesi, şartlı refleks olmuş bir durum gibidir. Ne zaman bir balığa kavuşulsa, yani ne zaman kurulan bir hayal gerçek olsa, bir beklenti gerçekleşse, bir kılçık tüm keyfini kaçırmıştır balığın. Belki bin bir emek çekilmiştir, sabredilmiştir yıllarca, ancak balık ağız tadıyla yenilememiştir. Emele kavuşmanın huzuru ve mutluluğu yaşanılamamıştır.
Kılçık denilince akla gelen toza gelelim. Toz, uzun süre dokunulmamış eşyaların üzerinde birikir. Şiirde kılçık ve toz arasında bağ kurulması, kılçıkların geçmişte kaldığına işaret ediyor. Ancak bunun nedeni artık balık yerken boğazına kılçık takılmamasından değil, artık balık avlamaktan, yani bir şeyleri umut etmekten, hayal kurmaktan,beklemekten vazgeçmiş olmanın bir sonucudur. Bir pes ediş söz konusudur. Bunu şiirin sonraki bölümlerinden rahatlıkla anlamak mümkün.
Tozlu eşyaları karıştırırsanız tüm tozlar havalanır. O kadar çok tozludur ki, yani o kadar çok zaman geçmiştir ve üzeri tozlanmış o kadar çok gerçekleşmemiş, bir kılçık tarafından bozulmuş umut/beklenti/hayal vardır ki, ne zaman eski defterler karıştırılsa, tüm tozlar havaya uçuşmakta, yani eski yaralar deşilmekte, hayal kırıklıkları yürek burkmakta ve gözler nemlenmektedir. Tozla nem arasındaki bağlantı, tozlu defterleri karıştırma sonucu uçuşan tozların göze kaçacağı, yani kalbi buracağı ve gözleri nemlendireceği gerçeğidir.
"Sürünerek koşan günler geçtiğince" mısrasına gelelim. Günler sıkıntılı geçmiştir, kırıklıklarla, üzüntülerle doludur. Ya da boşuna da olsa bekleyiş vardır. Beklenen ne kadar özelse, beklerken geçen zaman o kadar uzun gelir insana. Yani oltayı atıp beklerken zaman geçmek bilmemiştir. Hep bir endişe ve merak vardır, hep bir sabırsızlık... Ancak aradan onca zaman geçip de, bugüne gelindiğinde anlaşılmıştır ki o adeta sürünerek geçen günler ne de çabuk tükenmiş. Belki de bitmek bilmez gibi gelen bir ömür tükenmiş. İçinde bulunulan an ne kadar sürünerek geçiyor gibi gelirse gelsin insana, aslında zaman koşmaktadır dört nala. Koşmuştur da. Bu günler boyunca bekentiler/hayaller/ümitler hep boşa çıkmıştır, artık pes edilmiştir ama. Artık günler de koşarak geçmektedir.
Hayat, baştan sona bir savaşımdır, bir kavgadır. Çocukluk oyunlarından, eğitim hayatıne, ordan işe girme, ekmek parası derdi, evlilik, sorumluluklar. Çalışmak, ter dökmek gerekmiştir bilinen, yani ömrün yaşanmış parçasında. Hiç bir şey kolay olmamıştır, belki biraz talihsizlik ima edilmektedir. Yani her şey normalde olması gerekenden daha zor olmuştur, balıklar hep başkalarının oltalarına uğramıştır. Yani zaten hep bir kılçığın keyfini kaçırdığı o umutlar/hayaller/beklentiler de zor gerçekleştirilmiştir.
Gönül ipi kısmı biraz karışık. Nasrettin Hocan'nın ipe un serme fıkrası vardır. Fıkrayı anlatmayacağım tabi ki. Burada boşa çıkan hayaller/bekleyişler/umutlar, geçmişte kalan iyi kötü anılar bir ipe sıralanmıştır. Çamaşır iplerindeki mandallar gibi zamana göre sıralanmış mandallar ve onlara asılı çamaşırlar gibi. Burada ip aslında zamandır, yaşanılan zaman. O zamana serilen de yaşanmışlıklardır. Her birine gelinmiş, sonra terk edilmiştir. Hiç bir şey kar kalmamıştır. Her biri boşa çıkmıştır, kırmıştır, üzmüştür. Gönülde yaşanan içsel zamanda, yani aslında koşan zamanı sürünüyormuş gibi algılatan zamanda, pek çok olaylar olmuş pek çok yerlere gidilmiş, pek çok insanlarla tanışılmıştır belki. Ancak hepsi artık geçmişin bir parçasıdır, o kadar.
Sabah görmeden akşamı bulduk demekler belki ilk mısraya bir gönderme var. Yani daha balığın mutluluğunu yaşamaya başlamadan, ilk lokmada bir kılçık geldi takıldı ve onca zaman sabredilip beklenilen mutluluk bir anda, daha başlamadan sona erdi. Belki de zaman o kadar hızlı geçti ki, öyle algılandı. Belki de az da olsa mutlu olundu, ancak o anlar da mutluluğa doymayı bırakın, tadına alışamadan henüz sona erdi. Yarım kalan mutluluklar dizisi. Yarım kalan aşklar, arkadaşlıklar bir anda sona erdi, daha yaşanacak çok şey vardı belki ama, bir anda hazan yaprağı gibi solup sarardılar, döküldüler, yerde biriktiler. Burada çokluk da var. Yani balık denilince akla kılçık gelmesinin nedeni var. O kadar çok defalar kılçık takılmış ki boğaza, bu kılçıkların, belki de daha başlamadan sona erdirdiği mutlu anlar, tükenen hayaller, tükenen aşklar ve arkadaşlıklar,yani en azından bir zamanlar sevilen insanlar, sonbaharda toprağı yorgan gibi örten hazan yaprakları kadar çoktu demek ki.
Yakın ekip uzak bulmak. Yani erişmek için çabalamak. Adeta bir kıyıya ulaşmak için kulaç atmak gibi. Ancak yakınlaşmak için atılan her kulaç biraz daha uzaklaştırmıştır. Dalgalar, yani yaşam şartları, yani kader belki, galip gelmiştir hep. Tüm emekler boşa gitmiştir. Tene ten değmekten kasıt bir sevgilidir muhtemelen. Kaç kişiyi sevmilmişse ulaşılamamıştır, ulaşılmaya çalıştıkça araya mesafeler girmiş, ve bu mesafeler aşılmaya çalışıldıkça büyümüştür. Belki de salt sevgili değildir kasıt. Uzanıp dokunabileceğin, yardım elini sana uzatabilecek, güvenebileceğin arkadaşlardır. Oysa suya düşülmüştür bir kere, kulaçlar hep boşadır artık. Sarılınılacak tek şey ise yılandır. Acımasız hayatın soğukluğu, yani ayrılık ve bitişler.
İşte böyle, biraz acele oldu, ve de özensiz. Kusuruma bakmazsınız umarım.
Balık diyince aklıma kılçık gelir
Kılçık diyince toz
Toz diyince nem
Sürünürek koşan günler geçtiğince
Hayat diyince aklıma ter gelir
Bir ömür bildiğimce
Gelir gider olduk
Gönül ipi serdiğimce
Sabah görmeden akşamı bulduk
Hazan yaprağı sevdiğimce
Yakın ektik uzak bulduk
Tene ten değdiğince
12.04.09 06.30
Şiirin Açıklaması:
*****Önemli Önsöz*****
Öncelikle şiir yazanın değil okuyanın şiirdir. Bu bakımdan bir şairin şiiri hakkında açıklama yazması aslında çok da doğru bir şey değil. Ancak bu açıklama belki, bundan sonraki şiir paylaşımlarımda şiirin nasıl okunması gerektiği hakkında bir ipucu verebilir diye düşünmekteyim. Zaten bundan sonra paylaştığım şiirlerin açıklamasını yapmacağım. Sizler ne anladığınızı yorum ekleyerek ifade edebilirsiniz.
Açıklama:
Öncelikle şiiri yazarken ne düşündüğümü ve hissettiğimi tam olarak hatırlamadığımı belirtmem gerek.
"Balık diyince aklıma kılçık gelir"
Burada balıkla ne kast edilmiştir? Balık avına gittiğinizde oltanıza yemi takar ve beklersiniz. Bu bakımdan balık beklenilendir, umulandır, hayali kurulandır. Balık size sabretmeyi öğretendir. Üstelik geleceğinin de garantisi yoktur, belki umutsuz bir bekleyiştir, ancak bitmeyecek bir bekleyiştir aynı zamanda.
Balık yerken eğer dikkat etmezseniz boğazınıza kılçık takılabilir. Kılçık yediğiniz balığın tüm keyfini kaçırır, yediğiniz balık burnunuzdan gelir adeta. Balık denilince kılçığın akla gelmesi, şartlı refleks olmuş bir durum gibidir. Ne zaman bir balığa kavuşulsa, yani ne zaman kurulan bir hayal gerçek olsa, bir beklenti gerçekleşse, bir kılçık tüm keyfini kaçırmıştır balığın. Belki bin bir emek çekilmiştir, sabredilmiştir yıllarca, ancak balık ağız tadıyla yenilememiştir. Emele kavuşmanın huzuru ve mutluluğu yaşanılamamıştır.
Kılçık denilince akla gelen toza gelelim. Toz, uzun süre dokunulmamış eşyaların üzerinde birikir. Şiirde kılçık ve toz arasında bağ kurulması, kılçıkların geçmişte kaldığına işaret ediyor. Ancak bunun nedeni artık balık yerken boğazına kılçık takılmamasından değil, artık balık avlamaktan, yani bir şeyleri umut etmekten, hayal kurmaktan,beklemekten vazgeçmiş olmanın bir sonucudur. Bir pes ediş söz konusudur. Bunu şiirin sonraki bölümlerinden rahatlıkla anlamak mümkün.
Tozlu eşyaları karıştırırsanız tüm tozlar havalanır. O kadar çok tozludur ki, yani o kadar çok zaman geçmiştir ve üzeri tozlanmış o kadar çok gerçekleşmemiş, bir kılçık tarafından bozulmuş umut/beklenti/hayal vardır ki, ne zaman eski defterler karıştırılsa, tüm tozlar havaya uçuşmakta, yani eski yaralar deşilmekte, hayal kırıklıkları yürek burkmakta ve gözler nemlenmektedir. Tozla nem arasındaki bağlantı, tozlu defterleri karıştırma sonucu uçuşan tozların göze kaçacağı, yani kalbi buracağı ve gözleri nemlendireceği gerçeğidir.
"Sürünerek koşan günler geçtiğince" mısrasına gelelim. Günler sıkıntılı geçmiştir, kırıklıklarla, üzüntülerle doludur. Ya da boşuna da olsa bekleyiş vardır. Beklenen ne kadar özelse, beklerken geçen zaman o kadar uzun gelir insana. Yani oltayı atıp beklerken zaman geçmek bilmemiştir. Hep bir endişe ve merak vardır, hep bir sabırsızlık... Ancak aradan onca zaman geçip de, bugüne gelindiğinde anlaşılmıştır ki o adeta sürünerek geçen günler ne de çabuk tükenmiş. Belki de bitmek bilmez gibi gelen bir ömür tükenmiş. İçinde bulunulan an ne kadar sürünerek geçiyor gibi gelirse gelsin insana, aslında zaman koşmaktadır dört nala. Koşmuştur da. Bu günler boyunca bekentiler/hayaller/ümitler hep boşa çıkmıştır, artık pes edilmiştir ama. Artık günler de koşarak geçmektedir.
Hayat, baştan sona bir savaşımdır, bir kavgadır. Çocukluk oyunlarından, eğitim hayatıne, ordan işe girme, ekmek parası derdi, evlilik, sorumluluklar. Çalışmak, ter dökmek gerekmiştir bilinen, yani ömrün yaşanmış parçasında. Hiç bir şey kolay olmamıştır, belki biraz talihsizlik ima edilmektedir. Yani her şey normalde olması gerekenden daha zor olmuştur, balıklar hep başkalarının oltalarına uğramıştır. Yani zaten hep bir kılçığın keyfini kaçırdığı o umutlar/hayaller/beklentiler de zor gerçekleştirilmiştir.
Gönül ipi kısmı biraz karışık. Nasrettin Hocan'nın ipe un serme fıkrası vardır. Fıkrayı anlatmayacağım tabi ki. Burada boşa çıkan hayaller/bekleyişler/umutlar, geçmişte kalan iyi kötü anılar bir ipe sıralanmıştır. Çamaşır iplerindeki mandallar gibi zamana göre sıralanmış mandallar ve onlara asılı çamaşırlar gibi. Burada ip aslında zamandır, yaşanılan zaman. O zamana serilen de yaşanmışlıklardır. Her birine gelinmiş, sonra terk edilmiştir. Hiç bir şey kar kalmamıştır. Her biri boşa çıkmıştır, kırmıştır, üzmüştür. Gönülde yaşanan içsel zamanda, yani aslında koşan zamanı sürünüyormuş gibi algılatan zamanda, pek çok olaylar olmuş pek çok yerlere gidilmiş, pek çok insanlarla tanışılmıştır belki. Ancak hepsi artık geçmişin bir parçasıdır, o kadar.
Sabah görmeden akşamı bulduk demekler belki ilk mısraya bir gönderme var. Yani daha balığın mutluluğunu yaşamaya başlamadan, ilk lokmada bir kılçık geldi takıldı ve onca zaman sabredilip beklenilen mutluluk bir anda, daha başlamadan sona erdi. Belki de zaman o kadar hızlı geçti ki, öyle algılandı. Belki de az da olsa mutlu olundu, ancak o anlar da mutluluğa doymayı bırakın, tadına alışamadan henüz sona erdi. Yarım kalan mutluluklar dizisi. Yarım kalan aşklar, arkadaşlıklar bir anda sona erdi, daha yaşanacak çok şey vardı belki ama, bir anda hazan yaprağı gibi solup sarardılar, döküldüler, yerde biriktiler. Burada çokluk da var. Yani balık denilince akla kılçık gelmesinin nedeni var. O kadar çok defalar kılçık takılmış ki boğaza, bu kılçıkların, belki de daha başlamadan sona erdirdiği mutlu anlar, tükenen hayaller, tükenen aşklar ve arkadaşlıklar,yani en azından bir zamanlar sevilen insanlar, sonbaharda toprağı yorgan gibi örten hazan yaprakları kadar çoktu demek ki.
Yakın ekip uzak bulmak. Yani erişmek için çabalamak. Adeta bir kıyıya ulaşmak için kulaç atmak gibi. Ancak yakınlaşmak için atılan her kulaç biraz daha uzaklaştırmıştır. Dalgalar, yani yaşam şartları, yani kader belki, galip gelmiştir hep. Tüm emekler boşa gitmiştir. Tene ten değmekten kasıt bir sevgilidir muhtemelen. Kaç kişiyi sevmilmişse ulaşılamamıştır, ulaşılmaya çalıştıkça araya mesafeler girmiş, ve bu mesafeler aşılmaya çalışıldıkça büyümüştür. Belki de salt sevgili değildir kasıt. Uzanıp dokunabileceğin, yardım elini sana uzatabilecek, güvenebileceğin arkadaşlardır. Oysa suya düşülmüştür bir kere, kulaçlar hep boşadır artık. Sarılınılacak tek şey ise yılandır. Acımasız hayatın soğukluğu, yani ayrılık ve bitişler.
İşte böyle, biraz acele oldu, ve de özensiz. Kusuruma bakmazsınız umarım.
1 Mart 2010 Pazartesi
YAŞAMAK
Yaşamak, içinde akşam kelebeği umutlarla. Bir anlık gülümseyiş için çekilen bin çile. Yaşamak ama, yaşamak yine de.
Yaşamak, herkesin ancak fotoğraflarda mutlu olabildiği bir dünyada. Mutlu görünebilme savaşımı içindeyken bir tebessüm için harcanan emek. Herkesi mutlu görmek istemek, fotoğraflarda olsun.
Yaşamak, bir kaç dakikalık zevkin sonucunda, sorulmadan bize, acılar içinde getirildiğimiz hayatı. Gelir gelmez attığımız ilk çığlık bir hastane koridorunu doldururken sevinen bir adama sonradan saygı duymak için yaşamak. Bize kendi doğrularını ve korkularını dayatan insanlar istedi diye yaşamak. Onlar istedi diye, zorla onlar gibi olmak. Ama bilmemek, kabullenmek onların bir zamanlar kabullendiği gibi, onlara dayatılanları. İçselleştirmek bir dili, bir dini, bir kültürü ve kanlı bir tarihi. Atalarının kaç bin kelle uçurduğu ile övünen ödleklerin arasında yaşamak.
Yaşamak, mümkün değil ne bir ağaç gibi tek ve hür, ne de bir orman gibi kardeşçesine. Yaşamak kavga içinde. Yaşamak sevmek için ve de sevdiklerini kırmak için, sonra kırıkları tekrar kırılabilir kılmak amacıyla yapıştırmak için.
Yaşamak, elinde bir avuç umutla ayakta durmak ve güneş çıkınca eriyen kardan adam gibi çökmek için. Yaşamak, bir gün kimsenin ne adını ne de sesini hatırlayacağı günlerin geleceğini bilirken, hatırlanmayı ummak için.
Yaşamak, hiç bir zaman kendin olamayacağın bir dünyada, başkaları olup, olduğun şeyi kendin kabul etmek, ve kendini o sanmak için.
Yaşamak, sadece iki nokta arasındaki yolu kat etmek için.
Her ne olursa olsun yaşamak, gelmeyecek olanları beklemek için. Yaşamak, beklemekten yorgun düşen bedenini bir duvara yaslayıp, nereye yetişmeye çalıştığını bilmediğin insanların anlamsız acele edişlerindeki zavallılığı görmezden gelmek için.
Yaşamak, neden yaşadığını bir gün bile kendine sormadan, hatta sormaya fırsat bulamadan, yaşamdan ansızın kopmak için.
Yaşamak, herkesin ancak fotoğraflarda mutlu olabildiği bir dünyada. Mutlu görünebilme savaşımı içindeyken bir tebessüm için harcanan emek. Herkesi mutlu görmek istemek, fotoğraflarda olsun.
Yaşamak, bir kaç dakikalık zevkin sonucunda, sorulmadan bize, acılar içinde getirildiğimiz hayatı. Gelir gelmez attığımız ilk çığlık bir hastane koridorunu doldururken sevinen bir adama sonradan saygı duymak için yaşamak. Bize kendi doğrularını ve korkularını dayatan insanlar istedi diye yaşamak. Onlar istedi diye, zorla onlar gibi olmak. Ama bilmemek, kabullenmek onların bir zamanlar kabullendiği gibi, onlara dayatılanları. İçselleştirmek bir dili, bir dini, bir kültürü ve kanlı bir tarihi. Atalarının kaç bin kelle uçurduğu ile övünen ödleklerin arasında yaşamak.
Yaşamak, mümkün değil ne bir ağaç gibi tek ve hür, ne de bir orman gibi kardeşçesine. Yaşamak kavga içinde. Yaşamak sevmek için ve de sevdiklerini kırmak için, sonra kırıkları tekrar kırılabilir kılmak amacıyla yapıştırmak için.
Yaşamak, elinde bir avuç umutla ayakta durmak ve güneş çıkınca eriyen kardan adam gibi çökmek için. Yaşamak, bir gün kimsenin ne adını ne de sesini hatırlayacağı günlerin geleceğini bilirken, hatırlanmayı ummak için.
Yaşamak, hiç bir zaman kendin olamayacağın bir dünyada, başkaları olup, olduğun şeyi kendin kabul etmek, ve kendini o sanmak için.
Yaşamak, sadece iki nokta arasındaki yolu kat etmek için.
Her ne olursa olsun yaşamak, gelmeyecek olanları beklemek için. Yaşamak, beklemekten yorgun düşen bedenini bir duvara yaslayıp, nereye yetişmeye çalıştığını bilmediğin insanların anlamsız acele edişlerindeki zavallılığı görmezden gelmek için.
Yaşamak, neden yaşadığını bir gün bile kendine sormadan, hatta sormaya fırsat bulamadan, yaşamdan ansızın kopmak için.
Son Dış Ticaret İstatistikleri
Ekonomideki gelişmeler halka hep çarpıtılarak iletilir. İktidar partisi ya da partileri her zaman olumlu rakamlar üzerine vurgu yapar, olumsuz rakamları halka açıklamaktan kaçınır. Muhalefet ise tablonun olumsuz rakamlarını görür. Gerçek ise ne iktidarın söylediği kadar parlak, ne de muhalefetin iddia ettiği kadar karamsardır. Bunun böyle oluşu ekonomik verilerin tek başına bir anlam ifade etmemesi, diğer veriler ile kıyaslanarak yorumlanmasının gerekliliğinden kaynaklanıyor.
Tuik 26 şubatta ocak ayı dış ticaret istatistiklerini açıkladı. Açıklanan verilere bakıldığında, durum ciddi denilebilir. Önce aşağıdaki grafiğe bakalım.
Geçen yılın ocak ayının ihracat rakamı ile bu yılın ihracat rakamı neredeyse aynı, çok az bir düşüş var ( %0.3 ). Bununla beraber ithalatta önemli bir artış söz konusu ( %23.9 ). Sonuç olarak dış ticaret açığı %160.6 gibi büyük bir artış göstermiş. Yani makas açılmış.
Burada ihracat ve ithalat gibi değerlerinin çok önemli olmadığını belirtmeliyim. Yani ocak ayı ithalatımız 11.504 milyar dolar değil de 115.04 milyar dolar da olabilirdi. Böyle bir değişiklik elbette ki önemsiz denilemez, sonuçta arada 10 katlık bir fark var. Buna ekonominin derinliği denilebilir. Ancak asıl önemli olan dış ticaret açığı oran olarak nedir ve nasıl seyretmekte olduğudur. %160.6'lık bir dış ticaret açığı artışı kesinlikle sürdürülebilir değildir.
Tablonun karanlık tarafına bir göz attıktan sonra, biraz olsun umut veren tarafına bakalım. Sermaye mallarının ithalat içindeki payı geçen yılın ocak ayında %13.0 iken bu yıl %13,4 olmuştur. Rakamsal olarak 1203 milyon dolardan 1540 milyon dolara yükselmiş. Bu değişim Türk sanayicilerin yatırım yapmaya isteğinin krize rağmen artış gösterdiğini söylüyor. Yani sanayicilerimiz ya teknolojilerini yenilemek ya da işlerini büyütmek için yatırım malları ithal etmiş. Bu güzel bir haber, özellikle de işsizler için. Her açılan ya da kapasitesi artırılan fabrika, yeni işçiler demek ne de olsa. Ara malı ithalatımızda da bir miktar artış olmuş. Yani sanayide çarklar az da olsa dönüyor, ancak ara malı ithalatının hem rakamsal hem de oransal olarak artıyor oluşu iyi değil. Türk sanayiciler yerli üretim ara malları kullanmaktansa ithal etmeyi tercih ediyor ve bu da yerli üreticileri zor durumda bırakıyor demektir.
Sanayici kar peşinde koşar, yerli ara malı üreticilerinin üzerindeki maliyet yükleri azaltılırsa belki ara malı ithalatı azalabilir. Ama hükümetin derdi daha çok darbe planları, anayasa değişikliği gibi konular olduğu için böyle bir düzenleme gelmeyecektir.
Tablo budur. İstatistiklere Tuik'in sitesinden ulaşabilirsiniz.
Tuik 26 şubatta ocak ayı dış ticaret istatistiklerini açıkladı. Açıklanan verilere bakıldığında, durum ciddi denilebilir. Önce aşağıdaki grafiğe bakalım.
Geçen yılın ocak ayının ihracat rakamı ile bu yılın ihracat rakamı neredeyse aynı, çok az bir düşüş var ( %0.3 ). Bununla beraber ithalatta önemli bir artış söz konusu ( %23.9 ). Sonuç olarak dış ticaret açığı %160.6 gibi büyük bir artış göstermiş. Yani makas açılmış.
Burada ihracat ve ithalat gibi değerlerinin çok önemli olmadığını belirtmeliyim. Yani ocak ayı ithalatımız 11.504 milyar dolar değil de 115.04 milyar dolar da olabilirdi. Böyle bir değişiklik elbette ki önemsiz denilemez, sonuçta arada 10 katlık bir fark var. Buna ekonominin derinliği denilebilir. Ancak asıl önemli olan dış ticaret açığı oran olarak nedir ve nasıl seyretmekte olduğudur. %160.6'lık bir dış ticaret açığı artışı kesinlikle sürdürülebilir değildir.
Tablonun karanlık tarafına bir göz attıktan sonra, biraz olsun umut veren tarafına bakalım. Sermaye mallarının ithalat içindeki payı geçen yılın ocak ayında %13.0 iken bu yıl %13,4 olmuştur. Rakamsal olarak 1203 milyon dolardan 1540 milyon dolara yükselmiş. Bu değişim Türk sanayicilerin yatırım yapmaya isteğinin krize rağmen artış gösterdiğini söylüyor. Yani sanayicilerimiz ya teknolojilerini yenilemek ya da işlerini büyütmek için yatırım malları ithal etmiş. Bu güzel bir haber, özellikle de işsizler için. Her açılan ya da kapasitesi artırılan fabrika, yeni işçiler demek ne de olsa. Ara malı ithalatımızda da bir miktar artış olmuş. Yani sanayide çarklar az da olsa dönüyor, ancak ara malı ithalatının hem rakamsal hem de oransal olarak artıyor oluşu iyi değil. Türk sanayiciler yerli üretim ara malları kullanmaktansa ithal etmeyi tercih ediyor ve bu da yerli üreticileri zor durumda bırakıyor demektir.
Sanayici kar peşinde koşar, yerli ara malı üreticilerinin üzerindeki maliyet yükleri azaltılırsa belki ara malı ithalatı azalabilir. Ama hükümetin derdi daha çok darbe planları, anayasa değişikliği gibi konular olduğu için böyle bir düzenleme gelmeyecektir.
Tablo budur. İstatistiklere Tuik'in sitesinden ulaşabilirsiniz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)